Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Diyalektik Kıyas Teorisi
_Burhan, tüm şüpheleri ortadan kaldıracak açıklıkta ve itirazlara yer bırakmayacak kesinlikte bir kıyas ve delildir. Kesin ve zorunlu bilginin ilke ve kurallarını vermekte, felsefeyi mükemmel hale getiren kaideleri içermektedir. Bu bakımdan da o, mantığın en yüce bölümü olmaktadır. _Burhan, 3 çeşittir: _1- Varlık burhanı. (Tez) _2- Sebep burhanı. (Antitez) _3- Her ikisini de birleştiren Mutlak burhan. (Sentez) _Hem varlığa hem de sebebe ilişkin kesinlik, mutlak olarak "burhani bilgi" diye adlandırılır. Mutlak burhan, bir şeyin hem varlığını hem de varlık sebebini veren kesin kıyastır. Böylece her burhan, kendisinden elde edilen bilginin sebebidir. _Kendileri hakkında zorunlu kesinliğin meydana geldiği sonuçların varlığı zorunlu olunca, bizzat kıyasların öncüllerinin de, varlığı zorunlu öncüller olması gerekir. _Zorunlu kesinlikle kesin olarak bilinen şey, varlıgı zorunlu olandır; ve varlığı zorunlu olana ilişkin tam kesin, zorunlu kesindir. _Eğer dairesel olarak dönüşüm gösteren cisim sonsuz olursa, onun merkezinden çıkan çizgiler, sonsuza dek gider; ve eğer merkezinden çıkan çizgiler sonsuza dek giderse, o çizgiler arasındaki mesafeler de sonsuz mesafelerdir. _Öncülleri, kesinliğin ilkleri (yani ilk kesinler) olarak adlandıralım. __ _Meşhur, herkesin hakkında tanıklık ettiği şeydir. _Makbul, tek bir kişinin ya da sadece küçük bir topluluğun tanıklık ettiği şeydir. _Ne meşhur ne de makbul, kesinlik oluşturmaktadır. Ancak, herkesin ya da çoğunluğun tanıklığının üzerinde uzlaştığı şeye duyulan güven, bir kişinin ya da nispeten az bir topluluğun tanıklık ettiği şeye duyulan güvenden daha güçlü ve daha çoktur. Bununla birlikte, bazen tanıklıklarla ilgili sözlerde gerçekten doğru olan şeylerin bulunduğuna rastlanabilir. Başka bir kesim ise, sanki tanıklıkların kesinlik oluşturmadığının farkına varmış ve kesinliğin meydana geldiği tanıklıklarda özellikle de nefsin sükuna ermesini saglayan tanıklıklarda kesinliğin ilahi bir emirle olduğunu zannetmişlerdir. __ _Tasdik_ _Tasdik, bir şeyin, zihin dışındaki varlığının, zihinde inanıldığı şekilde olduğuna inanmasıdır. Doğru ise, şeyin zihnin dışında, zihinde inanıldığı şekilde bulunmasıdır. Tasdik, gerçekte doğru olana ilişkin olabileceği gibi, yanlış olana ilişkin de olabilir. Tasdikin bir kısmı kesindir; bir kısmı kesine yakındır ve bir kısmı da nefsin bir şeyde sükun bulması olarak adlandırılan tasdiktir ki bu, kesinden en uzak olan tasdik çeşididir. Yanlış tasdikte asla kesinlik meydana gelmez. Aksine kesinlik, doğru olana ilişkin bir tasdikte mümkün olur. _Kesin tasdik: O şey hakkında inandıgımız şeyin (dış dünyadaki) varlıgının, (zihinde) inandıgımız şeyden farklı olması, asla mümkün olamayacağı gibi, aynı zamanda bu inancın da başka türlü olması mümkün değildir. Kesin olmayan tastik: Onun (dış dünyadaki) varlığının, kendisi hakkında inanılan şeyden farklı olması mümkündür ya da imkansız değildir. _Cedel (Diyalektik): Kanıtlarla birlikte kesin tasdiktir. Çelişkileri ortaya çıkaran bir kıyas. _Hatabi (Belagat - Retorik): Kanıta ihtiyaç duyulmaksızın ileri sürülen kıyas. Nefsin bir şeyde sükun buluğu tasdiktir. _Kesine yakın tasdikle tasdik edilen şeyler, ya meşhurlar ve onlar gibi işlev görerılerdir ya meşhur öncüllerden oluşturulan kıyasların gereğidirler ya da araştırılan tikellerin bütününü içine aldığından emin olunamayan tümevarımın gereğidirler. Nefsin kendilerinde sükun bulduğu şeyler ise, ya makbullerdir, ya makbul öncüllerden oluşturulan kıyasın gereğidir, ya da mümkün öncüllerden oluşturulan kıyasın gereğidir. Aynı şekilde bu, bazen diğer şeylerden de oluşur ki, onları daha önce belaği hitapları açıklarken sıralamıştık. _Bilgi (ilm), tasavvur ve tasdik olmak üzere iki sınıftır. Tasdikin bir kısmı kesindir, bir kısmı kesin değildir. Kesin tasdikin de bir kısmı zorunludur ve bir kısmı zorunlu değildir. Açıktır ki, "bilgi" adı, kesin olmayan ya da kesin olmakla beraber zorunlu olmayandan ziyade zorunlu kesine söylenmektedir. O halde bu, "kesin bilgi" olarak adlandırılsın. _Tasavvur ise, bir şeyin ona özgü olan bir tarzda zatını ifade eden şeyle tasavvurudur. Bu da, bir şeyi onun tanımının delalet ettiği şeyle tasavvur etmektir. _Kesin bilgiler üç kısımdır. Bunlardan birincisi, bir şeyin sadece varlığına ilişkin kesinliktir. Bu, varlık bilgisidir. Bir topluluk onu, şeyin varlığının bilgisi olarak adlandırmaktadır. İkincisi, bir şeyin sadece varlık sebebine ilişkin kesinliktir. Bir topluluk bu bilgiyi, bir şeyin niçin var olduğurlun bilgisi olarak adlandırmaktadır. Üçüncüsü ise, her ikisine (yani bir şeyin hem varlığına hem de varlık sebebine) ilişkin kesinliktir. Kesin ilkeler ile talep edilen şeylerin, ancak bu üç talep tarzından biriyle öğrenilmesi talep edilir ve talep esnasında bu üç bilgi tarzından birini amaçlarız. _Açıktır ki, bir nesnenin yalnızca sebebi bilinmek istendiğinde, zorunlu olarak daha önceden bizde o nesnenin varlığına ilişkin bir bilginin olması gerekmektedir. Böylece bu üç kısım içerisinde kesin bilgi olarak adiandınimaya en layık olanı, kendisinde hem varlığa hem de sebebe ilişkin kesinliğin birlikte bulunduğu kısımdır. _Kesinlik ve Kısımları_ _Kesinliğin bir kısmı zorunludur, bir kısmı da zorunlu degildir. Zorunlu kesinlik, varlığında, olduğu durumun hilafına olması mümkün olmayan şey hakkında şöyle inanmaktır: O şeyin, inanılan durumun hilafına olması asla ve hiçbir zaman mümkün degildir. Zorunlu olmayan ise, sadece belirli bir vakitte kesin alandır. Zorunlunun değişmesi ve dolayısıyla yanlış olması mümkün olmaz. Aksine sürekli olarak zihinde meydana geldiği durum üzere bulunur ki bu, ya sadece olumlama ya da sadece olumsuzlama şeklindedir. Zorunlu olmayana gelince, onun degişmesi ve böylece -zihinde bir eksiklik meydana gelmeksizin- yanlış olması mümkündür. _Zorunlu kesinlik, ancak varlığı sürekli olan şeylerde mümkün olur. Buna örnek, bütünün parçadan büyük olmasıdır. Çünkü bu durumun değişmesi mümkün degildir. Zorunlu olmayan (kesinlik) ise, ancak varlığı degişip bir halden başka bir hale geçen şeylerde meydana gelir. Buna örnek, senin ayakta olduğun, Zeyd'in evde bulunduğu ve benzerlerine ilişkin kesinliktir. Zorunlunun mukabili, varlığı imkansız alandır; bu sebeple o (mukabil-karşıt), imkansız yanlıştır. Zorunlu olmayan ise mukabilinin varlığı imkansız olmayandır. Dolayısıyla zorunlu olmayan kesinin mukabilinin varlığı, mümkün yanlıştır. Zorunlu olanın mukalıili ise, varlığı imkansız yanlıştır. O halde, yanlışın bir kısmı imkansızdır bir kısmı ise imkansız değildir. Zorunlu kesin ve zorunlu varlık gereklilikte birbirine döndürülebilirdir: Zorunlu kesinlikle kesin olarak bilinen şey, varlıgı zorunlu olandır; ve varlığı zorunlu olana ilişkin tam kesin, zorunlu kesindir. _Zorunlu kesin, bazen kıyasla elde edilir bazen de kıyassız elde edilir ki bunun örneği şudur: "lnsan yürüyendir; yürüyen kimse canlıdır; o halde insan canlıdır." zorunlu kesinliğin kıyassız meydana geldiği öncüller ya tümeldir ya da tikeldir. Zorunlu kesinliğin kıyassız olarak meydana geldiği tümel öncüller iki sınıftır. Bunlardan biri dogal olarak elde edilen, digeri tecrübeyle elde edilen öncüllerdir. Dogal olarak elde edilenler, nefislerimizi, başlangıcımızdan itibaren sanki onlarla birlikte yaratılmış buluruz; sanki onlar bizim için doğuştandır. Bunlar, ilk öncüller ve "ilk ilkeler" olarak isimlendirilir. Açıktır ki, bizler, bu öncüllerin gerçekleşme yönüne dair kesinlige