Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

_Yas, sevilen bir şeyin kaybına verilen hüzünlü bir tepkidir. Melankoli’de de aynı hüzün vardır ama yastan farkı, nesnenin kaybı içselleştirilerek egonun kendisinin kaybına neden olur. Bu yüzden yasta dünya boş görünür; melankolide ise egonun kendisi. Melankolide nesnenin kaybıyla egonun kaybı aynı şey haline gelir. Özsaygıdaki tahribat yasta yoktur fakat diğer özellikler aynıdır. _Melankolik, kendisini acımasızca eleştirir, küçük düşürür ve bizzat kendi akrabalarıyla, bu kadar değersiz birinin yakınları oldukları için dertleşir. Melankolik birinin, ezilmiş biriyle aynı biçimli davranışlar sergilememesi çarpıcıdır. Kendi benliğinin teşhiriyle tatmin bulur. Melankoliğin öz suçlamaları, bir başkasına daha uygundur ve bunların o nesneden hastanın kendi egosuna kaydırılmış olduklarını görüyoruz. Kendisi gibi yetersiz bir kadınla evli olduğu için kocasına merhametini yüksek sesle dile getiren kadın, gerçekte, kocasını yetersiz olmakla suçlamaktadır. Utanç duymazlar çünkü kendileri hakkında söyledikleri onur kırıcı her şey, diplerde bir yerlerde, başka biri hakkında söylenmiştir. Böylesi değersiz insanlara yaraşır tevazu sergilemekten de uzaktırlar. _Melankoliye neden olan olaylar, zıt sevgi-nefret duyguları, küçümsenmişlik, görmezden gelinmişlik ya da hayal kırıklığına uğratılmışlık. Melankolideki kendi kendine ıstırap verme durumu, bir tür zevk de içermektedir. Melankoliyi ilginç ve tehlikeli kılan, intihar eğilimli sadizm boyutudur. Nevrotiklerin intiharla ilgili bütün düşünceleri, başkalarını öldürmeye dönük itkilerin öznenin kendi üzerine dönmesi durumlarından oluşmaktadır. _Melankoli, egoyu ele geçirir ve tüm enerjisini boşaltır, uyumasına izin vermez. Melankolide egonun dış nesne düşmanlığı kendi kendisine yönelir. Melankolik ve manik aşamaların birbirinin yerini alması çevrimsel delilik hipotezlerinin geliştirilmesine yol açmıştır. Maninin içeriği melankoliden farklı değildir; her iki bozukluk da aynı ‘kompleksle’ boğuşur, fakat muhtemelen melankolide egonun komplekse yenik düşmesine karşılık manide ego onun efendisi haline gelir. Yas egonun bütün enerjilerini soğutur. _Ego, sevilen nesnenin artık var olmadığını ve nesneye bağlı durumdaki libidonun geri çekilmesini talep etmektedir. Bu talep, bir karşı koymayı doğurmaktadır. Bu karşı koyma bazen gerçeklikten uzaklaşma ve sanrısal psikozla nesneye bir yapışma hali meydana gelir. Gerçekliğe saygıdır günün kazananı. Yas çalışması sona erdiğinde ego ketlemeden kurtulur ve yeniden özgürleşir. _Bir insanın kendi egosuna yönelttiği suçlamaların aksini iddia etmek yararsızdır. O kesinlikle haklıdır ve bir şeyi kendisine nasıl görünüyorsa öyle betimlemektedir. O gerçekten, kendisinin de söylediği gibi ilgiden yoksundur ve sevmek konularında da yetersizdir. Hakikati görme konusunda melankolik olmayanlardan daha keskin gözlere sahiptir. _Eğer nesne, ego açısından bir öneme sahip olmasaydı, bu nesnenin kaybı ne yasa ne de melankoliye yol açardı. _Melankolide, nesne üzerine sayısız mücadele yürütülür ve bu mücadele içinde sevgi ve nefret birbiriyle çekişir; biri libidoyu nesneden koparmaya çalışırken, diğeri bu saldırı karşısında libidonun konumunu muhafaza etmeye çalışır. Mücadelelerin yeri, bilinçdışıdır. Yapısal müphemlik-belirsizlik bastırılmış olanın dünyasına aittir. Sevgi, egonun içine kaçarak tükenmekten kurtulur. Libidonun bu geri çekilmesinden sonra süreç bilinçli hale gelebilir. _İyileştirici işlev, tıpkı yasın, nesnenin ölü olduğunu ilan etmek ve yaşamaya devam etmeye ikna etmek suretiyle egoyu nesneden vazgeçmeye yöneltmesi gibi, müphemliğin her bir mücadelesi de nesneyi kötüleyerek libidonun nesneye yönelik saplantısını gevşetir. _Gerçeklik, bize o nesnenin artık var olmadığını söyler ve yitirilen nesnenin yazgısına ortak olmak isteyip istemediği kararını vermek zorunda kalan Ego, hayatta kalmanın sağlayacağı narsisistik doyumların tamamını dikkate alarak, yok olan