Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

_Her seçiş bir vazgeçiştir. _Sonunda kendim olabilmek için, değişiyorum. _Ezilenler arasında din adamı yoktur. Din adamları, ezen sınıfların asalaklarıdır. _Oy verdiğiniz hükümet soykırım işlerken siz kurban değilseniz, o zaman kesinlikle işkencecisiniz. _Hepsi birden aynı şeyi düşünmeye neden bu kadar önem veriyorlar. _Düşünmek için zaman bırakırsa düşüncemi değiştireceğimden korkuyor herhalde. _İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. _İntihar kaçış değiI, reddediştir. _Ölmek yaşamımızın bizsiz devam etmesidir. İnsan ne değilse odur ve neyse o değildir. _Kendi ölüm cezanızın size bildiriminden infaza kadar geçen süre mi, yoksa infazın kendisi mi bir cezadır? _İnsanlar kahramanları oynuyorlar; çünkü korkaklar. Azizleri oynuyorlar; çünkü kötü ruhlular. Suikastçıyı oynuyorlar; çünkü yanıbaşlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar. İnsanlar oynuyorlar; çünkü doğuştan yalancılar. _Gülmüyorum, gösterdiği yakınlığa karşılık da vermiyorum. O zaman, gülümsemesini kesmeksizin, gözbebeklerinin korkunç ateşini üzerime dikiyor. Birkaç saniye, konuşmadan birbirimizi gözden geçiriyoruz. Gözlerini kısarak süzüyor beni. Sınıflandırdığı belli. Salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir tiksinti kaplıyor. Ne işim var burada? _Hayat üç bölümdür: Dünyayı değiştireceğini sandığın, dünyanın değişmeyeceğine inandığın ve dünyanın seni değiştirdiğinden emin olduğun bölümler. _Düşünce özgürlüğünden yoksun olmak düşündüğünü söyleyememek değil hiç düşünememiş olmaktır. _Şu ölümlü dünyada insanın yalnızca iki buçuk dakikası vardır: biri gülümsemek için, biri acı çekmek için ve yalnızca yarım dakika sevmek için. Çünkü sevmeye ayrılan bu son dakikanın ortasında ölür insan. _Başkalarının gözünden kendisine bakarak, kendisine hayranlığı artan, kendisine saygıyı başkalarını ezerek ifade eden, kendini beğenme ve yüceltme ile hiçliğini kim’le değil ‘ne’ ile tanımlayan… _Hamile bir kadın mı bilir anneliğin ne olduğunu yoksa jinekolog mu? Dünyanın bütün ebelerini, doğum uzmanlarını toplasanız bir tane “annelik tecrübesi” eder mi bildikleri? Yaşanmayan bilgi, nasıl diyelim? Malümattır. Vardır, gereklidir ama bir çeşme fotoğrafı gibidir. O çeşmenin altına yatıp kana kana su içen mi bilir kaynak suyunun ne olduğunu, yoksa laboratuarda kalsiyum, magnezyum vb ölçen kimyacı mı? İdamınızı beklemek mi yoksa idam edilmeniz mi daha korkunçtur. Everest dağına tırmanmak mı yoka izlemek mi daha eğitici ve eğlencelidir. _Tarihçi Bernard Lewis İslâm tarihi konusunda birçok Müslümanı geride bırakır. Kur’an, hadis külliyatı… hatta fıkıh! “Filan asırda filan yerdeki kadı şu cezayı verdi” diye başlayan cümlelerle adamı hayret içinde bırakır. Ama hidayete ermemiştir. İslâm “bilgisi” sizden bizden 100 kat fazladır ama o iman ateşinin başına oturup ısıtamaz ellerini. _Kimileri için bir hiçken başkası için her şeysin. Her şey olmayı umarken, bir bakıyorsun ki, hiçsin. "Hiçlik” varlığın deliğidir, kendindenin çökmesiyle Kendisi-için meydana gelir. Delik, kendimi içine akıtarak varlığımı hissetmemi