Bir arkadaşımın ısrarlı tavsiyesi ile okuduğum ve kapağını açana kadar abartıldığını düşündüğüm bir kitap bu. Zira bir belediyenin öykü yarışmasında birinci olmasına rağmen kısıtlı baskısı tükenmiş, yeni baskısı yapılmamış, dolayısıyla fiziken çok az sayıda okura ulaşabilmiş bir eser. “Hani“, diyor insan; “bahsettikleri kadar başarılı olsa yeni baskıları yapılır, dergilere çıkar, röportajlara konu olur, edebiyat camiasının radarından kaçmazdı. Abartıyor olmalılar.“
Abartı değilmiş. Tam tersine; çok başarılı bir eser bu.
Esra Kahya, dışarıdan bakıldığında entellektüel ve kalburüstü görünen dört kişilik çekirdek bir ailenin sırlarını, sanki bir soğanı soyar gibi katman katman çıkarıp önümüze koyarken, bizleri de gözyaşları eşliğinde derin bir hüznün içine sürüklüyor. En üst ve görünür kabuk, romanın ana kahramanı ve bu ailenin hüzünlü küçük çocuğu Acibe’nin istese de saklayamayacağı kadar büyük olan kamburu. 35 acılı yılın ardından gelen intiharı ile bu kabuğu çıkarıp atmaya cesaret ediyor Acibe ve tesadüfler sonucu keşfettiği ve yıllardır hepsinin birbirlerinden sakladığı -ya da sakladıklarını sandıkları- sırları, akıl dolu bir intikam aracına dönüştürerek, teker teker soyuyor.
Kahramanlarının sıra dışı isimleri ile enfes alegoriler yaratıyor Esra Kahya. Acibe’nin fiziksel çirkinliği, Nazenin’in zarafeti, Mezkur’un adını duyurma, anılma çabası ve tabii ki “ismi ile Müsemma“nın ruhuna da yansıyan kibirli ve soğuk güzelliği. Romanın başlarında şaşırtıcı gelen bu isim seçimlerinin, ilerleyen sayfalarda sadece birer isim olmaktan çıkıp karakterlerin kişilik özelliklerinin eksiksiz bir tarifine dönüştüğünü görmek bir okur için büyük keyif. Yanı sıra, şiirin bir şekilde hep merkezde yer aldığı bu hikayede, aralarda bir görünüp kaybolan, ama hikayedeki ağırlıkları büyük olan iki genç ve etkileyici erkeği Rıfat Ilgaz ve Faruk Nafiz olarak adlandırmak, alkışı hak eden ince bir saygı duruşu.
Sırlarının içine gömülmüş, bu sırların altında ezilmiş ve hareket kabiliyetlerini yitirmiş bireylerden müteşekkil bu müstesna evde aslında herkesin sırtında bir kambur var. Sadece Acibe’nin kamburunun görünür olması ona acınacak bir zavallı olarak davranılmasına yol açıyor olsa da, doğuştan gelen ve kendi hataları ile hiç ilgisi olmayan bu kamburu söküp atma cesareti de bir tek onda var. Öyle ya, belki bilmiyorsunuzdur ama; kamburlar öldüklerinde düzeliyor sırtları… Sırlarının altında ezilip kalmış olanlarsa ebedde ve ezelde daima böyle kalmaya mahkum.
Kaçmak isteyip de kaçmayı başaramamış insanların hikayesi bu. Bitmiş aşkların, affedilmeyen hataların, unutulmayan pişmanlıkların, kapatılamayan defterlerin, yeni bir başlangıca atılamayan adımların hüzünlü hikayesi. Hep bir bahane ile ötelenen zor kararların bir aileyi, bir insanı, çocukları yaşarken nasıl öldürdüğünün hikayesi. Hikayenin tek ayakta kalanı da bence tam da bu yüzden, kaçabilen tek kişi, Nazenin…
Tek hayal kırıklığım, ince ruhlu ve kırılgan resmedildiğini düşündüğüm Meskur’a dair. Sorunlu bir evlilikteki suçun büyüğünü Müsemma’ya yüklemek, sadece daha kibar bir maskenin arkasına gizlendiği için Meskur’u affetmek benim taraftarı olduğum bir son değil. “Düştüysem sen ittin” diyor ya Müsemma; düşen varsa iten de var; unutmayalım.
Bu çok başarılı, genç yazarımızın yeni eserlerini merakla bekliyorum.