nesneyle bağını koparmayı kararlaştırır. Yasla melankoliyi güçlü biçimde birbirine bağlayan işte bu zahmetli ve sancılı süreçtir. _Takıntılı nevroz, yası patolojikleştirir ve yas tutan kişinin sevilen nesnenin kaybından ötürü kendisini suçlamasına zorlar. _Agamben şöyle der: Melankoli sevgi nesnesinin kaybına verilen tepkiden çok, elde edilemeyen bir nesneyi kayıpmış gibi göstermeye dair hayali kapasitedir. Eğer libido gerçekte hiçbir şey kaybedilmemişken bir kayıp gerçekleşmiş gibi davranıyorsa bunun nedeni libidonun hiçbir zaman sahip olunmadığı için kaybedilemeyecek olan bir şeyin kaybolmuş gibi göründüğü ve belki de hiç var olmadığı için sahip olunamayacak bir şeyin elden geldiğince kayıpmış gibi mal edildiği bir simülasyonu sahneye koymasıdır. _Manik(histerik) terimi aşırı hareketli, enerjik, konuşkan, umursamaz, güçlü, dikkatli, öforik bir dönemi tanımlar. Cinsel istek, hafıza, açlık artarken, uyku isteği azalır. Konuşurken konudan konuya atlar. Kendisini herkesten üstün görmektedir. Mutluyken bir anda bunalıma girebilir. “Bipolar” kelimesi de “iki uçlu” anlamına gelmektedir. Hastalığın bir ucu mani, diğer ucu depresyondur. _Manideki hastada “Halüsinasyon” görülüyorsa, “Psikotik mani olabilir”. Televizyondan bana mesaj veriliyor,” beni öldürecekler,” “Ben mehdiyim gibi gerçekle bağdaşmayan düşünceleri vardır. Manide “büyüklük hezeyanları görülür. Yani kişi kendini (Tanrı, peygamber, mucit, kaşif, filozof, sanatçı vs.) gibi görür, büyük işler yapacağını, çok yetenekli olduğunu, dünyayı ancak kendisinin kurtarabileceğini, her şeyi çözecek sihirli formülün kendisinde olduğunu vs. düşünür. _İş bulup bol para kazanan, baskıdan kurtulan, sarhoş olan, aşık olan, başarılı olan insan seviç duyar, morali düzelir, ruhani bir boşalım yaşar ve bu maninin galip gelmesidir. _Libido, kendisini yücelten narsistik tatminler tarafından ikna edilerek geçmişteki acı olaylarla ve kayıp nesnelerle bağını koparır. ___ _Egonun kuruluşu_ _En başta, basit biçimde başlıyoruz hayata. Ya içimize alarak ya da dışarı atarak. Yutmak ya da tükürmek tüm algıların temelini oluşturur. Freud’un haz-egosu ismini verdiği, hoşa gitmeyen her şeyin ego-olmayan, hoşa giden her şeyin de ego olarak kabul edildiği bir gelişme dönemidir. Genç organizma hoş uyarımları egoya, hoş olmayanları ego-olmayana bağlamaya çalışır. İçe almak, yalamak, yutmak, çıkarmak, dışarıya atmak, tükürmek, tadına bakmak gibi tüm oral edimler, aynı ‘doğallıkla’ bütün hayata, cinselliğe ve ilişkilere sızar: O kadar çok severiz ki birini, “yemek, içimize sokmak, yutmak” isteriz. _Bebeğin çığlığı, bu talep Freud’un Eros olarak adlandıracağı bağlanma arzusudur. _Özdeşleşme_ _Bir nesnenin kendisinden çok imgesinin içe alınmasıdır. Ayna evresi, özdeşleşimdir. Ego kendi dışında yerleşmiş, yabancılaşmıştır. Kendim olmayan ama yine de sayesinde kendimi yeniden-tanıdığım bir imgeyle özdeşleşirim. _Özdeşleşme, insan varlığının kendini inşa etme/oluşturma sürecidir. _İmge ile örtüştüğüne inanan ve mükemmelliğiyle keyiflenen ideal egodur. İmgede kendini bulduğu yanılsamasına kapılan, kendiyle tam bir özdeşlik içinde olduğuna inanan bir ego. _İmgesel özdeşleşme, olmak istediğimiz şeyi temsil eden imgeyle özdeşleşmedir. Simgesel özdeşleşme ise, sevilmeye değer şekilde baktığımız yerle özdeşleşmedir. _Ego ideali: Özdeşleşilecek özellik,“bir başarısızlık, zaaf, suçluluk hissi” olabileceği gibi, belirli bir yüz ifadesi de olabilir. Asistanın bölüm başkanıyla tamamıyla özdeşleşmesi yapmacık bir görüntü çizerdi halbuki birkaç özelliğiyle özdeşleşmesi onu yüceltir. _Kayıp nesneler_ _Başlangıçta nesneyle(annenin memesi) –neredeyse pasif olarak- karşılaşırız. Karşılaşmanın yarattığı doyum deneyiminin anısı yeniden aktive olur, hatırlanır ve doyum ya yeniden-canlandırılır(halüsine edilir) ya da dış dünyada aktif olarak aranır. Bir nesnenin ilk kez olmak üzere bulunması söz konusu değildir. Sadece bir zamanlar olmuş olan bir doyum deneyiminin anısına karşılık gelecek