sağlıyor. Doldurma eğilimi. Hayatımızın önemli bir kısmını delikleri tıkamakla, boşlukları doldurmakla geçiriyoruz. _Yazmak, özgürlük istemenin bir biçimidir. _Bir Türk’e ‘Bandırma Vapuruyla başladı mücadelemiz’ dediğinizde birçok şey anlatabilecekken, bu cümle bir Kanada vatandaşına hiç bir şey anlatmaz ve bu bakımdan eğer dil eksiksiz kullanılacaksa yazılan her metnin tüm dünyadaki insanların anlayabileceği düzeyde etraflıca yazılması gerektiğinin altını çizer. O’na göre bu hiçbir zaman mümkün olamayacaktır. _Ressam dilsizdir: Size gecekondu sunar, hepsi bu; orada dilediğinizi görmek sizin elinizdedir. _Bir sürü hayvanı olduğumuz için topluluğa zarar verecek olan herhangi bir şeyden kaçınmamızı sağlayan “vicdan” güdüsü, algılarla sınırlandırılmış bir hayal gücü, işte özgürlüğün sınırları. Bir de buna toplumsal denetim mekanizmalarını eklersek, insanın özgürleşmekten çok tutsaklaştığını düşünebiliriz. _İnsan ne zaman özgür olur? Öldüğü zaman mı? Beden tüm işlevlerini kaybedip, zihin kendi içinde kaybolduğunda mı? Duygular, düşünceler, bu kelimeler, hepsi özgürlüğü kısıtlayan oluşlar değil mi? _Doğadan kopuyorum, sürümden kopuyorum, kendi bedenimden, varlığımdan, kendi aklımdan kopuyorum. Bir kelime, tanımsız bir şekil, kişiye göre değişen bir yanılsama, uğruna canlar verilen, canlar alınan bir ihtimal için tüm hayatımı bir boşluğa bırakıyorum. Özgürlük uzak, dalgalanıyor, bir ebru gibi salınıyor, renkler birbirine giriyor, onun gerçekliği benim gerçekliğim, onun sahteliği benim sahteliğim… Benim sahteliğim. Benim sahteliğim. Sessizlikten korkup bir cd koyuyorum, hoparlörden fado yükseliyor, biraz rahatlıyorum. _Bir dindar tüm insanlık için ideal olarak gördüğün için emirlere itaat etmez. Emir-komuta zincirini bir halkası olmak işine geldiği için itaat eder. Genel olarak çelişkisiz bir biçimde kendini ortaya koymadıkça insan, insanlık için ideal olanı yapamaz…. _İnsan, özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Şöyle: Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. İnsan özgür olmaya mahkumdur. _Cellatlarına saygı duyan kurbanlardan nefret ederim. _Birbirinden uzak kalmak, birlikte olmanın yalnızca başka bir çeşididir. _Marksizm hümanizmdir. _İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir. _Var olan her şey, nedensiz ortaya çıkar, zavallılığı yüzünden varoluşunu sürdürür ve rasgele ölür. _Umutsuzluk; insanoğlunun kendine karşı hazırlayabileceği suikastlerin en korkuncudur, umutsuzluk manevi bir intihardir. _Demek cehennem bu. Hiç aklıma getirmezdim böyle olacağını… Acı, ateş, kızgın ızgara hepsi sizsiniz demek… Ne gülünç şey! Kızgın ızgaranın ne gereği var: Cehennem başkalarıdır. _Varoluş özden önce gelir. İnsan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Şöyle: Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirlenme yolu kapanmaz, her zaman açıktır. _Her şeyi ciddiye alıyordum, sanki ölümsüzmüşüm gibi. _İnsan yalnız yaşayınca bir şey anlatmanın bile ne olduğunu unutuyor: dostlarla birlikte inanılabilir şeyler de ortadan kayboluyor. Olaylar da öyle. İnsan onlara da aldırmaz oluyor. Bir bakıyorsunuz