Hüveytat aşireti, Hıreyşe aşiretinden sonra gelen altı bin çadırlık bir seyyar aşiretti. Disiplini gevşek, halkı sert, yırtıcı, en adi şeylere kadar tenezzül eden hırsızlardandı. Arap aşiretleri içinde kadınlara el atan ve alçakça soyan yegâne aşiretti. Bu vahşi ve saldırgan aşiretten gerek Urban-ı Badiye (Çöl Göçerleri) ve gerekse yerli aşiretler çok çekinir. Çünkü Arap usul ve kaidelerine de riayet etmez, çok zalim ve hunharlardır.
Aşiret reisi bulunan Ude Ebu Taya haddi zatında sofu ve insaflı bir adamken ağır hastalığa tutulmuş, aşiretin diğer ileri gelenleri aşiretlerinin düzenini temin edememişlerdi. Esasen hunhar olan halk da her tarafa saldırmaya başlamıştı. Dera’ya yakın bir köyden üç genç ve güzel kadını, anadan doğma soymuşlar, çöle bırakmışlar. Bu biçare kadınlar bir elleri önde ve bir elleri arkada oldukları halde bin bir zahmetle köylerinin kenarına kadar gelmişler. Duvar diplerine çömelerek haykırıp birer entari getirtip hacaletle (utançla) köye girmişlerdir.Yine bir gün Müzeyrip bucak merkezi bostanlarını yağma, henüz yetişmemiş kısmını da tahrip etmişlerdir. Bu yerlerden uzaklaştırmak için gittiğimde, kalkmaları için mühlet vermiştim. Harekete başladıkları sırada acele etmeleri için çadırlarına sokulmuştum. Müfrezenin komutanı olduğumu anlayan ve develere yükletmekle meşgul olan kadınlardan biri bana, “Ya Bey, bizi niye kaldırıyorsunuz, henüz üç dört gün evvel gelmiştik. Bize hiç rahat vermiyorsunuz. Bahûsus biz kadınları hiç düşünmüyorsunuz, bize günah değil mi, bu koca aşiretin içinde deve üstünde bile gidemeyecek nice kadınlarımız var. Yine kimisi de doğurmak üzeredir. Biz erkek değiliz ki her cefaya tahammül edelim. Aşiret kadınlarımız bu yüzden çok kırılıyor” gibi hallerini anlatıp ve muhatabına tesir yapacak kadar sözler söyledi. Vahşi bildiğimiz bu aşiret içersinde ne ince ruhlu, saf ve nezih insanlar da bulunduğuna şaşmamanın imkânı yoktu. Öyle şeyler söylüyordu ki sanki bu söyleyen ve bu aşiretin ıstırabını tarif eden kadının bu aşiretten değilmiş de çalınıp bir taraftan getirildiğine insan bayağı kani oluyordu.
“Siz bu aşiretten misiniz? Yoksa bir taraftan gelin mi geldiniz?” dedim. “H ayır bu aşirettenim” dedi. “Bana söylediğiniz bu sözleri niçin kendi erkeklerinize anlatmıyorsunuz. Aklı başında bazı kadınlar pekâlâ bu işi yapabilirler. Konduğunuz yerlerde erkekleriniz hiç rahat durmuyor. Yedikleri için haydi ‘ihtiyaçları vardı’ diyelim. Henüz yetişmemiş sebze ve mahsulü niçin harap ediyorlar? Köylüler insan değil mi, Müslüman değil mi, bunların yaşamak hakları yok mu?” dedim. Kadıncağız iç çekti: “Bizim erkeklerimiz vahşidir. Biz de ne kadar söyledik, kendilerinden zulümden başka bir cevap alam adık.” “Öyle değil m i?” diye yanındaki iki kadının da yüzüne baktı, buna ihtiyaç da hissetti. O kadınlar da, “Evet bizim erkeklerimiz zalimdir. Bizlere de acımazlar ve dinlemezler. Ne yapalım biz de Allah’a sığınırız. Siz de haklısınız, Ya Bey” dediler. Ben de fazla kalm ayarak ayrıldım.Askeri yerleştirmiş olduğum küçük bir tepeye geldiğimde devriyeden gelen erlerimizin Hüveytat aşiretinden beş kişiyi getirmiş olduklarını gördüm. “Bunları niye getirdiniz” dedim. “Ekinleri harap ederken bizzat gördük, halkın şikâyeti üzerine de yakaladık” dediler. Fena halde öfkelenmiş, içlerinden tam karşımda duranına, “Niçin ekinleri harap ediyorsunuz? Siz ne vahşi insanlarsınız” diyerek bir iki tokat attım. Kaçmak isterken Arap jandarm alar yakaladı.Bu Arap jandarm alara, “Siz ne biçim Müslümansımz, bu Türk kâfirine dövdürmek için beni tutarsınız? Türkler gâvur oğlu gâvurdur. Nasıl olur da siz evlad-ı Arap bunlarla beraber olursunuz?” dedi. Arap jandarmalar da, “Sen Müslüman olsan evvela halkın yiyeceğini harap etmezsin. Sonra bu gâvur dediğin Türk kumandan kadar biz evlad-ı Arap Müslüman olamayız. Müslümanlığı bizden daha iyi bilir ve bize Müslümanlık öğretir. Kimsenin ırz ve namûsuna, mal ve canına dokunmaz. Dokunanları da çok ağır ceza eder. Sen bunun yanında Müslümanlık iddia edemezsin” dedi.