şekilde bir nesnenin dış dünyada yeniden-bulunması vardır. Eğer nesne asla bulunmamışsa, bu belki de fantazmatik olduğundandır. Öyle ki özne onu fantezi ya da rüya yaşamından başka hiçbir yerde bulamaz. _Toplumsal talepler, kapitalizmin sınırlarına çekilerek eritilir ve yeniden şekillendirilir. Buna “Yutma” denir. Örnek: Amerikan filmlerinin meşhur mahkeme sahnesini düşünelim. Avukat, tam bir pislik olanı, katili savunduğunu zaten bilmektedir. Her türlü iğrençliği sergileyerek jüriyi etkilemiştir. Başardığından emin beklerken biz onu, ötekilerin budalalıklarının (hepsi yutmuştur) tadını çıkartırken izleriz. Nitekim bu sapkın tavır, neoliberal ideolojinin hükmettiği 90’lı yıllarla birlikte genel bir karakter edinecektir. Artık her türlü bencillik, açgözlülük ve yıkıcılık bir de ‘Tadına vara vara’, ‘Tadını çıkarta çıkarta’ icra edilecektir. Bu ve benzeri görüngülerin işaret ettiği şey yaygın bir oral-narsisistik gerilemedir(regression). Televizyonları ve gazeteleri arsızca boydan kat eden ‘yeme-içme kültürü’ bölümleri bu yüzden işte, hiç de sebepsiz değildir. Üstelik burada, insan olmanın ayırt edici vasıflarını ya da ‘gerçek’ ihtiyaç ve arzularımızı giderek yemek, para, alkol-uyuşturucu gibi ‘hazların’ ikame etmesi de var. _Gerçekliği test etme yetisinin kurulmasının asli önkoşulunun bir zamanlar gerçek doyum sağlamış olan nesnelerin kaybedilmiş olması olduğu açıktır.” der Freud. ************ ************ _SANAT VE SANATÇILAR ÜZERİNE_ _Dalgın ve düşünceli haller, kendini kuşkulara kaptırmalar, ileride karşılaşılacak sorunlara yönelik tüm düşünsel çabaların modelini oluşturur. Çocuğun uğrayacağı ilk başarısızlık ise bireyin bu konudaki uğraşlarını ömür boyu felce uğratıcı etki yapar. Jung _Leonardo'daki her şeyi tanıyarak ve serinkanlı düşünerek mükemmelce saklı en derin gizleri araştırıp ele geçirme yolundaki o dindirilmez güçlü tutku, eserlerini her zaman yarım kalmak gibi bir talihsizlikle karşı karşıya bırakmıştır. Cinsel yönelimlerin hizmetindeki bir etkinliğin ardından libidosunun büyük bölümünü yücelterek bilip öğrenme tutkusunu araştırı tutkusuna dönüştürebilmek: İşte Leonardo'nun doğasının çekirdeği ve bu doğada saklı yatan giz. _Leonardo, Rönesans'ın en büyük dahilerinden biridir. Bilim adamı kişiliğini, sanatçı kişiliğinin hizmetinde kullanmış ama zamanla uşak, efendisinden daha güçlenerek onu sultası altına almıştı. İnsanı hayvanlar aleminin efendisi değil, yırtıcı canavarların en azgını diye nitelerdi. Kim olursa olsun karşısındakine her zaman yumuşaklık ve sevecenlikle davranırdı. Pazardan satın aldığı kuşlara özgürlüklerini bağışlamaktan ayrı bir zevk duyardı. "Büyücülük" ile ilgilendiği gibi bir kuşkunun da kendisine karşı beslenmesine yol açıyordu. Küçük bir kent olan Vinci'de evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelmiştir. Kadınlarla bir aşk macerası yaşadığına ilişkin elimizde hiçbir belge bulunmayan Leonardo, belki de gelmiş geçmiş solak kişilerin en ünlüsüydü. “Tanrı'yı ve insanları aşağıladığı, sanatta hiçbir zaman üzerine düşeni yapmadığı" gibi bir suçlamayı yaşamının son saatinde Leonardo'nun kendi kendisine yönelttiğini anlatır Vasari. Boylu bosluydu Leonardo; eksiksiz güzellikle donatılmış bir yüzü, olağanüstü fiziki bir gücü vardı; insanlarla görüşüp konuşmalarından büyüleyici bir etki taşardı; söz ustasıydı; şen ve herkese karşı nazikti. Çevresindeki nesnelerin güzelliğine tutkundu. Görkemli giysilerden hoşlanır, yaşayış biçiminde inceliklere önem verirdi. "Bakarsınız, yüzü mermer tozuyla pudralanmıştır iyice; öyle ki, kendisini bir fırıncı sanırsınız. Ressamda ise bunun tam karşıtıdır. Ressam büyük rahatlıkla yapıtının karşısına geçer, gönül okşayan boyalara daldırdığı tüy kadar hafif fırçasını tuvalde sağa sola gezdirir. Dilediği gibi giyinip kuşanır. İlgi alanında başgösterip yıldan yıla büyüyen değişiklik, yani sanattan bilime yöneliş, üstadla çağdaşları arasındaki uçurumun giderek derinleşmesine ister istemez katkıda bulunmuştur. Üstadın