konuşan insanlar çıkıyor ortaya, bir bakıyorsunuz çekip gidiyorlar. Başını sonunu duymadığınız hikayelere dalıyorsunuz. Duyduğunuzu anlatın deseler kötü tanıklık edersiniz _İnsan sadece vardır. Belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. Önce var olur sonra kendi kendini gerçekleştirir. ******* _Varlık ve Hiçlik_ _“Hiç / Yok / Boşluk” olan şeyler de var mıdır? Meselâ kredi kartı borcunuz var mı? Yani (orada olması gereken) paranız yok mu? Bankadaki Hiç para. Sizi arayıp sormayan o vefasızın etmediği Hiç telefonlar. Hiçlik, boşluk ve yokluk… İlk bakışta bir kelime problemi gibi. Oturmanın tersi kalkmak, sıcağın tersi soğuk, vs. Ama göründüğü kadar simetrik değil bu görünmeyen “varlıklar”. Neden? _Bir çömlek kilden yapılır ama içindeki boşluktur onu kullanışlı yapan. Evlerin duvarları vardır ama o duvarlardaki deliklerdir evi oturulabilir kılan yani, kapılar, pencereler ve odalardır. İnsan nesnelere biçim verir ama anlamı veren boşluktur. Eksik olan varlık sebebini verir. _Yazarın amacı her insanda olan bir tür “derin korkuya” dikkat çekmek. Yani objesi olmayan, örümcek korkusu, köpek korkusu olmayan bir korku. 2 dünya savaşında baskı altında nasıl davranacağım? Bir korkak? Kahraman? Bir hain? _Uçuruma düşmekten değil kendimi uçuruma atmaktan korkuyorum. _Suya yansıyan ağaçlar, yerdeki kâinatın eksik mevcudiyeti “gerçek” Kâinat’ın da “gerçek” olmayabileceğini getiriyor aklıma. Esas soru şu: Ya bedenimi kuşatan Kâinat’tan daha “gerçek” bir Kâinat varsa? 5 duyumdan daha “gerçek” duyularla “görülebilen” bir Kâinat? O zaman biyolojik hayatımı sürmekte olduğum bedenim ve Kâinat’ın geri kalan kısmı da bir yansımadan ibaret olmaz mı? Tıpkı suda ayın yansımasına bakan adamın Ay’ın ışığını değil Güneş’in ışığını gördüğünü idrak etmesi gibi, yansımanın yansımasından güneşin hakikatine AKIL yoluyla erişmek, gözün görmediğini AKIL ile “görmek”… _Sartre Varlık ve Hiçlik’e “kendi-için-varlık” ile “kendinde-varlık” arasında bir ayrım yaparak başlar. “Kendi-için-varlık” terimiyle kastedilen “bilinç”tir. Kendinde-varlık’tan kasıt ise bilincin dışındaki gerçekliğin zeminidir. Bilinçte bilincin kendisi olmayan bir varlık ifşa olur Sartre’ın Kant’tan farkı şudur: Dünyanın bilince belirişi bir fenomenler dünyasının kendisini göstermesi değildir, insani bir dünyanın ortaya çıkması, “insan gerçekliği”nin açılmasıdır. _Everest dağına tırmanmayı hedefleyen kişi önüne çıkacak engelleri de göze almış, seçmiş demektir. Oysa Everest’in karlı tepelerini seyretmekle yetinen bir kişinin dünyasında böyle engeller gerçekten bulunmaz. _Dünyaya atılmış olarak kendimi belli olguların içinde bulurum: sınıfımı, ailemi, cinsiyetimi, ırkımı, milletimi kendim seçmemişimdir örneğin. Başıma doğal felâketler gelebilir, tacize, tecavüze uğrayabilir, zulüm görebilir, yoksulluk, açlık çekiyor, işgal altında yaşıyor olabilirim. Tüm bunlardan ben sorumlu olabilir miyim? _Sartre’ye göre eğer intihar etmiyorsam veya kaçmıyorsam içinde bulunduğum durumu seçmiş olurum. Ölmek veya kaçmak şansım her zaman vardır. Ama eğer ölmüyorsam, gitmiyorsam, yaşamaya devam ediyorsam, içinde