ancak böylesi öncüllerden kurulu kıyaslarla ulaşıyoruz. Bu öncüllerin elde ediliş yönlerinin mantıkta incelenmesini gerekli görenler yanılmıştır. Onları kullanmamız esnasında nereden ve nasıl elde edildiklerini bilmemiz gerekmez. Yine de bu tümel öncüllerin büyük bir kısmından anlaşılmaktadır ki, onların dış dünyadaki varlıkları duyulurdur. Bundan dolayı bir topluluk, onların duyulardan meydana geldiğini söylemiştir ama tek başına duyular, onların tam olarak meydana gelişinde yeterli değildir. Çünkü bunlarla ilgili olarak kendimizi duyularıınızla algıladığımız kadarıyla sınırlarsak -ki biz, onlara dair dış dünyada yalnızca sınırlı sayıdaki varlıkları duyumsamışızdır- bizde onlardan meydana gelenlerin tümel değil de tikel öncüller olması gerekir. Oysa biz onların tümel olarak meydana geldiğini ve böylece bu öncüllerin konuları hakkında hem duyumsadıklarımızı hem de duyumsamadıklarımızı kapsayan genel hükümler verdiğimizi görüyoruz. Bundan açığa çıkmaktadır ki, nefis, duyulurlarda onları duyumsadığımızdan daha fazla bir fiile sahiptir. Ancak bu yerde bunun açıklanması zordur. Bu bakımdan açıklamayı bir kenara bırakalım _Burhan ve Sınıfları_ _Kendileri hakkında zorunlu kesinliğin kıyassız olarak meydana geldiği tümel öncüller iki sınıftır. Bunlardan biri dogal olarak elde edilen, digeri tecrübeyle elde edilen öncüllerdir. Dogal olarak elde edilenler, nereden ve nasıl elde edildiğini bilmeksizin, herhangi bir zaman diliminde onları bilmediğimizi idrak etmeksizin, onların bilgisini elde etmeye yönelik bir istekte bulunmaksızın ve herhangi bir zaman dilimi içerisinde onları asla bir araştırma konusu yapmaksızın elde ettiğimiz öncüllerdir. Dahası, nefislerimizi, başlangıcımızdan itibaren sanki onlarla birlikte yaratılmış buluruz; sanki onlar bizim için doğuştandır da onlardan yoksun kalamayız. Bunlar, insana ait doğal ilk öncüller olarak ve yine "ilk ilkeler" olarak isirnlendirilir. Açıktır ki, bizler, bu öncüllerin gerçekleşme yönüne dair kesinlige ancak böylesi öncüllerden kurulu kıyaslarla ulaşıyoruz. _Eğer bu öncüllerin nereden bilindikleri ve nasıl gerçekleştikleri bilinmiyorsa bir şeyi açıklamada onları kullanmamız asla mümkün olmaz. Eğer onların gerçekleşme yönleri ancak bu öncüllerle bilinirse ve bu öncüllerin elde ediliş yönlerinin açıklanmasında kullanılması da mümkün olmazsa, bu durumda hiçbir şeyin bilgisine ulaşılmaması gerekir. Bundan dolayıdır ki bu öncüllerin elde ediliş yönlerinin Mantıkta incelenmesini gerekli görenler yanılmıştır. Fakat onları kullanmamız esnasında nereden ve nasıl elde edildiklerini bilmemiz gerekmez. Yine de bu tümel öncüllerin büyük bir kısmından anlaşılmaktadır ki, onların dış dünyadaki varlıkları duyulurdur. Bundan dolayı bir topluluk, onların duyulardan meydana geldiğini söylemiştir. _Onların nasıl oluştuğu ve nereden elde edildiği konusunu bilmemize gerek yoktur. Çünkü onların elde ediliş yönünü bilmememiz, kesinliği ortadan kaldırmaz. _Burada görülmektedir ki, her ne kadar onlar duyudan meydana gelmişlerse de, tek başına duyular, onların tam olarak meydana gelişinde yeterli değildir. Çünkü bunlarla ilgili olarak kendimizi duyularımızla algıladığımız kadarıyla sınırlarsak -ki biz, onlara dair dış dünyada yalnızca sınırlı sayıdaki varlıkları duyumsamışızdır- bizde onlardan meydana gelenlerin tümel değil de tikel öncüller olması gerekir. Oysa biz onların tümel olarak meydana geldiğini ve böylece bu öncüllerin konuları hakkında hem duyumsadıklarımızı hem de duyumsamadıklarımızı kapsayan genel hükümler verdiğimizi görüyoruz. Bundan açığa çıkmaktadır ki, nefis, duyulurlarda onları duyumsadığımızdan daha fazla bir fiile sahiptir. Ancak bu yerde bunun açıklanması zordur. Bu bakımdan açıklamayı bir kenara bırakalım ve duyulurlar hakkında onların durumunu anlatan miktarla yetinelim. _Tecrübe ile meydana gelen öncüllere gelince bunlar, az ya da çok tikellerini duyumsamaya yönelik bizdeki bir kasıt sayesinde söz konusu kesinliğin kendileri hakkında meydana geldiği tümel öncüllerdir. Çünkü tecrübe, bizde zorunlu kesinlik oluşana kadar tümel öncüllerin yüklemlerinin onların tikellerinin her birinde bulunup bulunmadığını tespit amacıyla söz konusu öncüllerin tikellerini incelememiz ve tikellerin tümünde ya da çoğunda o yüklemin izini sürmemizdir. Çünkü o hüküm, o türün tümünü kuşatan bir hükümdür. Bu yani tecrübe, tümevanma benzemektedir. Fakat onunla tümevarım arasında şu fark vardır: Tümevarımda tümel bir hükme dair zorunlu kesinlik meydana gelmezken, tecrübede tümel bir hükme dair kesinlik meydana gelmektedir. İnsanların çoğu, bu iki isimden her birini diğerinin yerine kullanmaktadır. _Öncülleri, kesinliğin ilkleri (yani ilk kesinler) olarak adlandıralım. _Varlığı talep edilen şeyin ya mutlak olarak varlığı talep edilir ya da bir durumda varlığı talep edilir. Bu da sadece şartlı bir kıyasla açıklanabilir. Var sayılıp mutlak olarak varlığı talep edilen ve açıklamasını yüklemli kıyasla verdiğimiz her şeyin yerine, onu açıklayan bir söz koyarız ve böylece onu açıklarız. Buradaki zorunlulukla kastettiğimiz, zati zorunluluktur. ...... _5 BÖLÜM_ _Burhani Diyalogların Sınıfları_ ... ___ _Önsöz_ _Farabi, felsefenin neredeyse bütün alanlarında özgün ve yaratıcı ürünler ortaya koymuş eşsiz filozoflardan biridir. _İslam dünyasında asıl mantık çalışmalan onunla başlamıştır. _Farabi, lhsa'ü'l-'ulum (ilimlerin Sayımı) adlı eserinde her bir bölüm bir kitaba karşılık gelmek üzere mantığı sekiz bölüme ayırır. Bunlar Mekulat (Kategoriler), Ibare (Onermeler), Kıyas (Birinci Analitikler), Burhan (ikinci Analitikler), Cedel (Topika), Hikmet-i Mümewehe (Sofistika), Hitabet (Retorika) ve Şiir (Poetika)'dir. _Burhan, kesin ve zorunlu bilginin ilke ve kurallannı vermekte, felsefeyi mükemmel hale getiren kaideleri içermektedir. Bu bakımdan da o, mantığın en yüce bölümü olmaktadır. Farabi'ye göre mantığın ilk üç bölümü, Burhan'a sadece bir giriş ve hazırlık olma özelliği göstermekte; son dört bölüm ise, bir yandan Burhan'a alet hizmeti görürken diğer yandan burhana ve kanıta dayalı kesin bilgi ile zanna, mugalataya, ikna ve hayille dayalı kesirılikten uzak düşünce ve görüşleri ayırt etmeye yönelik işlev görmektedir. _Kitabü'l-Burhan (İkinci Analitikler) adlı bu eseri, onun mantığının ve hatta denilebilir ki, tüm felsefesinin ve felsefi projesinin kalkış noktasını oluşturmaktadır. Zira o, felsefi inşa sürecinde doğru ve kesin bilgi veren ve felsefenin ideal yöntemini oluşturan burhani kıyasa asıt bir işlev yüklediği gibi, kurulmasını düşlediği erdemli toplum düzeninin de temeline burhani düşünmeyi yerleştirmektedir. _Aristo, kesin doğru olarak kabul ettiği şeyler için koyut terimini kullanır. Aristonun takipçisi farabi de burhan’ı. _Burhan: Kanıt. _Burhanın, bütün şüpheleri ortadan kaldıracak açıklıkta ve itirazlara yer bırakmayacak kesinlikte bir delil olduğuna işaret edilmiş, dolayısıyla bir iddianın kabul veya reddedilmesi bu şekilde bir ispata bağlanmıştır. Buna göre burhanda esas olan, ihtiva ettiği bilginin doğru olmasıdır. Kuranda burhan hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt eden delildir. Organon’un son beş kitabının ana konuları olan burhan, cedel, safsata, hitabet ve şiiri “beş sanat” diye adlandıran İslâm mantıkçıları bütün kıyas türlerinin bu beş alanda uygulandığını ve bunlar içinde tartışmasız kesin bilgi veren tek kıyas türünün burhan olduğunu belirtmişlerdir. _Neşet etmek: Doğmak, kaynağını bir şeyden almak _Mügalata: Yanıltmaca. _Lafz: _Şartlı kıyas _Zati