yaratma temposundaki yavaşlık, bir atasözü gibi dillerde dolaşmaya başlar. Manastır sakinleri arasında yer alan Bandelli'nin belirttiğine göre, Leonardo çok vakit sabah erkenden iskeleye tırmanıp akşamın alacakaranlığına dek fırçayı elinden bırakmamış, yemek içmek gibi bir düşünceyi aklına getirmemiştir. Ama kimi günler de resme el sürmemiş, bazen tablonun önünde saatlerce dikilerek onu dikkatle inceleyip gözden geçirmiştir. Vasari'nin bir açıklamasına göre, üstat, Floransalı Giocondo'nun eşi Mana Lisa'nın portresinin üzerinde dört yıl çalışmış, ama ona son biçimini bir türlü kazandıramamıştır. Nitekim portrenin sahibine teslim edilmeyerek Leonardo'da kalışı ve Leonardo'nun bunu sonunda yanına alarak Fransa'ya götürüşü. Herkesin alabildiğine geniş bir çalışma alanını ele geçirmeye çalıştığı, bunu da başkalarına karşı sert saldırılara girişmeden gerçekleştiremediği bir dönemde Leonardo, sakin ve barışsever yaradılışından ötürü tüm düşmanlık ve didişmelerden kaçışıyla dikkati çeken biriydi. Et yemeye yanaşmaz. Savaşları ve kan akıtmaları hoş karşılamaz. Ama duygularındaki kadınsı incelik, idama götürülen mahkumların peşine takılmaktan, onların korkuyla büzülmüş yüzlerindeki ifadeyi inceleyerek bunları not defterine resmetmekten Leonardo'yu alıkoyamıyor, en amansız saldırı silahlarının planlarını çizmekten ve savaş başmühendisi göreviyle Cesare Borgia'nın hizmetinde çalışmaktan onu geride tutamıyordu. Solmi, sanatçıdan onun cinsel soğukluğunu (frijite) belirleyen şu cümleyi aktarır bize: "Cinsel birleşme ve buna bağlı tüm eylemler o denli iğrenç ki, öteden beri süregelen bir adete uyulmasa ve hala sevimli yüzlere rastlanmayıp cinsel eğilim varlığını korumasa, çok geçmeden insan soyu yeryüzünden silinip giderdi." Yazılarda tüm cinsel konulara değinmekten öylesine kaçınılır ki, sanki bütün yaşamı ayakta tutan sevgiyi (eros) araştırmacı Leonardo, bilip öğrenme tutkusuna konu edilmeye layık görmez. Leonardo'dan elimizde, kadının iç organları, ana karnındaki çocuk vb. gibi topu topu birkaç anatomik şema bulunuyor, o kadar. Leonardo'nun ömründe bir kadını bir kez bile sevgiyle kucakladığı kuşkuludur. Ustası Verrocchio'nun yanındayken, adı kötüye çıkmış bir oğlandan model olarak yararlanması, yasaklanmış eşcinsel eylemlere kalkıştığı ileri sürülerek diğer bazı gençlerle birlikte mahkemeye verilmiş, ama sonradan aklanmıştır. Leonardo'nun duygusal ve cinsel yaşamındaki bu özellik, ancak tek bir yoldan, yani sanatçı ve araştırmacı olarak taşıdığı çifte kişilikle bağlantı kurularak kavranabilir. _İçyüzünü doğru dürüst bilmediği sürece kişinin ne bir şeyi sevmeye, ne de ondan nefret etmeye hakkı vardır. Ressamlığa ilişkin yazısının dinsizlikle suçlanmasına karşı kendini savunma gözüyle bakılacak bir yerinde aynı anlamda sözler söyler Leonardo: "Bu gibi suçlayıcılar seslerini çıkarmasa, daha iyi ederler. Çünkü söz konusu tutum, hayranlık konusu pek çok eseri atölyesinde yaratan sanatçının tanınmasını sağlar; bu ise işte öylesine büyük bir yaratıcıyı sevmeye götüren yoldur. Çünkü büyük sevgiler, doğrusu, sevilen'in adamakıllı tanınmasından kaynaklanır. Sevi objesi yeterince tanınmadı mı, yeterince sevilemez ya da hiç sevgi duyulmaz ona karşı. _(Freud ise): Bir nesneye karşı sevgi ve nefret duyguları beslemek için, bu duygulara konu edilen nesneyi inceleyip iç yapısını anlayana kadar beklendiği doğru değildir. İnsanlar içtepisel yoldan sever daha çok, sevgileri duygusal nedenlere dayanır ve bilmekle hiç alıp verecekleri yoktur; usavurumlar, düşünüp taşınmalar olsa olsa sevgiyi güçsüzleştirir. Leonardo sevip nefret etmemiş, neyi sevip neden nefret edeceğini belirleyen etkeni araştırmış, sevgi ve nefretin taşıdığı anlamı kendi kendine sormuş, İyi ve kötü, güzel ve çirkin karşısında ilkin tarafsız davranmıştır. İnsanlara özgü tüm etkinliğin dolaylı ya da dolaysız itici gücü rolünü oynayan tanrısal kıvılcımdan o da payını almış bulunuyordu. Uzun süredir içte alıkonulmuş duygunun ırmaktan