bulunduğum durumda olmayı seçmişimdir. _Mağduriyet özgür özneyi, sorumluluğun öznesini ortadan kaldırır. Mağdurun sorumluğunu başkaları alır. Bu sorumluluğu kimse almadığında da mağdur ortada kalır. Sartre’a göre direnebilmek için özgür olmak gerekir. Kendisi-için-varlık “ne ise o değil, ne değilse odur. _Sartre hiçliğin dünyaya bilinç sayesinde girdiğini söyler. Hiçliği dünyaya sokan bilincin (kendisi-için-varlık) kendi hiçliğidir. O hâlde insanın gerçekliği varlık ile hiçlik’in bir sentezidir. Hiçlik varlığı kuşatır ve dünya onun sayesinde taslaklaşır, konturlarını kazanır. İçinde yaşadığımız dünya varlıkların olduğu kadar yoklukların dünyasıdır. _Hareketleri canlı ve kararlı, biraz fazla emin kendinden, biraz fazla hızlı, müşterilere doğru attığı adımlar biraz fazla kesin. Masaya eğilirken biraz fazla aceleci, sesinin tonu ve bakışları ile abartılı bir alâka gösteriyor müşterinin siparişine. Ah! İşte geri geliyor, bir robotu taklit eder gibi, elindeki tepsiyi tutuşu ip cambazlarını hatırlatıyor. Rol yapıyor sanki. Ama ne rolü yapıyor? Fazla incelemeye gerek yok, garson rolü oynuyor. _Dünyanın kendinde varlığı ("kendinde şey"), insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, "kendi-için-şey"dir ve o hiçlikle ortaya konur. _İnsan bilincinin farkındalık sahibi olmayan, kesin ve farkındalık sahibi olan, değişken yönlerini ele alır. Bilincin etkisiyle gerçekleştirilen eylemlerin ve seçimlerin kişinin kim olduğunu belirlediğini söyleyen…. _Varlık ve hiçlik’, aklın kategorilerine göre değil, varlığın kategorilerine göre yazılmıştır. _Kendi için varlık’ adını verdiği bilinçli varlıklar kategorisine yalnızca insanları ve ‘kendinde varlık’ adını verdiği bilinçsiz varlıklar kategorisine de insanın dışındaki tüm varlıkları yerleştirir. _İnsan”, “varlık” olarak, bir varoluş kazanabilmek için, ilk önce, bir “gerçekliğe” sahip olmak zorundadır. Zira, bu gerçeklik çerçevesinde ve bu gerçeklik tarafından “insan” ancak bir varoluş elde eder. Ve onu biçimlendirir. _İnsan bazen özgür, bazen köle olamaz; insan, her zaman ya tam özgürdür, ya da değildir. İnsan, özgür olmaya “mahkum” edilmiştir. _ Kendi-için”in olduğu şey olmak olduğunu söylemek, olduğu şey olmayarak olduğunu söylemek, onda varoluşun özü, özün varoluşu öncelediğini ve koşullandırdığını söylemek ve Hegel’in formülüne göre “öz daha önce olmuş olandır” demek, tek ve aynı şeyi söylemektir. ****** _Bulantı_ _Dünyanın kendinde varlığı, insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. _Antoine, yalnız yaşayan, otuzlu yaşlarında, hiçbir şey yapmak istemeyen ve buna olanak verecek bir yıllık geliri olan, alışkınlıklarının güven verici dünyasından vazgeçemeyen ancak varlıklara farklı bir gözle bakmaya başladıktan sonra bulantı hissi yaşayan, güneşten hazzetmeyen ve karanlığı seven, bouville’de kaldığı -üç yıl- dönemin ardından paris’e gitmeye karar vererek hayatına yeni bir yön vermeyi amaç edinen, oysa yeni bir başlangıçtan ziyade edilgenliği ve kaçış’ı tercih ettiğinin de farkında olan bir karakterdir. Sokaklardan, lokantalardan, kalabalıklardan, pazar