zorunluluktur. _Matlup: Alacak _Bizatihi: Özünden _Bilaraz: Belirti _İntaç: Bitirme _Bizzat: _Bilkuvve: Fiil durumuna gelmeden _Bilfiil: Eylemli olarak _Düşünenin zihnini, bilmeyi amaçladığı şeyden alıkoyan ve onu yanlışa düşüren şeyleri _Bunun açıklanması zordur. Bu bakımdan açıklamayı bir kenara bırakalım *************** _Retorik_ Farabi _Retorik, amacı ikna oluşturmak olan kıyasî bir sanattır. Dinleyicinin nefsinde olarak ortaya çıkan kanaat, retoriğin eylemlerinin nihaî amacıdır. _Retorikteki ikna, burhanî sanatlardaki öğretim gibidir. Retorikteki kanaat, öğrencinin öğretimden elde etmiş olduğu bilgiye denk gelir. Dinleyenin konuşana kulak kesilmesi, onu doğru bulup dediğini teemmül etmesi –burhandaki- öğrenime denk gelir. _İnsanın inandığı şeyle ilgili olarak kendisinden şüphe duyması zordur; aksine insan kendi görüşüne güvenir, özellikle de inandığı şey hakkında uzun süre çabaladıktan sonra karşıt ona kapalı kaldığında. _İnsanda, biri hakkında doğrunun elde edilemediği her iki şey, onun için henüz bir Taleptir. Ve her Talep, doğrunun bilinmemesinden sonra söz konusu olur. _Zan_ _Kanaat bir zandır. Özetle zan, bir şey hakkında, “O şöyledir ya da değildir.” şeklinde kesin bir inanca sahip olmaktır. Bir şey hakkındaki inancın, o şeyin kendindeki varlığından başkaca olması mümkündür. _Şayet “Zan, yanlış olması mümkün olanın doğruluğuna inanmak değil; aksine, yanlış olması mümkün olmayanın doğruluğuna inanmaktır.” denirse, işte bu zan değil, kesin tasdiktir; ancak onun isimlendirilmesinde bir yanlışlık yapılmıştır. Bir şey hakkındaki inançta bulunan olumlama ya da olumsuzlamada, ya doğruluğun ya da yanlışlığın bulunması kaçınılmazdır. _Tasdik, kendisinden başkasının mümkün olmadığı şey hakkında olabilir. İşte bu, bilgidir. _Zan ve kesin bilgi bir görüş olmada ortaktırlar. Görüş, bir şey hakkında “O şöyledir ya da değildir.” şeklinde bir inanç beslemektir. Görüş bu ikisinin cinsi, bu ikisi de [onun] iki tür[ü] gibidir. _Kesin bilgi, sadece zorunlularda bulunur; mümkünde asla bulunmaz. Ancak ben mümkün hakkındaki bilgimizin kesin olmadığını kastetmiyorum; aksine, bir şeyin gelecekte bulunup bulunmaması mümkün olduğu zaman bizim için onun bulunup bulunmaması ile ilgili olarak kesin bilginin bulunmasının mümkün olmadığını kastediyorum. Bu, bizim, bulunması mümkün olanın varlığına ilişkin inancımızın asla kesin olmamasıdır. Özetle ikna ve zan, zorunlunun sınıflarında ve mümkünde olabilir. _Zanda şart koşulan mümkün, şeyin nefs dışındaki kendinde varlığına delâlet eden mümkün değil, aksine sadece bizim açımızdan olana delâlet eden mümkündür ve bu, inancımızın şeyin kendinde varlığına mutâbık olup olmadığının bizce bilinmiyor olduğu anlamına gelir. _Durum nefse dışarıdan gelen bir şeyden kaynaklandığı için, zanda bilgiyle ilintili bir bilgisizlik varmış gibi olur. _Zan ve kesinliğin beraber / aynı anda bulunması mümkün değildir. İmkânla karışmış olan zorunlu hakkında ise belirli bir insan için belirli bir vakitte zan ve kesinliğin beraber bulunması mümkündür. Şu anki varlığı hakkında kesinlik, gelecekteki varlığı hakkında ise zan söz konusu olabilir. _Bilgisizliğimizin nedeni, saf zorunluya ilişkin zannımızın bizim açımızdan olmasıdır. _Zan güçlü olabilir ve zayıf olabilir. Zannın gücü, karşıtının azlığına, zayıflığı ise karşıtının çokluğuna göredir. _Güvenilir zan, zannın kendisine göre değil, ancak her bir insana göre belirlenir. Bütün insanların nezdinde zanların en güveniliri, kişinin araştırırken çaba sarf etmiş olmasına rağmen karşıtını elde edememiş olduğu veyahut da bütün karşıtlarını ortadan kaldırdığı zanlardır. O zaman kişinin inancı kendi nezdinde ve özellikle de o şey hakkında zihninde şüphe bulunmadığında asla karşıtı olmayan bir inanç olur. _Kanaat_ _Kanaat, daha fazlasını elde etmek mümkün olmakla birlikte bir şeyin bir kısmıyla yetinmek ve iktisatlı olmaktan nakledilmiştir. _Kanaat, insanın karşıtların farkına varmasına engel olmaz. Her insan, başkalarıyla konuşurken kanaati kuvvetlendirme yoluna gider ya da araştırma veya yararlı gördüğüne müsamaha yolu ile kanaati iptal etmeye çalışır. _Kanaatin alt düzeyde olanını yararlı buluyorsa onu aşıp üst düzeyde olanına yönelmez. Şayet alt düzeydeki kanaatinin onu istediğine ulaştırmadığını görürse, onunla ilgili bir araştırma içerisine girer ve onu güçlendirir. Şayet kendisi için yararlı olan, ondaki bir şeyi iptal etmek ise, bu defa ona bilgisi oranında itiraz ederek karşı çıkar. Kanaat daha güçlü bir duruma ulaşsa bile, kanaatte karşı çıkma yeri az ya da çok; açık ya da gizli olarak bulunur. _Zihinsel yeti eksikliği nedeniyle karşıtların farkına varamamak. _İnsan ya yılgınlık, zihin rahatlığını tercih, tembellik nedeniyle ya hayatını idame ettiği şeyden dolayı araştırmayı istediklerinden uzak kalması nedeniyle ya karşıtının farkına varmadığı cinsten şeylerin dışında kalanlar üzerinde kafa yorup geri kalan şeylerle ilgilenmeksizin onlar üzerinde araştırma yapması nedeniyle veyahut da zihinsel yetisinin eksikliği nedeniyle karşıtların farkına varmaz; bu durum [yani zihinsel yeti eksikliği] ya gençlikten kaynaklanıyordur ve bundan dolayı [belli bir süre sonra] değişebilir ya da fıtrattan kaynaklanıyordur ve hiçbir zaman değişmez. Bir insanın kıyasla idrak edilen şeyleri idrak etmeye yönelik fıtrî gücü belli bir miktarda olabilir. _Kişi bir şeyi araştırır, onun hakkında bir görüş sahibi olur; ardından bu görüşü gücü yettiği ölçüde inceler ve görüşünün karşıtının o kişi karşısında gizli kalmasından dolayı ne bu görüşün karşıtı ne de gayesine karşı olanın doğruluğu açığa çıkmazsa, o zaman bu kişi bu görüşü tâkâti ölçüsünde temellendirebilir. _Gizlilik şu haller ve sebeplerden dolayıdır: _1- Karşıtlarının gözlemlenerek ve tecrübe edilerek bilinen şeylerden elde edilir olması ama araştırmacının engel dolayısıyla o şeyleri gözlemlemekten ve tecrübe etmekten alıkonması. Örneğin birçok hayvanın iç organlarının gözlemlenmesine ihtiyaç duyulması böyledir. Alet yoksunluğu ya da şeriatın müsaade etmemesi nedeniyle bu araştırma mümkün olmaz. _2- Yine karşıtların, açığa çıkarılmasında araştırmacının sahip olmadığı başka bir sanattan elde edilecek olan ilave bir güce ihtiyaç duyulur tarzda kapalı olması. _3- Tümel önermede yanlışın çok kolay olması ve onun karşıtlarının az olması da böyledir. _İnsan bir görüşün karşıtının farkına varmadığında ve karşıtının ona kendisi yönünden kapalı kaldığını bildiğinde, o görüşü şüpheli bulur. İnsanın, karşıtın kapalılığının bu iki yönün hangisinden, yani kişinin kendi yönünden mi yoksa bizzat şeyin kendisi yönünden mi olduğunu bilmesi zordur. _Eskilerden ilk düşünürler nazarî şeyler hakkındaki görüşlerini bu şekilde temellendiriyorlardı. Onlardan birisi bir matlubla ilgili olarak bir kıyas ortaya koymaya çalışır; bir kıyasa denk geldiğinde, kıyasına denk geldiği o şeyi kendisi için bir görüş haline getirirdi. Daha sonra bu görüşü araştırır, onun karşıtlarını elde etmek ister ve onunla ona karşı olan arasında mukayese yapardı. Eğer onun bir karşıtını bulamazsa ya da bulduğu karşıtlarını çözüp çelişkilerini ortaya koyabilirse, bu durumda, onu kendi görüşü kılar ve onun doğruluğuna inanırdı. ...... ___ _Önsöz_ _Retorik, klasik mantığın 9 bölümünden biridir. Retorik, mantık biliminin bir dalı olarak ilk defa Aristoteles tarafından incelenmiştir. Aristoteles’in retorik kanıtlama teorisi, sonraki dönem mantıkçılarınca yeniden inceleme konusu edilmiştir. İslam Dünyasındaki ilk retorik kuramı Fârâbî tarafından ortaya