ayrılıp kendisinden beklenen işi gördükten sonra serbest bırakılan bir kol gibi ansızın özgür akıp gitmesine izin vermiştir. _Leonardo, sanatının hizmetinde koyulmuş olabilir araştırmacılığa. Işık, renk, gölge ve perspektifte saklı özellik ve yasaları ele geçirmek, doğaya öykünmede kesin bir beceriye kavuşmak ve başkalarına da aynı yolu göstermek için üstat çaba harcamaktaydı. Nesnelerin dış yüzünden ayrılarak görünümlerinde kendilerini açığa vuran ve sanat eserlerine konu edilmeyi bekleyen iç yapılarını ve yaşamsal işlevlerini araştırmaya yöneldi. Sonunda ruhundaki dürtü aşırı ölçüde güçlenerek üstadı önüne kattı, onu götürüp sanatın gelenekleriyle bağlantının koptuğu bir noktaya bıraktı. Doğabilimlerin hemen tüm alanlarına yaydı araştırmalarını; bunların her birinde de mucit, ama hiç değilse geleceği haber veren bir kahin ve bir yol gösterici aşamasına ulaştı. __ *_Her kim evrendeki ilişkiler örgüsünün görkemini ve bunda saklı zorunlulukları sezmeye başlarsa, o kimsenin kendi küçük ben'ini yitirmesi işten değildir. Söz konusu görkem karşısında hayranlığa kapılan ve gerçek bir alçakgönüllüğü benimseyen kişi, kendisinin de doğadaki etkin güçlerin bir parçası sayılacağını ve gücü oranında dünyanın zorunlu seyrinin ufak bir parçası üzerinde de olsa pekala bir değiştirme girişiminde bulunabileceğini çok kolay unutur; öyle bir dünya ki, Küçük, Büyük'ten daha az harikulade değildir ve daha az önem taşımaz. _Yüceltilebilme yeteneğiyle donatıldıkları, yani kendilerine en yakın amaçlarından saptırılıp değer bakımından bazen daha üstün cinsellik dışı amaçlara yöneltilebilen cinsel içgüdüler, mesleki çalışmalara olumlu katkılarda bulunmaya özellikle yatkın nitelik taşır. Sanki fazlasıyla gelişmiş araştırma içgüdüsü, bireydeki cinsel etkinliğin bir parçasını kendisine mal etmiş gibi olgun yaştakilerin cinselliğinde dikkati çeken bir güçsüzleşmeye rastlanması, görüşümüzü doğrulayan bir başka kanıttır. _Araştırı içgüdüsü cinselliğin ilerdeki yazgısını paylaşacak, yani çocuğun bilip öğrenme tutkusu bundan böyle engellenip zekasının özgür etkinliğinde belki ömür boyu kısıntılı bir durum başgösterecek ve çok geçmeden düşünme üzerindeki eğitimden kaynaklanan o güçlü dinsel engelleme de böyle bir durumun ortaya çıkışını hızlandıracaktır ki bu da düşünsel engellemenin nevrotik tipidir. Çocukluktaki cinsel araştırı etkinliğinin yok olup gidişinden bir süre sonra, artık güçlenmiş durumdaki zeka, aralarındaki eski işbirliğini umursamayarak cinsel geriye itimlerin oyuna getirilmesi için çalışır, baskılanmış cinsel araştırı içgüdüsü ise bir saplantı-düşünce kimliğiyle bilinçdışından gerisin geri dönüp gelir. Kılık değiştirmiş, özgürlüğünü yitirmiştir; ama yine de düşüncenin kendisini cinselleştirecek, düşünsel eylemleri gerçek cinsel olaylardaki haz ve korkuyla donatacak güçtedir. Çocuksa araştırmaların o bir türlü sona erdirilemeyişi, ileri yaşlardaki düşünüp durmaların bir türlü son bulmayışında ve ele geçirilmek istenen çözümleyici entelektüel duygunun, sürekli uzaklara kaymasında yeniden karşımıza çıkar. Düşünsel engelleme tiplerinin en seyrek görülüp en gelişmişi olan üçüncüsünde, özel yetenekle donatılmış birey, gerek bu engellemeden, gerek nevrotik düşünü saplantısından yakasını kurtarır. Libido işin başından başlayarak yüceltilme konusu yapılır ve önce bilip öğrenme tutkusuna, sonra da güçlenerek araştırı içgüdüsüne dönüşür. (bilinçdışını delip çıkmanın yerini sublimasyon almıştır). İçgüdü, düşünsel yönelimin hizmetinde serbestçe etkinliğini sürdürebilir ve pek büyük bir libido parçasının yüceltilmesine olanak sağlayarak kendisini güçlü duruma sokan cinsel geriye itimin hakkını, cinsel konularla uğraşmaktan kaçarak kollayıp gözetir. _Aşırı güçte araştırı içgüdüsüyle düşünsel (yüceltilmiş) eşcinsellikten öteye geçemeyen cinsel yoksullaşmaya bir arada rastlandığı düşünülürse, Leonardo daha çok üçüncü tipe örnek gösterilmek istenecektir. Cinsel yönelimlerin hizmetindeki bir etkinliğin ardından