gününden, yaşlanmaktan, aşıklardan, taşlardan, çocuklardan, ağaç köklerinden, gün ışığından, ideallerden, kendinden, istek ve arzulardan, yalanlardan, hırslardan tekmili birden tüm varoluştan tiskindiren evet tiskindiren şey: bu insan malının karar verme-tercih yapma zorunluluğudur. Bu, dünyanın özündeki kendiliğindenliğin anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır. _ Antoine 'in dünya karşısında duyduğu tiksinti, yalnızca dış dünyaya değil, kendi bedenine de yöneliktir. Varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı. Okur dipsiz gibi görünen bir kuyuya düşer. Antoine yalnız ve özgür bir insandır. Bayağılıktan ve bayağı insanlardan tiksinir. Hiçbir şey onu hayata bağlamak için yeterli değildir. _Antoine varoluşsal sıkıntılarla boğuşuyor. Bu sıkıntıların doğmasına etrafını saran nesneler neden oluyor. Yalnızlıktan ve yalnız insanlardan korktuğunu şöyle anlatıyor. "Henüz sekiz yaşımdayken Lüxemburg parkına oynamaya giderdim. Bir adam vardı. Gelip Auguste-comte sokağı boyunca uzanan parmaklığın karşısındaki kulübenin içine otururdu. Bizi korkutan bu adamın ne sefil hali nede boynunda çıkmış olan ve yakasına değen urdu. Bizi korkutan onun yalnızlığı idi."..kitapta eşyaları canlı varlıklar olarak görüyor ve etkileniyor.. 'Düşünüyorum da hepimiz şurada oturmuşuz, O değerli varoluşumuzu sürdürmek için yiyip içiyoruz. Oysa, var olmaya devam etmemiz için hiçbir ama hiçbir sebep yok. Bütün bu adamlar vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar." _Bulantı, yaşamanın ta kendisidir ve fakat bi türlü kusulamaz. _Tanrım, bugün her şey ne kadar güçle varoluşmakta! Küçük kız tecavüze uğramış. Boğulmuş. Cesedi morarmış ama hala varoluşuyor. Ne var ki kendisi varolmuyor artık. Elleri, kendisi yok. Evler arasında yürüyorum, evler arasında kaldırımın üzerindeyim; ayağımın altında kaldırım varoluşuyor; su üzerime kapanır gibi evler üzerime kapanıyor. Benim, varım, düşünüyorum öyleyse varım, varım çünkü düşünüyorum, peki niçin düşünüyorum? düşünmek istemiyorum artık ; varolmak istemediğimi düşündüğüm için varım, düşünüyorum. _Zavallı bir adamcağız varmış, yanlış dünyaya gelmiş. o da öbür insanlar gibi, parkların, meyhanelerin, ticaret kentlerinin dünyasında var olmaktaymış. ama başka yerde yaşadığına, uzun iniltileriyle yaşadığına inandırmak istiyordu kendini. Derken, aptalmış gibi davrandıktan sonra anladı, gözlerini açtı, yanlışlık olduğunu gördü: tam o sırada bir meyhanede, bir barda ılık biranın karşısındaydı. _ Masanın üzerindeki lambayı yakıyorum, gün ışığını ortadan kaldırır belki ama öyle olmuyor, tam dibinde zavallı bir ışık lekesi beliriyor. Söndürüp ayağa kalkıyorum. Duvarda beyaz bir delik var. Ayna bu. Bir tuzak. Bu tuzağa düşeceğim, biliyorum. Düştüm işte. Aynada gri bir şey beliriyor. Yaklaşıp bakıyorum, kurtaramıyorum kendimi. Yüzümün yansısı bu, yapacak işim olmadığı günlerde onu seyreder dururum. Gördüğüm bu yüzden, hiçbir şey anlamıyorum. Başkalarının yüzleri bir anlam taşıyor. Benimki öyle değil. Güzel mi yoksa çirkin mi, bunu bile söyleyemem. Çirkin galiba. Çünkü böyle olduğunu söylediler. Bana dokunan bu değil. Yüzüme böyle