Bu acayip konuşmayı sükûnetle dinledim. Ve garip düşüncelere daldım. Urban ve Aşair’in, Türkler ve Türk subayları aleyhinde adamakıllı zehirlenmiş, Türklerin kıpkızıl kâfir, katli caiz kimseler olduğuna inandırılmış olduğuna ve bunun gelecekteki bazı planlar çerçvesinde yapılmış olduğunu anladım. Bu fena zihniyetin ve propagandanın ortadan kaldırılm asının ihmal edilmemesine karar vererek, konuşm aya, “Arap halkına böyle söylenmiş ve böyle öğretilmiş” diyerek katıldım. Arap da, “Ey billah öyle” dedi. Devam ettim, “Ben de diyorum ki, Türkler en birinci Müslümandır.” Arap yine, “Hâşâ” dedi. “Acele etme bak ne söyleyeceğim” deyip şöyle devam ettim: “Şimdi (jandarmaları göstererek), şu evlad-ı Arap her ikimizi de imtihan etsin. Hangimiz Müslümanlığı bilmezse, o kâfir demektir. Bilen şu sopayı alacak, öbürünün ayağına elli sopa vuracak, Ben yemin ediyorum, bu işe razıyım. îşte tabancamı da bunlara veriyorum.” Arap güldü ve. sevindi. “Ey billah ben de razıyım” dedi. “Haydi gel yan yana oturalım” dedim. Şaşıran ve tereddüt gösteren askere, “Yok, Arap’ın da inanacağı gibi basit şeylerden sor, çekinme” dedim. İş ciddiye binmiş. Arap’ın yüzünde meserret leması (sevinç pırıltısı) belirmişti. O kani idi ki Türk gâvurdur. Cevap veremez. Kendisi nasıl olsa Arap olduğu için kolay cevap verecekti. Sual başladı ve evvela Arap’a sordular:
“Peygamberin kimdir?”(Arap sevinçle ve serbestçe) “Nuri Şalan.”
Bana sordular:“Peygamberin kimdir?”“Hazreti Muhammed Sallallahü aleyhü vesselam efendimizdir.”
Arap hayretle yüzüme baktı.
Arap’a sordular:“İslamın binası veya şartları kaçtır?” Cevap yok. Bana sordular:“İslamın şartları kaçtır?
“Beştir. Birincisi Kelime-i şahadettir. Eşhedü enne la ilahe- illallah ve eşhedü enne M uhammeden abduhü ve resuluhü, demektir. İkincisi: Salat, yani beş vakit namazdır. Üçüncüsü: Savm yani ramazan orucu tutmaktır. Dördüncüsü zekat. Yani senede bir kere malının kırkta birini ayırıp fukaraya vermektir. Beşincisi: Malen ve bedenen kudreti olan ömründe bir kere Hac etmektir.”Arap’a sordular:“Kaç kitap Cenab-ı H ak’tan nazil olmuştur?”Arap cevap vermedi.Benim cevabım hazırdı:“Cenab-ı Hak’tan peygamberlere 104 kitap nazil olmuştur. Yüzü suhuf-ı şerife ve dördü de büyük kitaplardır. D ört büyük kitaptan Tevrat Musa aleyhisselama, Zebur Davut aleyhisselama, İncil İsa aleyhisselama, Kur’an-ı Azimüşşan da peygamberimiz Muhammed el Mustafa Sallallahü teala aleyhi vessellem efendimiz hazretlerine nazil olmuştur. Hükm ü kıyamete kadar bakidir.” Tüm cevaplarımı Arap’a da iyice anlattılar. Can kulağıyla dinleyen Arap iç çekti. “Eyvah gâvur biz imişiz. Türkler de Müslümanmış şimdi inandım. Bize çok yanlış söylemişler değil mi” diye arkadaşlarına sordu. “Onlar da bize yalan söylemişler” dediler. Benimle imtihan olan Arap, “Sen haklıymışsın, istersen öldür, hakkındır” diye dayak yemek üzere ayaklarını uzattı. Ben de ayağa kalktım. Tabancam ve sopamı aldım. Arap’a vuracak gibi yaptım fakat vurmadım, “Ya Arap kalk. Bu ceza sana kafi, eğer Allah’ını, peygamberini öğrendinse artık sen de Müslüman oldun demektir. Müslüman olan din kardeşine eziyet etmez. Bir daha yapmayacağınıza tövbe ederseniz sizi serbest bırakacağım” dedim. Tövbe ettiler. Bıraktım. Bu fiili propaganda derhal tesirini gösterdi. Türklerin kâfirliğini bir daha işitmedim. Yahut tesadüfen yanımda söylenmedi.