konulmuştur. Fârâbî, bilgisizlik, inanç, görüş, kanaat, kesin bilgi ve zan gibi hem retorik hem de burhan teorisi açısından çok önemli olan temel terimlere açıklık getirmekte ve zan durumları ile ilgili antik filozoflar tarafından yapılan tartışmaları değerlendirmektedir. _Zan - Töhmet : Somut veriler olmamasına karşın, hükme varmak _Matlub : Talep _Delâlet : Aracı, klavuz _Nefs : Ruh, arzu _Kanaat : Yetinme, razı olma, görüş, inanma, kanma _Müsamaha : Hoşgörü _Nazarî : Kuramsal. _Fıtrat – Fıtri : Yaradılıştan, doğuştan _Bilgisi oranında karşı çıkmak *************** _Farabi_ (872- 951) Fârâb (Kazakistan) _8. ve 13. yüzyıllar arasındaki İslam'ın Altın Çağı'nda yaşamış ünlü filozof. Batı′da Alpharabius. _Mantık ilmine yapmış olduğu katkıları sayesinde İkinci Üstat olarak bilinir. Birinci Üstat ise Aristo'dur. _Etnik kimliği tartışmalıdır. Kimi kaynaklara göre Fars kimilerine göre Türk kökenlidir. Farabi, bütün eserlerini Arapça yazmıştır. Farabi Aristo'nun temel eserlerinin birçoğunu Arapçaya yeniden çevirmiş, bu eserlerin daha iyi anlaşılabilmesini sağlayan şerhler yazmıştır. Organon'un tüm bölümlerini içeren çeviriler ve şerhler kaleme aldı ve Organon'u iki bölüm daha ekleyerek 8 kitaba çıkardı. Farabi, Kindi'nin kurucusu olduğu kabul edilen ve İslam felsefesi içinde rasyonal/Aristocu eğilimi ifade eden Meşşaîlik akımının ikinci kurucusudur. _Farabi Bağdat'ta Hristiyan alimlerden Yuhanna bin Haylan ile birlikte mantık çalışmış olduğunu söyler. Farabi, öğrenim müfredatında bulunan kitapların Porfiryus'un "Isagoge"si ve Aristo'nun mantık üzerine 6 ciltten oluşan Organon adlı eserinin Kategoriler, Yorum Üzerine, Birinci Çözümlemeler ve İkinci Çözümlemeler kitapları olduğunu belirtir. Farabi'nin anlatımına göre hocası Yuhanna bin Haylan, dünyevi zevklerden elini eteğini çekmiş, kendisini kiliseye ve dinî görevlere adamış bir rahipti. Yuhanna ile birlikte Aristo mantığı üzerine muhtemelen Bağdat'ta çalıştı. _Büyük bir sadelik içinde yaşar hatta sufilerin giysilerini taşırdı. İç âlemi ile baş başa kalmayı seven bir kişiliği olduğu için sık sık dünya gürültüsünden uzaklaşıp bir kenara çekilirdi. Bununla birlikte musiki meclislerine katılmaktan zevk alırdı. _İbn-i Sina, Aristo'nun Metafizik'ini 40 defa okuduğunu ancak anlayamadığını, tam ümidini kaybettiği sırada Farabi'nin bu konudaki eserini okuyunca anlayabildiğini anlatır. _Farabi'nin düşünce sistemi, Aristo mantığına dayanan akılcı bir metafizikti. Aristo'yu temel alarak onu Yeni Platonculuk ile birleştirmeye ve bunu da İslam inancı ile uzlaştırmaya çalışmıştır. Aristo ile Platon'u uzlaştırmaya çalışır. Daha sonra da sıra bilimle şeriatın uzlaştırılmasına gelir. Bu yüzden Farabi, birçok Müslüman yorumcu tarafından, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd ile birlikte Antik Yunan'daki peritatiklere benzetilerek Meşşai ve akılcı olarak kabul edilir. Farabi'nin öğretisi uzlaştırıcı bir mistisizmdir. _Yunan felsefesinin İslam kültürüne aktarılmasında iki tür çeviriden söz edilebilir. Bunlar "Harfi harfine yapılan çeviriler" ve "anlam çevirileri"dir. Harfi harfine çevirilerde kelimelerin en yakın ya da bulunan ilk karşılıkları kullanılır. İlk çevirileri yapanlar ne mantıkçı ne de felsefeci oldukları için bunların çoğu harfi harfine yapılmış çevirilerdi. Daha sonra felsefecilerin yaptıkları anlam çevirileri ortaya çıktı ve bunlar da telhisi tercüme (özet çeviri), şerhi tercüme (açıklamalı çeviri) ve tefsiri tercüme (yorumsamacı çeviri) olarak üç grupta ele alındı. Bunlara daha kısaca telhis, şerh ve tefsir de denildi. _Yunan dilinden Arapçaya felsefe tartışmalarının aktarılması ile Arapçanın felsefi bir kelime dağarcığına sahip olmadığı ortaya çıktı ve bu konu Farabi'nin üstatları ve öğrencileri olmak üzere ilk Arap filozofları için çok önemli bir sorun hâline geldi. Aristo mantığının önemli bir kısmının dil merkezli olması mantıkçıların Arap grameri yerine Yunan gramerinin konulmasını gündeme getirmesine yol açtı. İşte Farabi bu karışıklığa çözümler geliştirmeye ve birbirine rakip yaklaşımlar arasında bir uyum yakalayabilmek için sistemli bir çabaya girdi.[42] Mantık ve dil felsefesi üzerinde o kadar önemli çalışmalar yaptı ve eserler verdi ki Arapçanın mantık ve felsefi konuların rahatça ifade edilebilir bir dil hâline gelmesinde onun çalışmalarının önemli bir rolü olduğu kabul edilir. Farabi, mantığın, hangi dilde olursa olsun doğru bir akıl yürütme için izlenmesi gereken kuralları sağlayan genel bir nahiv (gramer) olduğu şeklinde bir anlayışı benimsedi. _Farabi, Aristo'nun düşüncelerinden ilham alıyor ama Aristo okulundan gelişen düşünceleri ve kendi yorumlarını da ekliyordu _Farabi'ye göre felsefe, din, mantık ve dil bilimleri birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdır. Mantık ile dil bilimi birbirlerinin farklı alanlarda eş değerleri gibidir. Felsefe ve din ilişkisini de yine dil bilimi ile ilişkilendirilerek açıklanır. Örneğin Farabi'ye göre din, felsefenin mantık bilimlerinden sayılan hitabet ve şiir sanatlarının popüler biçimde kullanılarak ifade edilmesi olarak görülür. Bunun için popüler terimlerden oluşan bir dilden öncelikle felsefi terimler dağarcığı gelişir ve bu felsefi terimler ile geliştirilen felsefe tekrar popüler/avami terimler aracılığı ile halka ulaştırılır. Farabi, burada ideal gelişim modelinden sapmalar olduğunu ve bazı kavimlerin kendi yerli dili ve mantık gelişiminden bir felsefe üretmek yerine başka felsefe ve dillerden etkilenebileceğini gösterir. Böylece İslam'ın Yunan felsefesi ile ilişkisini de bir tarihi sürece yerleştirmeye çalışır. _İslam dünyasında dilin nasıl oluştuğu konusunda Bakara suresindeki "Allah, Adem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti" şeklindeki 31. ayet[45] tartışmalara yol açmıştır. Farabi'nin yaşadığı dönemde bu konuda farklı ekoller oluşmuş durumdaydı. Farabi dilin ortaya çıkışını felsefi bir tarzda, biyolojik ve antropolojik olgular eşliğinde açıklamaya çalışır.[47] Dilin kökeni ve gelişimi konusunu Farabi'den önce hiçbir filozof onun kadar kabul edilebilir ve sağlam dayanaklarla açıklamamıştı. Farabi dilin bir defada değil, aşama aşama ortaya çıktığını kabul eder, bu da insan idrakinin gelişmesi ve ihtiyaçların artması ile olur.[48] Farabi de Platon ve Aristo gibi insanın ilk olarak "işaret dilini" kullandığını, ikinci aşamada sesli konuşmaya geçtiğini düşünür. Sesli iletişimin ilk basamağı "nida/ünlem"dir. Bir bölgede yaşayan insanların ağız, dil, gırtlak yapıları birbirine benzediği için organlarına en kolay gelen sesler kullanılır. Ardından da nesnelere isim verilmesi gelir. Farabi bu lakapların (adların) oluşmasında bir topluluk ittifakı olduğunu belirtir. Lakapların oluşması aşamasından sonra lafızların ve terkiplerin oluşması aşaması gelir ki, burada da belli kurallar gerekir. Farabi'ye göre bilimden uzak bir toplumda, dil, sadece tabiattaki seslerin taklidinden ibarettir. Lafızlarını oluşturan bir toplum ise kendi ifadesiyle artık fıtratlarının talep ettiği zekaya ve bilgiye meyyaldir. Daha sonra (lâfızların) anlamlarının (el-meânî) taklidi olan anlamlar üzerine gösterge yaparak ve onları (lafızlar),varlık alanındaki düzeni yansıtacak şekilde düzenlerler. Anlamların derli toplu olarak bir araya getirilip düzenlendiği bu lafızları, onların zihinleri araştırarak elde eder. Daha sonra, anlamların tiplerinden kendi hallerine benzer durumda olanları açıkça ifade etmeye çalışırlar. Toplumun ittifak edemediklerinde ise yöneticiler, lafızların kurallarını koyarlar. _Farabi'ye göre, dil, varlık ve bilinç ile birlikte ortaya çıkar. Varlık Farabi'nin dil felsefesinde merkezi öneme sahip ve metafizik bir kavramdır. Farabi'ye göre varlık tanımlanamaz, çünkü bir şeyin tanımlanabilmesi için kendinden daha geniş anlamlı bir ifadenin bulunması gerekir, halbuki varlık kavramı, en geniş anlama sahip kavramdır ve hiçbir kategoriye sahip değildir. Bu durumda insanın bilincinin açılması ile varlık kavramının insan bilincinde ortaya çıkması aynı anda olmuştur. Yani varlık, bilinç ve dil aynı anda ortaya çıkan şeylerdir. Dil, varlık ve bilincin bir surete bürünmesi ve konuşma aracılığıyla başkalarına aktarılabilmesidir. _Aristo felsefesinin Her insan doğal olarak bilmek ister, Farabi felsefesinin ise her insan doğal olarak mutlu olmak ister önermesine dayandığını ve bu anlayıştan yola çıktığını söyleyebiliriz.