nitelikler verilebilmesine şaşıyorum aslında. Bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel ya da çirkin demek gibi bir şey bu. Geleceği görüyorum. Şurada, sokakta işte. Şimdiden biraz daha solgun. Gerçekleşecek de ne olacak sanki? Gerçekleşmekten ne kazanacak. İhtiyar kadın, topallayarak uzaklaşıyor, sonra duruyor, atkısından çıkan aklaşmış bir tutam saçı çekiştiriyor. Yürüyor, demin oradaydı, şimdi başka yerde. Anlayamıyorum bunu, hareketlerini görüyor muyum, yoksa önceden kestiriyor muyum? Şimdi'yi gelecekten ayıramıyorum artık, ama sürüp gidiyor bu, yavaşça gerçekleştiriyor kendini. Bir kadın görürüz, ihtiyarlayacağını düşünürüz, ama ihtiyarladığını görmeyiz. Ara sıra kadının ihtiyarladığını görüyoruz gibi gelir bize. İşte serüven duygusu budur. _Masanın üzerinde açılmış elimi görüyorum. Yaşıyor; o da ben. Açılıyor; parmaklar ayrılıp düzeliyorlar. Tersine dönmüş. Tombul karnını gösteriyor bana. Sırt üstü dönmüş bir hayvanı andırıyor. Parmaklar bacakları. Ters dönmüş bir yengecin ayakları gibi onları hızla hareket ettirip eğleniyorum. Yengeç öldü; bacakları çekilip toplanıyor, elimin karnı üzerinde birleşiyorlar. Tırnakları görüyorum. Canlı olmayan tek parçam onlar. Bir kere daha. Elim dönüyor, karnı üstü yayılıyor, sırtını gösteriyor şimdi. Gümüşlenmiş biraz parlak bir sırt. Parmak boğumlarında tüyler olamasa bir balık diyeceği geliyor insanın. Elimi hissediyorum. Kollarımın ucunda hareket edip duran bu iki hayvanda benim. _Kitaplıkta başından kötü bir şey geçmiş olduğumu hatırlıyorum şimdi. Kulak kesiliyorum. Bütün istediğim, başkalarının dertlerini dinleyip acınmak. Bu beni değiştirecek. Derdim yok benim, miras yedi gibi param da var. Patronum da, karım da, çocuklarım da yok; sadece varım, hepsi bu. _Kişioğlu hikayecilikten kurtulamaz, kendi hikayeleri ve başkalarının hikayeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikayeler içinden görür. Hayatını sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır. Ama ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek… Yaşarken başımızdan hiçbir şey geçmez. Dekorlar değişir, kişiler girer çıkar yalnız. Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur; sonu gelmez, tekdüze bir ekleniştir bu… Başlangıç olmadığı gibi, son da yoktur. Bir kadın, bir dost, bir kent, bir kere de terk edilemez. Hepsi birbirine benzer zaten. Aradan iki hafta geçince Şanghay, Moskova, Cezayir birbirinin aynısıdır. Kimi zaman (pek sık değil), durumu gözden geçirir, bir kadına bağlandığınızı, kötü bir işe girdiğinizi fark edersiniz. Göz açıp kapayıncaya kadar sürer bu. Sonra geçit yeniden başlar, saatleri ve günleri birbirine eklemeye koyulursunuz. ***** _Duvar_ _(İdam mahkumunun son gecesinin öyküsü.) _İspanya iç savaşı sırasında idama mahkum edilen pablo ibbieta varolmaya devam etmektedir. _Dava arkadaşini satar misin? Onu, ölme pahasina dahi koruyabilir misin? _En sevdiğinin ölümünü düşünerek sürekli kendine acı çektiren ama asıl amacı hayatın acı tarafıyla kendini yüzleştirmek olan ve o an geldiği zaman metanetini kaybetmekten oldukça korkan insanlara karşı; kendi ölümünü kabul eden ve