eşitken ve hiç eşit olmamışken gözlerle hırpalarken günışıltısı, içışıltımı yeniden ölümlere şartlanmasın öğüdüm ve kılıcı öğütten başımın kubbesinden sarktığım şehrim ey Mabut!
taammüden çıkmayan gıkım sağanak ve sığınağım sorgusuz dergâhım
neyin miladı bilmediler o sustuğu zekeriyyâ'nın, ey Mabut!
suskunluk şölenlerimizde başkalarının ölümleri içkelimelerime dolandı yaram, benim sövgüm ve övgüm tabutları örtemeyen
ben bilmem, anlamam hangi tarihlerin boyudur bu musalla ile eş olan
andolsun, korkuyorum bu yeşilden şifa içinken, korku niyetiyle okumasınlar o ayeti göğsüme içim iyi, andolsun iyi
hazırım gütmeye ve gömmeye gövdemi ruhlaşmaya, buhar olmaya, yukarı doğru unutulmaya hazırım
sürülmüş bir dayanak olmuşum ruhuma benim yasım, benim kamburum
doğrul, gözlerime ve gövdeme, gül eğriltisi ev içim unutuluyor bu bir müjde midir?
direnmenin luka incili kapısı sabunlarla zorlanan kenetlerimle topuğumda tütsü yanıkları,
damağımda mekik dokuyan ak söğüt sözcüklerimi terletti bu feci suskunluk
muamma bir ölüşmüş ruhlar meclisindeyim sanki
gece kurşunlanıyorum, kanım sabaha sekiyor
bir ayetten, diğer ayete yüzümü sürüyorum
bu, beni kendime getiren yarama âşığım
ne sağ duruş, ne sol duruş yaraşıyor imrentili savunuşlarıma
ne çıkar kaçışla vahşete dönse kollarım âşığım yapılamazlıkları,
yapılır kılana gök çatlasa, ve bükülmüş olsa sırtım içine sığmayacak kadar,
incir ağacımın sırları
eski kayalardan bir dayanak yapmışım kendime
kimsenin putu olmadan, kimseyi putum yapmadan
çünkü ben acının kılıçsız zaptiyesiyim kederim, inkar teşkil etmiyor
öyle ki her yeni yara, yeni bir tövbenin dile takınışıdır
göğsüm tutuşmuş, dilim tutuşmuş söylerdim ki, tutuşsa bile unutulmaz sûretim
oysa henüz atımıza binmeden fotoğrafta, neşterle önce benim sûretime kıyılmış ağzımın dikenini yutmasın kimse ey! kimseye idrak ışığı, cahiliye karanlığı olmasın vaftiz suyunda boğulan kara sevda
çarklarında dönen başım kendi ekseninde, kendine ağır gelen başım
düğüm kurdum, günah mumum
ellerimin küçürek kapanlarına kapılan marifet mi kendime yenilmek ya rab!
ben bilemem, anlayamam, görmeye vardıramam gözlerimi
terbiye olsam bile huysuz yaralarımla
marifet saymam bu ırzsız umursuzluğumu sevilmeye vardiramam yeşilini çehremin
sen olmasan ölemem
bilgelik kavrasa bile gövdemi kazık çakmaya bu sanrıya
bilgelikle bir olup, kök salmaya kalkışsak
kazık çakmaya bu sanrıya
sen olmasan kalamam üç yüz bin gün sararır, çekilir ağzım haşlanmış bir ot gibi salar rengini çehrem
sen olmasan bilemem, içimde fokurdayan benim mi, içine fokurdadığım elin mi söyle ey!
zekeriyyâ sustukça, meryem'in sırtında yabanca çoğalan kelimelerin
yankısıyla göğsünü tedbirle uyandırdığı sabahlar affına çâre olur mu?
~İsrâ Ahmedoğlu