[51] Farabi, mutluluğun anahtarının ise bilgide ya da başka bir deyişle felsefede olduğunu şöyle ifade eder: Mutluluğa güzel şeyler bizde yerleşik hale geldiğinde ulaştığımıza ve güzel şeyler de bizde ancak felsefe sanatı sayesinde yerleşik hale geldiğine göre, bundan, kendisi ile mutluluğa ulaşılan şeyin felsefe olduğu, zorunlu olarak ortaya çıkar. Felsefe ise, bizde ancak temyiz yetkinliği ile oluşur. Farabi'deki bilgi probleminin metafizik, psikolojik ve mantık bağlamında üç uzantısından söz edilebilir: Bilgi felsefesinin metafizik boyutu kısaca şöyle ifade edilebilir: Mutluluk insanın kendisi için en son yetkinliktir ve mutlak iyiliği ifade eder. O yetkinliğe ulaşınca talep edilecek başka bir şey kalmamıştır. Yani mutluluk, bütün amaçların arasında kendisi için istenen biricik amaçtır.[51] Farabi'ye göre insan bu amaca maddi boyutunu aşarak, ruhunu maddi olan her şeye karşı bağımsızlaştırarak ulaşabilir. Bilgi teorisi psikoloji alanındaki bir uzantıya da sahiptir. Buna göre varlık ile düşünceyi ilişkiye sokan şey surettir. Biz nesneleri onun suretine göre tanımlarız. Yani suret hem cismin kendisinde vardır hem de var olanın zihnimizdeki bir karşılığıdır. Varlığın işleyiş mekanizmasıyla, düşüncenin işleyiş mekanizması arasında da bir uyum vardır.[53] Farabi'ye göre suret, cisimde, duyuda ve akılda bulunabilir ve bu bulunuşlar insan psikolojisinin aşamaları biçimindedir. Suretin cisimde bulunuşu maddi olarak etkilenme yoluyla olur ve onun dış dünyadaki varlığıdır. Suretin zihindeki bulunuşu ise idrak, yani soyutlama yoluyla gerçekleşir ve bu duyuda ve akılda olmak üzere iki biçimde gerçekleşir. Suretin duyuda bulunuşu bir etkilenme ile değil tasavvur yoluyla olur, yani duyu nesnenin suretini bulunduğu durumlar içinde idrak eder. Suretin akılda bulunuşu ise yine idrak yoluyla olur fakat bir takım zihinsel süreçler sonunda olan ve maddi olmayan bir bulunuştur. Suret işte bu aşamada cisimden ve maddi ilişkilerden tamamen soyutlanır ve bilgi dediğimiz şey de bu aşamada oluşur. __ _Mantık Felsefesi: _İnsana özgü olan iyiliklerin başında akıl olduğuna göre ve mantık sanatı da aklın doğru çalışmasını sağlayan bir araç olduğuna göre bu mantık sanatı insana özgü iyiliklerin başında gelmektedir. Mantık kavramı modern zamanlarda ortaya çıkmış bir kavramdır. Aristo'nun kitabı Organon yüzyıllarca mantık anlamında kullanılmıştır. Aristo'ya göre mantık, bilgi elde etmenin bir aracıdır. Farabi'ye göre mantık hem bir alet/sanat, hem de bir bilim'dir. Mantık dilbilim ile çok yakın bir ilişkiye sahiptir. Mantık düşünmenin evrensel kurallarını, dil bilim ise o dile özgü kurallarını belirler. Aynı şekilde Farabi'ye göre mantığın matematik ve geometri ile de çok yakın bir ilişkisi vardır. Bu yüzden mantık öğrenmek isteyenlerin önce geometri öğrenmeleri gerektiğini söyler _Farabi'ye göre "mantık sanatı" beş şekilde icra edilir. Bunlar burhanî, cedelî, sofistâî, hatabî ve şi'rî sanatlardır. _Burhan(kanıtlama): Kesin bilgi vermeğe yarar. "..bütün hallerinde kesin bilgiyi ifade etmek için kullanılır. Bu kesin bilgi de aksi bulunması mümkün olmayan bilgidir. İnsanın bundan dönmesi mümkün değildir, bundan dönülebileceğini zannetmesi de mümkün değildir, onun hakkında yanlış yaptığı şüphesine de düşmez, mugalâta onu bu düşünceden vazgeçirmez, bir yön ve sebepten dolayı ondan şüphe etmez ve tereddüte düşmez” Görüldüğü gibi Burhan sanatı Farabi'ye göre mantığın en önemli kısmıdı. _Cedel(diyalektik): Doğruyu bulmaktan çok galip gelmek için kullanılan sözlerdir. İki kişinin karşılıklı sözlü çekişmesinde cedeli sözler kullanılır. Farabi'ye göre iki şekilde kullanılır. Birincisinde taraflar, bütün insanların kabul ettiği "meşhur sözler" ve "meşhur deliller" kullanarak birbirlerini yenmeye çalışırlar. Ancak taraflar meşhur olmayan sözler ve deliller kullanarak zafer elde etmek isterlerse bu cedel olmaz. İkinci kullanımda ise kişiler bir insan ya da bir fikir hakkında bir zan yaratmak için bu sözleri kullanırlar. Bunlar kesin bir bilgi olmadığı halde insanlar onu kesin bilgi zanneder. _Hatâbi(retorik): İnsanları bir fikre inandırmak, hiç değilse kabul ve tasdik ettirmek için söylenen sözlerdir. Burada kandırıcı sözler kullanılır ki, bunlar cedeldeki kuvvetli zanlar kadar güçlü olmamalarına karşın, diğer bazı kandırıcı sözlerden daha güçlü olurlar ve daha güçlü etki yaparlar. Hat'abi sözlerde kesin bilgiye yakın bir zan oluşturacak bir şey yoktur. Bu yüzden cedelden ayrılır. _Sofistik(satsata - göz boyayıcı hikmet): İnsanı şaşırtmak, sapıtmak ve yanlışa düşürmek için kullanılan sözlerdir. "Gerçek olmayan şey hakkında gerçek ve gerçek olan şey hakkında gerçel değil zannını verir; alim olmayan kimseyi kuvvetli bir alim zannettirir, hakîm olan bir kimse hakkında da öyle değilmiş zannı verir."Bu sanata sahip olan kimseler insanları yanıltmaya (mugalâta), şaşırtmaya ve aldatmaya yenenekli olurlar. Aynı zamanda kişi kendisi hakkında da gerçek olmayan bir fikre sahip olabilir. _Şiiri(poetika): konuşulan bir şeyi daha üstün veya daha alçak, daha güzel veya daha çirkin şekilde tasavvur etmemizi sağlayan sözlerdir. Farabi insanların zan, ilim ve tasavvurlarının birbirinden farklı olabileceğini, şiiri sözlerin insanın tasavvurlarını etkilediğini belirtir. Buna göre insanlar pek çok kere "zan ve ilimlerini" takip etmek yerine tasavvurlarını takip ederler. Şiiri sözler, insanların bir şeyi yapmasını sağlamak için kullanılır. Bir insan bir işe derece derece sevk edilmek istendiğinde, ona şiiri sözler söylenir. İnsan başka zaman o işi yapıp yapmayacağına emin değilse bile şiiri sözlerin etkisiyle bu işe girişir.[60] Bu yüzden öteki sözler değilse de "şiiri sözler süslenir, bezenir, kelimeler kuvvet verilir ve "Mantık ilmi"nde zikrettiğim şeyler ile, onun parlaklık ve güzelliği artırılır."[61] _Farabi'ye göre Arap dilinin anlam dünyası başlangıçtan beri hitabet sanatını kullanıyordu, halbuki kesin bilgiye ulaşılabilmesi için burhan ilminin kullanılması gerekiyordu. Hitabet sanatı kavramları ve bunlara delalet eden kelimeleri birbirinden yeterince ayırmadığı için Arapça burhan sanatını icra edecek kıvamda değildi.[62] Arap dünyasında ortaya çıklan fıkıh ve kelam gibi ilimler teorik konuları tasavvur ve ikna ile öğretiyor ve kelimelerin kavramsal çerçevesi ise ancak tahayyül gücü ile oluşuyordu.