libidosunun büyük bölümünü yücelterek bilip öğrenme tutkusunu araştırı tutkusuna dönüştürebilmek: İşte Leonardo'nun doğasının çekirdeği ve bu doğada saklı yatan giz. _Notlar_ _Bir şeyin hazzını çıkarmak isteyen insan, doğal olarak elden geldiğince rahat bir konum alır. Açlık ve sevgi gibi iki temel içgüdü için de değişmeyen bir kuraldır bu. Eskiçağ'da yaşamış uluslar, yemeklerini de yatar konumda yerlerdi. Bugün cinsel birleşmede bulunmak istediğimiz zaman, bizler de bizden önceki atalarımızın yaptığı gibi rahat bir konumda olmaya bakarız. Yatay konumun seçilmesi, bu konumda uzunca bir süre kalınmak istendiğini açığa vurur bir bakıma. _Leonardo huşuyla doğrulup yatakta oturdu, ona içindeki huzursuzluğu tüm ayrıntılarıyla anlatarak sanatta üzerine düşeni yapmadığı için Tanrı ve insanlara karşı suç işlediğinden sızlandı." Vasari, _Ne zaman fırçayı eline alsa, sanki bir titreme sarar vücudunu, ama yine de başlayıp bitirdiği bir eser olmazdı; çünkü sanata o denli yüce bir gözle bakardı ki, başkalarının olağanüstü diye nitelediği pek çok eseri kusurlu çalışmalar sayardı. _"Tüm yaşamı ayakta tutan" eros sözcüğü, öyle görülüyor ki, Freud'un bundan on yıl sonra ölüm içgüdüsünün karşıtı gözüyle baktığı cinsellik içgüdüsünü genel olarak nitelemek için psikanaliz diline soktuğu "eros" terimini öncelemektedir. _Leonardo, doğanın incelenmesini ressamlar için uyulması zorunlu bir kural diye göstermişti ama sonradan bilme tutkusu her şeyden baskın çıkarak ön plana geçmiş, bundan böyle sanat için değil, bilim için bilgi edinme yoluna sapmıştır." _Ruh hekimi, çalışmalarına büyük kişilerden biri üzerine eğilmeye kalktı mı, bunu; "çalışması, ışıldayıp duran bir şeyi karanlığa boğmak, yüce bir nesneyi toza toprağa bulamak amacına yönelik değildir." Örnek kişilerde karşılaştığı birtakım dışavurumları anlayıp kavrama çabasına değer vermeden de yapamadığı içindir ki, bu kişilere el atar ruh hekimliği. Kanısınca, hiç kimse sağlıklı ve sayrısal (patolojik) eylemleri aynı amansızlıkla egemenliği altında tutan yasalara boyun eğmenin kendisini utandıracağı kadar büyük değildir. _Freud, bütün yaşamını insan ruhunun yapısını kavramaya çalışmakla geçirmişti. Latince, Fransızca ve İngilizce okuyan Freud, kendi kendine İtalyanca, İspanyolca ve İbranice de öğrendi. Darwin'in teorisinden çok etkilendi. Freud'u Leonardo incelemesini yazmaya götüren gerçek neden, 17 Ekim'de Jung'a yazdığı gibi vücut yapısı bakımından tıpkı Leonardo'ya benzeyen, ama ondaki dehadan yoksun bulunan bir hastası olmuştur. _Tarih öncesinin tarihi geçmişi yansıtmaktan çok, içinde yaşanılan zamanın düşünce ve isteklerini dile getirmişti; tarih yazmaya nesnel bir bilip öğrenme tutkusuyla değil, çağın insanlarını etkilemek, onları özendirip teşvik ederek daha yüce bir aşamaya çıkarmak ya da yüzlerine bir ayna tutmak amacıyla girişilmişti. Bir ulusun, tarihöncesine ilişkin yaşantılarından vaktiyle güçlü olup etkinliğini hala sürdüren nedenlerin dürtüsüyle yarattığı nesnelerdir bunlar. _Bir insanın çocukluğuna ilişkin şu ya da bu yaşantıyı anımsadığını sanması hiç de önemsiz görülemez; kendisinin bir anlam veremediği anı kalıntılarının gerisinde, genellikle ruhsal gelişimin alabildiğine önemli özelliklerini içeren paha biçilmez hazineler yatar. _3 ya da 4 yaşındaki izlenimler ruhta yerleşerek sonradan hiçbir olayın silip atamayacağı davranış biçimlerinin doğmasına yol açar. ___ _Akbaba anısı_ _Leonardo notlarından birinin içine: beşikte yatıyordum; akbabanın biri yukarıdan inerek geldi, kuyruğuyla ağzımı açtı, kuyruğunu birkaç kez dudaklarıma değdirip çekti.''