[63] Farabi'nin mantık anlayışına göre ise tahayyül yöntemi ancak kesin bilgiye ulaşmaya yarayan burhani sözler için değil, ancak insanları etkilemeye yarayan şiiri sözler için kullanılan bir yöntemdi. _Arapça ile Yunancanın bu karşılaştırması Farabi'nin dil felsefesi ile bağlantılıdır. Zira Farabi'ye göre dil belli evrelerden geçerek olgunlaşır. Dil içerisinde oluşan ilk metotlar şiir ve hitabet'dir. Daha sonra cedelî, ardından sofistâî ve nihayet en son burhanî metotlar gelişir. Halk tarafından kabul edilmiş olan meşhur önermelerin hepsi hitabidir ve halk şiir ve hitabet ile ilgilenir, onları ezberler. Ne zaman ki ezberlemek zor gelir, o zaman yazı sanatı ortaya çıkar. Yazı sanatı ile birlikte dilbilimi gelişmeye başlar. Dilbilimciler hitabet ve şiir sanatını kullananlardan duyduklarını yazarlar ve bunlardan yola çıkarak dilin kurallarını oluştururlar. Ancak hitabet metodunu kullananlar arasında anlaşmazlıklar doğar ve tartışmalardan Cedel doğar. Cedel'in ardından veya Cedel ile birlikte Sofistik metot gelişir. Ancak bu metotlar kesin bilgiye ulaşmaya yetmediği için Burhan metodu doğa _Mantığın bölümleri_ _Farabi, Mantığı 8 bölümde ele alır ve her bölümün bir kitapta bulunduğunu belirtir _1. kitap: Mâkulat (Kategoriler) _2: El-ibâre (Önermeler): Farabi, Yunancası "Bârî erîminyâs" Peri Hermeneias) olan bu kitabın Arapçada "El-ibâre" olarak bilindiğini yazar. _3: El-kıyâs (Birinci Analitikler) _4: El-Burhân (İkinci Analitikler): Farabi'ye göre bu kitapta burhani sözleri sınamaya yarayan kanunlar ile felsefeyi mükemmel ve tam hale getiren şeylerin kanunları vardır. Burhân, şeref ve başkanlığa en çok yaklaşanıdır. Mantıktan ilk önce dördüncü bölüm istenir. Geri kalan bölümleri dördüncü bölüm için yapılmıştır. Çünkü ondan önce gelen üçü, öğrenme tertibinde, ona hazırlık, giriş ve yıllardır. Ondan sonra gelen dört tanesi ise, ise iki şey içindir. _5: El-Cedel (Topikler) _6: El-hikmet-ül-mümevvihe (Sofistik Deliller-Yanıltıcı felsefe): İnsanları yanıltmaya, şaşırtmaya ve aldatmaya yarayan şeylerin kanunları ve bu işleri icra eden kişilerin kullandığı şeylerin kanunları bu kitapta anlatılır. Farabi'nin ifadesiyle "bunun arkasından, yalan saçıp aldatanın kullandığı yanıltıcı sözlerin karşılanması için lazım gelen bütün şeyler sayılır; bunların nasıl bozulacağı, neler ile reddedileceği ve insanın araştırdığı şeyde yanlıştan ve yanıltmadan nasıl korunacağı gösterili _7: Hitabet (Retorik) _8: Şiir (Poetika) _Korunma bakımından. Çünkü eğer insan, bu sınaatları, her birinin kanunlarını ötekinin kanunlarından ayrı olarak bilecek kadar bilffi (en acte) birbirlerinden ayırmazsa, insan, gerçek ve kesin bilgiyi elde etmek istediği vakit, cedelî olduğunu bilmeksizin, cedelî şeyleri kullanıp kullanmadığından emin olmaz ve sonunda kesin bilgiden sapıp, kuvvetli zanlara düşer; yahut bilmeksizin hatâbî şeyler kullanmış olur ve böylece kandırma yoluna sapar; yahut bilmeksizin yanıltıcı (mugallit) sözleri kullanmış olur; o zamanda da bu sözler, gerçek (hak) olmayan şeyi ona gerçek tasavvur ettirir ve o da ona inanır, veya kendisini şaşkınlığa düşürür; yahut kullandıklarının şi'ri sözler olduğunu bilmeksizin şi'ri sözler kullanmış olur ve böylece inançlarında hayallere, tasavvurlara istinat etmiş olur. Bu hallerde, aklınca gerçeğe giden yola girip, istediğini bulduğunu sanır; halbuki gerçekte ona tesadüf etmemiştir. Nitekim gıdaları ve ilaçları bilen kimse, alâmetlerini ve bilgisini kesin olarak öğrenecek kadar zehirleri bunlardan ayırmayacak olursa, bilgisizliği yüzünden, onları gıda ve ilâç sanarak, almak ve telef olmak tehlikesinden kurtulamaz _Şiir sanatı konusunu ele aldığında şiiri bilgi felsefesinin önemli bir konusu haline getiri, zira şiire bir amaç oluşturur. Bu amaç tahayyül, yani bir nesnenin hayali bir resminin zihinde canlandırılmasıdır. Şiiri bu özellikleriyle ilk ele alan müslüman filozof Farabi olmuştur ve bu tahayyül düşüncesi islam aleminde şairane taklit konusunda sonraki yorumların köşetaşı olmuştur.[71] Böylece şiirin psikolojik temelleri üzerinden ilerleyerek din ve safsata konularındaki rolünü de açıklığa kavuşturur. _Diyalektik, safsataları yok ederek, kanıtlarla ikna etme sanatıdır. __ _Doğa Felsefesi_ _Farabi'de doğa felsefesini metafizik ve psikolojiden ayırmak oldukça güçtür. Fizik ile metafizik, hem gökler hem de akıllar aracılığıyla iç içe geçer. _Sudûr teorisi_ _Farabi, diğer Meşşai filozofları ve ilk İslam ansiklopedistleri sayılabilecek İhvan-ı Safa aydınları gibi, ilk olarak Plotinus tarafından geliştirilmiş olan sudûr teorisini kabul eder. Buna göre tanrının taşması ile alemler/felekler/gökler ve akıllar oluşur. Farabi'nin eserlerinde açıkladığı sudûr teorisi Batlamyusçu yer-merkezli bir kozmoloji ile metafizik karışımı bir teoridir.[75] Yani teori hem evreni hem de "yaratılış" anlayışını açıklar. Farabi'ye göre Tanrı'nın alemi yaratmasını sağlayan şey Tanrı'nın aklî faaliyetidir. Tanrının kendini düşünmesinin (tefekkür) bir sonucu olarak Tanrıdan ikinci bir akıl oluşur yani "sudûr" eder. Ortaya çıkan bu akıl hem kendini düşünür hem de kendisini yaratan Tanrı'yı yani ilk aklı düşünür. Tanrıyı düşünmesi sayesinde ortaya bir üçüncü akıl çıkar kendini düşünmesi sayesinde ise ilk semâ (felek), yani en dıştaki küre oluşur. Üçüncü akılın da aynı şekilde ilk aklı düşünmesi sayesinde dördüncü bir akıl, kendisini düşünmesi sayesinde ise ikinci semâ ortaya çıkar. Bu küre ise yıldızlardan oluşan küredir. Bu süreç tekrarlanır ve Tanrı'dan başka on akıl ile sıra ile iç içe Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür semâları oluşur, en son olarak da ay-altı alemimiz, yani dünya oluşur. Teorsinin iskeletini kozmoloji sağlar. Batlamyus kozmolojisinde âlemin, ortak merkezi dünya olan bir dizi kürelerden oluştuğu kabul edilir. İlk sema olarak adlandırılan en dıştaki küre, beş sabit yıldızdan oluşan bir küre ve Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür ve nihayet Ay küreleri.[75] Ay küresi (felek) yer-merkeze en yakın küredir. Bu kozmolojik iç içe küreler dizilişi iskeleti oluştururken, ilahiyat da içeriği oluşturur. Farabi gökleri(alemler, felekler) akıllar kuramına ve metafiziğe bağlar. Farabi'nin doğa görüşü oldukça deterministtir. _ Hristiyanlıktaki teslis anlayışına yaklayan Plotinus'un üçlük (Bir/Allah, akıl, ruh) eğilimini Farabi'nin kabul etmesinin bir çelişki olduğunu, Vahdaniyetçi, yani Tanrı'nın birliğine inanan bir müslüman filozof olan Farabi'nin bu teslisi reddetmesi gerektiğini söyler. Çünkü akıl ile Allah arasında epey büyük bir mesafe vardır.[77] Ancak Farabi bu sayede fizik ile metafiziğin iç içe geçmesini sağlamış ve Farabi metafiziği Musa ibn Meymun yoluyla Spinoza felsefesinin oluşmasını sağlamıştır _Sevanî (ikinci mevcutlar) ve çokluğun oluşu hakkında : İlk mevcudtan, ikincisinin vücudu taşar. Bu ikincisi dahi asla cisimleşmemiş ve maddesiz bir cevher olup kendi zatını ve ilk varlığı akleder. Kendi cevherinden aklettiği şey, zatından başka bir şey değildir. İlk mevcudu akletmesi dolayısıyla, ondan bir üçüncünün gelmesi gerektir. Kendine mahsus zatiyle cevherlenmiş olduğundan ondan birinci semanın gelmesi gerektir. Üçüncüsü dahi maddesiz olup cevheri itibarıyla akıldır. Kendini ve ilki akleder. Kendi hususi zatiyle cevherlenmiş olduğundan, ondan sabit yıldızlar kümesinin gelmesi lâzımdır. İlk mevcudu akletmesi dolayısıyla ondan bir dördüncünün gelmesi gerekir. Bu da maddesizdir; hem kendini hem ilk mevcudu akleder. Kendi hususi zatiyle cevherlenmiş olmakla ondan Zühal küresinin gelmesi lâzım. İlk mevcuda akletmesi dolayısıyla, bir beşincinin vücudunu muktezidir. Bu beşincisi dahi, maddesiz olup kendini ve ilk mevcudu akleder; kendi zatiyle cevherlenmiş olduğundan, ondan Müşteri küresinin gelmesi lâzımdır ki bunun da vücudu maddesiz olup kendi zâtını ve ilk mevcudu