! Kısaca bir çocukluk anısıdır bu. (gerçekliğine de hiçbir vakit kesin gözüyle bakılamaz.) Akbaba olayı bir anı değil, düşlemdir(fantazya). Anılar tahrif edilerek düşlemlerden pek ayırt edilmez nitelik kazanır. _Kuyruk, yani coda erkeklik organı penisin yerini tutan en yaygın sözcük ve simgelerden biridir. Bir akbabanın çocuğun ağzını açması ve kuyruğunu ağzına sokup sokup çıkarması, cinsel obje olarak kullanılan kişinin ağzına penisin sokulduğu yani cinsel birleşme eylemine uygunluk gösteren bir davranıştır. Bu düşlemin düpedüz edilgen karakter taşıması hayli tuhaf görünmektedir; öte yandan, düşlem, kadınların ya da pasif eşcinsellerin kimi düşlemlerine benzerlik göstermektedir. _Halkın en iğrenç sapıklıklardan saydığı erkeğin penisini ağza alıp emme, eskiden kalma resim ve heykellere bakarsak, daha önceki zamanların kadınlarında pek sık görülmekte. Araştırmalar, böylesi düşlemlerin pek masum bir kaynaktan çıktığını göstermektedir. Söz konusu kaynak, anne memesini ağzımıza alıp emerek kendimizi rahat hissetmemiz olayıdır ve bu olay sonradan kılık değiştirip düşlem biçiminde kendini açığa vurmaktadır. Leonardo'nun o sözde akbaba yaşantısını götürüp süt çocukluğu dönemi içerisine yerleştirmesinin nedenini şimdi daha iyi anlamaktayız; eski Mısırlıların resimli kutsal yazılarında annenin akbaba resmiyle dile getirildiğini görmekteyiz. Kaynaklardan öğrendiğimize göre, eskilerin akbabaya anneliğin simgesi diye bakmaları, bu kuş türünden yalnız dişilerin bulunduğuna ve erkeklerin yaşamadığına inandıkları içindir. Bok böceklerinden, yani Tanrı gözüyle bakılan bu yaratıklardan da yalnızca erkeklerin varlığı konusundaki inançtır. Horapollols şöyle der: "Akbabalar havada uçarken ansızın durur, dölyollarını açarak rüzgarın kendilerini döllendirmelerini sağlarlar." akbabaların varlığı ve döllenme biçimi Meryem Ana'nın kutsal bekaretinden kuşku duyanlara karşı bir silah gibi kullanılmıştır. Böylece Leonardo, avutan ve kurtaran, avutuculuğu ve kurtarıcılığı tek bir kadınla sınırlı kalmayan İsa Çocuk ile özdeşleşmiştir. Leonardo'nun durumundaki gayri meşruluk da akbaba düşlemine uygun düşer; ancak bu nedenledir ki, Leonardo kendisini bir akbabaya benzetme olanağını ele geçirir. _Doğru çevirisinin akbaba değil, çaylak(milan) olması gerekir. Bir varsayımı ortaya atmak isterim: Anne büyük bir kuşun çocuğunun yanına uçup geldiğini görerek buna ilerisi için önemli bir işaret gözüyle bakmış ve sonradan çocuğuna sık sık bu olaydan söz açmıştır. Genellikle insanların, çocukluk anılarına ilişkin olarak kurdukları düşlemler (fantazya), daha önceki dönemlerde kalan unutulmuş küçük gerçek parçalarına dayanır. Özyaşamöyküsünün ilk sayfalarında çocuk Goethe, konu komşunun kışkırtması üzerine evdeki irili ufaklı çanak çömleği nasıl sokağa fırlattığını ve bunların nasıl sokakta kırılıp parçalandığını söyler. Çanak çömleğin sokağa atılmasının majik bir davranış diye görülmesi gerektiğini, bu davranışın hoşlanılmadık bir kişiyi hedef aldığını ve ikinci bir oğlun Goethe'nin annesiyle arasındaki candan ilişkiyi sürekli bozamayacağına ilişkin bir zafer duygusunun dışavurumu sayılacağını ortaya koydu. _Değiştirme sonucu, çocuğu emziren anne, daha doğrusu memesinden çocuğun süt emdiği anne kuyruğunu çocuğun ağzına sokup çıkaran bir akbabaya dönüşmüş, biz de akbabanın coda'sının halk dilinde erkeğin cinsel organından, yani penisten başka anlam taşıyamayacağını ileri sürmüştük. _Çalışmalarımızda bize acayip görünen bir durum tek başına karşımıza çıktı mı, bunda bir iş var deyip hemen birincisinden daha dikkat çekici ikinci bir acayipliği arayıp bulmaya ve birincisinin yanına koymaya çalışırız. _Hermafrodit(erdişi) tanrıçalardaki bütün bu erkek ve dişi özelliklerin karışımı ve kaynaşımından tanrısal mükemmelliğin doğabileceğini belirtir. _Leonardo, sanki yüce bir amaca yönelmiş, kendisini alıp insanlardaki o bayağı ve hayvansal zorunlulukların üstüne çıkarmış gibi, cinsel gereksinimi ve etkinliği alabildiğine düşük düzeyde bir kişi izlenimi uyandırmaktadır. _Cinsel isteğin, yani libido'nun rol oynamadığı bir ruh yaşamına insanlarda rastlanabileceğini sanmıyoruz. Kılık değiştirmiş bir cinselliği açığa vuran izlerden başka bir şeye Leonardo'da rastlayacağımızı umuyor değiliz. Yeteneklerine değil, güzelliklerine bakarak seçtiği öğrencilerinden hiçbiri, önemli bir aşamaya ulaşamamıştır. _Saplantı