akleder; kendi zatı ile cevherlendiğinden ondan Merih küresinin gelmesi lazım. İlki akletmesi dolayısıyla ondan bir yedincinin gelmesi gerekir. Bunun da vücudu maddesiz olup kendini ve ilk mevcudu akleder. Kendi zatiyle cevherlenmiş olmakla, ondan güneş küresinin gelmesi lâzım. İlk mevcudu akletmesi yüzünden ondan bir sekizincinin gelmesi lazım. Onun da vücudu maddesiz olup kendini ve ilk mevcudu akleder. Kendi hususi zatiyle cevherlendiğinden, ondan Zühre Küresinin gelmesi lâzım. Bunun da ilk mevcudu akletmesi dolayısıyla, ondan bir dokuzuncunun gelmesi gerektir. Bu dahi maddesiz olup kendi zatını ve ilk mevcudu akleder. Kendi zatiyle cevherlenmiş olduğundan ondan Utarid küresinin gelmesi lâzım. İlk mevcudu akletmesi dolayısıyla, kendisinden bir onuncunun gelmesi icabeder. Bunun dah, vücudu maddesiz olup kendi zatını ve ilki akleder. Kendi zatiyle cevherlendiğinden ondan kamerin gelmesi lâzım. Bunun da ilk mevcudu akletmesi yüzünden kendisinden onbirincinin gelmesi icabeder. Bu onbirinci de maddesiz bir vücud olup kendi zatını ve ilk mevcudu akleder. Fakat bunun vücudunu hâsıl etmek için, madde ve mevzu'a hiç ihtiyacı olmayan şeyler burada son bulurlar. Onlar mufârık (maddeden ayrı) olup cevherleri itibarıyla hem akıldırlar hem mâkuldürler. Kamer küresinin yanında samevî cisimler sona erer. Bunlar, tabiatleri icabı, devrî hareketle dönerle *********** Aristo Metafizik Büyük Şerhi İbn-i Rüşd _Aristoteles der ki: _Tabiat, bir çeşit Cevher'dir. Hakikat bakımından kullanılan ilk tabiat, kendisinde ve kendi özünde hareketin ilkesi bulunan şeylerin cevheridir. Tabiat aynıyla tabii şeylerin hareketlerinin ilkesidir ve onlarda ya bilkuvve ya bilfıil yayılmış/açılmış olarak bulunur. _Tabiat, doğmuş şeyin sanki herhangi bir doğan şeymiş gibi olmasıyla aynı türde kullanılır. Yine doğan şeyin, ilk olarak kendisinden doğduğu ve kendi içinde olan şeye de tabiat denilir. Yine tabii şeylerin her birindeki ilk hareketin kendisinden oluştuğu ve hakikatiyle şeylerin içinde olana da tabiat denilir. Örneğin cenin gibi başkasında dokunma veya kaynaşma ile gelişip büyüyen her şeye doğuyor denilir. Yine tabii şeyin varlığı ve oluşu kendisinden olan ilk şeye tabiat denilir ki oluş sırasında onun kuvvetinde değişme ve intikal olmaz. Örneğin heykelin ve tunçtan şeylerin tabiatı tunçtur ve ahşap, ahşap şeylerin tabiatıdır denilmesi gibi. Öteki şeyler de böyledir. Yine tabii şeylerin cevherine başka bir türde tabiat denilir. Örneğin 'tabiat ilk terkiptir/bileşimdir' diyenler gibi. Veya tıpkı Empedokles'in dediği gibi, mevcutların tabiatı karışım ve sadece karışmış şeylerin değişmesinden başka bir şey değildir. İnsanlar bu şeylere tabiat ismini verirler. Bu nedenle tabiat bakımından veya oluşu ve varlığı kendisinden olan bir şeyden oluşana sureti ve misali olmadıkça bir tabiatı vardır demeyiz. Suret ve cevhere de tabiat denilir. İşte bu oluşun nihayetidir. _Tefsiri : _Aristoteles demek istiyor ki: tabiat; doğanın doğuşuna ve içinde büyüdüğü şeyden yaratılışı ve suretiyle ayrı olarak büyüyenin büyümesine söylenir. Örneğin ceninler, meyveler ve tohumlar gibi. Oluşanlar da kendiliğinden bu cinse dahil olur. Önce yok iken sonradan zuhur edip tebarüz eden her şeye tabiat denilir. _”Cenin gibi başkasında dokunma veya kaynaşma ile gelişip büyüyen her şeye doğuyor denilir." Bu sözüyle : Başka bir şeyde büyüyen ve ona ya temas ile veya kaynaşma ile bitişen bütün şeylere doğuyor denilir. _Tabiat isminin bu tarz kullanımı fizikçilerin kullandığı şekliyle tabiat isminden daha geneldir. İbn Sina onun varlığına burhan getirenin metafizik alimi olduğunu ve fizikçinin de ondan tabiatın varlığını doğru kabul ederek aldığını düşünüyordu ki biz tabiat ilminde durumun onun zannettiği gibi olmadığını açıkladık. _”Dokunma ve kaynaşma arasında bir ayrım vardır. Zira dokunan şeyin dokunmadan başka bir şey olması zorunlu değildir. Kaynaşanda ise her iki taraf için de bir şey vardır.” [Bu sözüyle şunu kasteder:] Temas edenin tamamı kendisine iştirak ettiği şeyle aynı olmaz. Kaynaşmış olan ise kaynaştığı şeyle aynı olur ve ona kaynamış olarak iştirak eder veya iki kaynaşmış şey olur. Yani kendilerine ortak olan bir şeyle kaynaşırlar ve bu şeyle tek bir şey haline gelirler. _Tabiatı değişmeksizin şeyin oluşmasını sağlayan unsura da tabiat denilir. Örneğin heykelin kendisinden oluştuğu tunç gibi. Zira heykel kendisinden oluştuğu zaman tunç, tunç olarak kalır. Aynı şekilde ahşaptan yontulmuş şeyde de ahşap doğası kalıcıdır. _Aristoteles daha sonra der ki: "Yine tabii şeylerin cevherine başka bir türde tabiat denilir. Ôrneğin 'tabiat ilk terkiptir/ bileşimdir' diyenler gibi. Veya tıpkı Empedokles'in dediği gibi, mevcutların tabiatı karışım ve sadece karışmış şeylerin değişmesinden başka bir şey değildir." [Bu sözleriyle şunu kasteder:] Yine üçüncü bir türde tabiat, tabii şeylerin cevheri olan ve 'o nedir?' sorusunun cevabı olarak verilen suret için kullanılır. Kim unsurların karışım olmadığı fakat unsurları olan şeyde bilfiil mevcut olduğunu kabul ederse onun nezdinde unsurlardan doğan şeyin sureti ancak terkip ve şekille olabilir. Tıpkı taştan ve tuğladan oluşan ev gibi. Aristoteles'in başka bağlamlarda ondan rivayet ettiği üzere gerçek karışıma inanmamaktadır. Ne ki o karışımla terkibi/ bileşimi kastetmektedir. _ [Aristoteles daha sonra der ki:] "Suret ve cevhere de tabiat denilir. lşte bu oluşun nihayetidir. Suretler ve bütün cevherler için tabiat denilmesi ismin onlara eklenmesi nedeniyledir. Çünkü tabiat da bir çeşit cevherdir. " [Bu sözüyle şunu kasteder:] Tabiat ismi, suret ve diğer cevherlere yani madde ve madde ile suretin toplamı olan cevherlere şeyin hakiki isminin onda kendisinden bir anlam bulunmasına göre şeye eklenmesi bakımından söylenir. Çünkü hakiki tabiat ismi ancak suret olan cevhere özgüdür. Bir cinse veya türe izafetle tabiat imini söylendiği diğer cevherlere gelince, bunlarda ilkine göre tehirli olarak ve ismin sebepten sonuca nakledilmesi yönünden söylenir. _Tabiat, aynıyla tabii şeylerin hareketlerinin ilkesidir ve onlarda ya bilkuvve ya bilfiil yayılmış/açılmış olarak bulunur. Bu sözleriyle şunu kasteder: Söylenenlerden açıkça şu ortaya çıkmıştır: Tabiat ismi öncelikli olarak ancak suret olan cevhere söylenir ki bu suret tabii şeylerde bizzat ve öncelikle hareketin ilkesidir. Heyulaya ise ancak bu tabiatı kabul ettiği için tabiat denilir. ___ _Cevher Hakkında_ _Aristoteles, Cevher hakkında der ki: _Toprak, ateş, su ve buna benzer basit cisimlere kısaca bütün cisimlere ve onlarla kurulan canlılar, putlar ve bunların organlarına cevher denilir. Hayvanın nefsi de cevherdir. Yine cevher, hayvanın bütün organlarına, bir şeye delalet(kılavuz) eden tanımları olan şeylere ve yokluğuyla bütünün yok olduğu şeylere denilir. Yine cevher her şeyde şeyin neliğine delalet edene de denir bu şeyin kelimesi/fiili onun tanımıdır. İşte bu, şeylerin her birinin cevheridir. _“Taşta, Hermes'in misali vardır." Bu sözüyle şunu kasteder: Aynı şekilde cevherde ve surette de bilfiil ve bilkuvve mevcut bulunur. Zira taşta Hermes sureti bilkuvve ve bilfiil bulunur. Falanın tabiatında Hermes suretini kabul etme kuvvesi bulunması şeklinde bilkuvve olur veya onu kabul ettiğinde bilfiil olur. _Aristoteles: "Zira bütün bunlara bir konuya söylenmedikleri için cevher denilir dahası diğer başka şeyler onların üzerine söylenir.” Şöyle demektedir: Cevher öncelikle bir şeye söylenmeyen ve bir şeyde bulunmayan ve fakat diğer şeylerin kendisine söylendiği şeye denilir ki bu ferdi cevher diye isimlendirilir. _Aristoteles : "Yine cevher başka bir türde de söylenir ki bu bir konuya söylenmeyen şeylerin varlığının illetidir. Ôrneğin hayvanın nefsi gibi. " [Bu sözüyle şunu kasteder: Nefıs sahibi olanın nefsi gibi. Nefsi örnek vermesinin asıl nedeni basit suretlerin hilafına bilfiil cevherde suret olmasıdır. _ Aristoteles daha sonra der ki: "Ve yokluğuyla bütünün yok olduğu şeylere denilir. Örneğin bazı insanların kabul ettiği gibi yüzeyin cismi ve çizginin yüzeyi gibi. " [Bu sözüyle şunu kasteder:] Bazen cevher tanım bakımından hissedilir şeylerden önce gelen şeylere söylenir. Hissedilir şeylerin cevherleri olduğuna inanmaktadır. Çünkü zihin onları yok saydığında hissedilir şeyler de onlarla birlikte ortadan kalkar. _Türde ayniyet eğer cevherde olursa buna 'mümasil' denilir; eğer nicelikte olursa buna 'müsavi' denilir; ve eğer nitelikte olursa buna da benzer (şebih) denilir. Şebih de birden çok yerde kullanılır/yüklemlenir. ___ _Metafiziğin Birinci Makalesi_ _Alfa – Elif_ _Aristo der ki: _Hakikatin araştırılması bir açıdan zor, diğer bir açıdan ise kolaydır. Bunun delili şudur: Hiç kimse hak ettiği ölçüde ona erişmeye güç yetirememiş, diğer taraftan insanların tümü de ondan uzak kalmamıştır. _Bütün idrak edenlerin bu idrak ettikleri toplandığında toplamı belli bir miktarı bulmuş olur _Zorluk iki yönden olduğunda zorluk şeylerin dış dünyadaki varlığı yönünden değil sadece bizden kaynaklanır. Şöyle ki nefsimizdeki aklın, tabiatta son derece açık olana göre hali, güneş ışığı karşısında yarasanın gözlerinin hali gibidir. _Tefsir : Bu sözüyle şunu kastetmektedir: Zorluğunun delili şudur; hiçbir insan yoktur ki bu konuda gerekli olan miktarın araştırılmasında kendisine başkası ortaklık etmeksizin hakikate ulaşmış olsun. Kolaylığının delili ise, insanların tümünün ondan uzak kalmamış olmasıdır _Bizi hakikate ulaştıran bir yol vardır ve hakikatin idraki çoğu şeyde imkansız değildir. Bunun delili şudur: hakikati bilmeye duyduğumuz iştiyaktır. Zira hakikatin idraki imkansız olı o saydı onu arzulamak/şevk batıl olurdu. Cibilliyet ve yaratılışın aslında olan hiçbir şeyin batıl olmadığı [genel olarak] kabul edilmiştir. …… _Sözleri_ _Akla uygun olmayan şey dine de uygun olmaz. _Nerede olursak olalım ilim ana yurdumuzdur, bilgisizlik yabancı bir yer. _Fikirlerin kanatları vardır, kimse insanlara ulaşmasını engelleyemez. _Kimseden daha iyi olmadığınızı anlayacak kadar mütevazı, herkesten farklı olduğunuzu kavrayacak kadar bilge olun. …… ___ _Önsöz_ _Şarihler Şarihi Aristoteles Şarihi İbn Rüşd_ _O bütün dönemlerin En Büyük Şarihi olarak kabul edilmiş ve şerhleri Aristoteles felsefesi tarihinin en önemli kaynağı olmuştur. _Doksografık yöntem: _Aristoteles'in bütün kitaplarında görülen ve onun zamanı için yepyeni bir uygulama olan doksografık yöntem, filozofun kendinden önce gelenlerin düşüncelerini kendi diliyle ve kendi felsefesinin bir önsezisi olarak ortaya koyması yöntemi olarak nitelendirilir ki bu nokta İbn Rüşd'ün Metafiziğin Büyük Şerhinde Aristoteles'i kendinden öncekilerin şarihi olmakla nitelendirmesi şarih olarak İbn Rüşd'ün yönteme dair bakış açısını yansıtması açısından ve şerh geleneğinin Aristoteles'ten sonra formelleşmesinin açıklığa kavuşması açısından oldukça önemli bir noktadır. Aristoteles, Thales'ten Platon'a kadar kendinden önceki filozofların düşüncelerini ortaya koyarken sadece bir aktarma eylemiyle yetinmemekte buna ilave olarak kendi felsefi sistemine taalluk ettiği ölçülerde eleştirel bir tavır da sergilemektedir. Ancak bu eleştirel yaklaşımının amacı salt eleştiri veya bir tür tarihcilik değil kendi düşünce sisteminin alt yapısını oluşturmak ve buna karşı yöneltilebilecek eleştirileri de önceden bertaraf etmektir. Bu olgudan hareket edildiği zaman Şerh yapmanın felsefe yapmanın bir tarzı olarak kabul edilmesi çoğu zaman dikkatlerden kaçmış olan bir şeydir. Halbuki felsefenin tarihi, özellikle Aristoteles'ten sonra ve Helenistik dönem boyunca şerh yapma üzerine kurulmuş ve zaman zaman filozof sayılmanın ölçütü, şerh yapmak olmuştur. Aristoteles mirasının söz konusu bu şerhlerle birlikte müslüman düşünürleri etkilediği dikkate alındığı zaman İslam felsefesinin oluşum ve gelişiminde etkili olan temel dinamiklerden biri ortaya çıkmış olmaktadır. _Şarihler ayrıca Aristoteles'in söylediklerini peşin olarak, kabul ya da reddetmek zorunda olmayıp onu tarafgirliğe sapmadan derinliğine değerlendirme imkanına da sahiptirler. _Aristoteles felsefesini, onun iç bütünlüğünü koruyacak şekilde yeniden inşa etmeyi amaçlamış olan Filozofumuza göre, Aristoteles öğretisindeki hatalar yalnızca tercüme hatalarından kaynaklanmayıp aksine genel anlama ilkelerine de bağlıdır. İbn Rüşd şarihlerin hatalarının baş sebebinin mezhebi kuşatıcı külli bir bakışla kavramayıp cüzilerde kalmaları olduğunu düşünmüştür. Yine ona göre makaleler, önceki sonrakini gerektirmesi bakımından ve külli bir kasıt, genel bir nazariye, aralarındaki dahili bağlantı ile birbiri ardınca dizilmektedir. _O, sanki metafiziğin mantık ve tabiat ilmiyle bağlantılarını özenle kurarak Aristoteles sisteminin bütünlüğünü hiç bozulmayacak şekilde yeniden sağlamaya gayret eder gibidir. _Onun ortaçağ ve Rönesans Batı dünyasına etkileri, neredeyse bütün eserlerinin çeşitli dillere çevrilmesi sonucunda değişik alanlarda ve bazen ikircikli durumlara da yol açacak şekilde, geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. _Batılılar İbn Rüşd için par Excellence yani türünün mükemmeli veya Büyük Şarih gibi isimler vermiş ve değişik şekillerde onun düşünce sistemini kendi tasavvurlarının bir parçası haline getirmeye çalışmışlardır. _13. yüzyıla kadar geri götürülebilecek ve 17. yüzyıla değin sürecek olan değişik yoğunluklardaki Latin İbn Rüşdçülük akımıdır. Batılı bilim adamlarının değişik fikirlerinden etkilendikleri İbn Rüşd'e dair yorumlamaları her ne kadar orijinaline uygunluk tartışmaları her zaman yapılagelmiş olsa da bazı fikirler etrafında ekoller oluşmasına yol açmıştır ki bu ekoller İbn Rüşdçü ekoller olarak tanımlanmıştır. _Onun felsefesi basit bir Aristoteles şarihi olarak algılanmasının gölgesinde kalmış olsa da İslam felsefesi geleneğinde Gazali tarafından başlatımış olan Tehafüt tartışmalarının doğrudan bir tarafı olması sebebiyle yine de belirleyici olmuştur. _Camiler, İbn Rüşd'ün Aristotelesciliğini ilk olarak ortaya koyduğu eserleridir. İbn Rüşd'ün diğer tüm eserlerine oranla camileri eşsiz yapan şey ilim ve felsefeyi burhani hale getirme çabasıdır. Buna göre, Camiler aynı zamanda kadim metinlerin yeniden inşasıdır, yani orijinal metinlerin sistemini ve konu sistematiğinin değiştirilerek kısaltılmasıdır. _Filozof, Aristoteles'i neredeyse kusursuzlukla nitelemektedir. İbn Rüşd'ün bu büyük savunuculuğu, gerçek felsefe olan Aristoteles felsefesinden insanları uzaklaştıran sapmaya karşı bir kefaret olduğu gibi, bizzat İbn Rüşd'ün Aristoteles'in düşüncelerini daha önceki camilerinde yanlış anlamalarına karşı da bir keffarettir. _Telhis'ler, kayıp Aristotelesciliğin yeniden ortaya konulmasını müjdeleyen bir hamasete sahiptir. Telhisler, hepsinden önemlisi Büyük Şerhlerin ayırıcı özelliği olan lafzın şerhi tarzında bir şerh olmayıp aksine, bunun karşısında Aristoteles metninin anlam ve içeriğinin telhis ve şerhidir. Telhislere en yakın yazım türü olan makaleler ise İbn Rüşd mirasının yaklaşık yarısını oluşturur. _Büyük şerhler ya da tefsirl
··
963 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.