nevrozunda güçlü, ama geriye itilerek bilinçsiz duruma sokulmuş duygular, bir kaydırma işlemiyle pek önem taşımayan, hatta saçma izlenimi uyandıran etkinlikler kılığında kendilerini açığa vururlar. Karşı güçler bilinçdışına itilmiş duyguların dışavurumunu o denli alçak bir düzeye indirir ki, duyguların yoğunluğu alabildiğine azalır. Ne var ki, bu güçsüz dışavurumlardaki zorlayıcılık bilincin yoklamak istediği içtepilerin bilinçdışında saklı yatan gücünü ele verir. _İnsanlar bilinçdışında sünneti iğdişle bir tutmuştur. Yahudi nefretinin bir nedeninin de burada aranacağının kesinlikle benimsenmesi gerektiği kanısındayım. Sanılarımızı insan soyunun tarih öncesi yaşamına taşımayı göze aldık mı, sünnetin başlangıçta iğdişin yerini aldığını ve onun yumuşatılmış bir biçimi olduğunu söyleyebiliriz. _Leonardo'da bilinçdışına itilmiş libido'nun dışavurum biçimleri olan kılı kırk yararlık ve paraya düşkünlük, anal erotizmden kaynaklanan karakter özelliklerindendir. ___ _Çocuk – Kadın – Penis – Eşcinsellik_ _Bir vakit küçük kızın da penisi olmuş, ama penis kesilip alınmış, yerinde de bir yara izi kalmıştır. Penisiyle fazla ilgilenirse ve ilgisini eylemsel yoldan açık seçik sergilemekten vazgeçmezse, o değerli organının kendisinden koparılıp alınacağı söylenerek çocuğun gözü korkutulur. _Kadınlarda bir penis bulunmadığı öğrenilir öğrenilmez, söz konusu özlem tersine dönüşerek yerini nefrete bırakır ve bu nefret buluğ yıllarında pisişik iktidarsızlığa (impotens), kadın düşmanlığına (misogni), ve sürekli eşcinselliğe yol açabilir. Çocuğun ruhunda silinmeyen izler bırakır. _Kadın ayağı fetişi, bir zaman el üstünde tutulan, ama günün birinde elden çıkıp giden kadın penisinin yerine geçirilmiş bir simge anlamını taşır. _Çocuk ruhunu anlamak için insanlık yaşamının çok eski (tarihöncesi) dönemlerindeki kimi koşutluklara el atılması gerekiyor. Birbirine eklense uzun bir dizi oluşturacak kuşaklar boyu cinsel organlar pudenda, yani yüz kızartıcı nesneler olarak bilinmiş, hatta cinsel içerikli geriye (bilinçdışına) itimler güçlendiği zaman bunlar tiksinç organlar sayılmıştır. Tarihöncesi çağlarda durum değişikti; uygarlık araştırmacılarının binbir emekle derlediği malzemeler, cinsel organların söz konusu çağlarda bir övünç ve umut kaynağı bilinip adeta bir tanrı gibi tapınma konusu yapıldığı ve cinsel organların işlevlerindeki tanrısallığın yeni öğrenilen tüm etkinlikler üzerine aktarıldığı kanısını bizde uyandırmaktadır. Derken iş o kerteye gelmiştir ki, alabildiğine bol sayıda tanrısal ve kutsal öğeler cinsel yaşamdan çıkarılıp atılmış, geride kalan cılız kalıntı ise aşağılanıp horlanmıştır. Ruhta yerleşen tüm izlenimlerin doğasında saklı yok edilmezliği düşünürsek, cinsel organları baş tacı edişteki ilkel biçimlerin günümüz insanlarının yaşamında da varlığını sürdürmesi ve bugünkü insanlığın dil töre ve batıl inançlarında söz konusu gelişim sürecinin değişik dönemlerine ilişkin artıklara rastlanması bizi şaşırtmamalıdır. _Ailede bir babaya rastlanmadığı ya da babanın vaktinden önce aile yaşamından çıkıp giderek oğlanın kadınsal uyarıların eline bırakıldığı, dolayısıyla eşcinselliğin gelişimine elverişli bir ortamın hazırlandığı vakalar beni hepsinden çok etkilemiş bulunuyor. Çocuk, annesine karşı sevgisini bilinçdışına itip kendisini annesinin yerine koyar ve onunla özdeşleşir; kendi kendisini model alarak, bu modele benzerlik açısından sevi objelerini seçmeye yönelir. Böylece eşcinsel bir karakter kazanır; çocukken annesi kendisini nasıl sevmişse, o da şimdi başka oğlanları öylece sever. Eşcinsel erkeğin oğlanların peşinden koşar görünmesi, gerçekte kendisini annesine sevgide sadakatten ayıracak başka kadınlardan kaçış anlamını taşır. eşcinsellik dediğimiz durum, çeşitli psikoseksüel engelleme süreçlerinden doğup çıkabilir. Eşcinselliğin ortaya çıkmadığı vakaların sayısı, eşcinselliğe gerçekten rastlanan vakaların sayısını aşmakta. __
··
1.233 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.