hayatındaki her şeyi* bir anda anlamsız kılabilen pablo adında bir adam. Kendi ölümünü düşünmek zorunda bırakılıyor pablo, ölüm cezasına çarptırılarak, yani kendi ölümünü beklemek zorunda bırakılarak, yıllarca hiç düşünmediği ve bu yüzden de psikolojik açıdan sağlıklı bir hayat yaşamasına neden olan şeyi bir gecede düşünmek zorunda kalıyor. _Pablo, ispanya’nın özgürlüğü için franco’ya karşı mücadele veren bir devrimcidir. Bir gün arkadaşları ile birlikte yakalanır ve sorgusuz bir şekilde infaz kararı verilir. Pablo ve arkadaşları hücrede yaklaşan ölümlerini ve çaresizliklerini yüzlerine vuran bir doktor ile karşılaşırlar. Bu karşılaşma ile durumun vahametini anlayan pablo, her baktığı yerde ölümün soğukluğunu görmekte ve hissetmektedir. Geri sayım sürerken hayatının gereksizliğini düşünür ve o zamana kadar yaşadığı hayatın gelecek için bir taslak olduğunun farkına varır. idam kararının uygulanma vakti gelip çatar. Arkadaşları yaka paça manganın karşısına dizilirken pablo, ayrı bir odaya alınır. Kendisine başka bir devrimci arkadaşının nerede olduğu sorulur. Pablo önce söylemek istemez çünkü onun için kendi hayatının dava karşısında bir önemi yoktur ve yaşama isteğini yitirmiş, yaşayan bir ölüdür artık. Bir süre düşünmesi için yalnız bırakıldığında pablo’nun aklına faşistleri kandırmak gelir. Az kalan zamanında biraz eğlenmek ister. Faşistlere arkadaşının bir mezarlıkta gizlendiğini söyler. Faşistler onu alıp hücreye götürürler ve pablo içten içe sevinmeye devam eder çünkü arkadaşı onun bildiğine göre mezarlıkta falan değildir. Faşistler durumu öğrendiklerinde onu idam edeceklerdir fakat pablo onlara karşı bir oyun oynayarak, küçük de olsa bir zafer kazanmış olacaktır. Olaylar pablo’nun beklediği gibi gelişmez ve infaz edilmez. Pablo, tekrar yargılanacaktır. Hayatı bağışlanmıştır ve avluya götürülürken, kalan son birkaç saatinde eğlenmek için yapıtığı ihbarın gerçek olduğunu, arkadaşının tam da onun tarif ettiği yerde bulunduğunu öğrenir. _Duvar isimli hikâye, bir davanın, bir insanın özgürlüğünden, özünden daha önce gelmediğini gösteren ve sartre’ın “varoluş özden önce gelir.” ifadesini en iyi açıklayan eserlerinden biridir. Arkadaşını ihbar ederken içinde hayatta kalmaya dair ufak da olsa bir umudu olan pablo için varoluş bir an için bile olsa diğer bütün davaların önüne geçmiştir.--- Saragosa’da ne yapmışlar, biliyor musun? Adamlan yerlere yatırmış, sonra üzerlerinden kamyonlarla geçmiş¬ler. Bunu bize asker kaçağı bir Faslı söyledi. Mermi har¬camamak için böyle yaptıklarını söylüyorlarmış.” “Ama onun yerine benzin harcıyorlar,” dedim. onların ölüme verdikleri tepkileri izleyen ve onları bir deney faresi gibi gözlemleyen Belçikalı doktor. _Sartre’ın varoluş felsefesine göre “tüm insanlar birbirinin aynıdır; bir kahraman ya da bir alçak olmak tamamıyla onların elindedir; insan önceden-tanımlanmamıştır; ne bir kahraman olarak doğar, ne de bir alçak”tır. _Herostratos_ Toplumdan ve insanlardan nefret eden, mizantrop, hastalıklı, yabancılaşmış bir karakter, Paul Hilbert anlatılır. Altıncı katın balkonundan insanlara kuşbakışı bakan, onların ayakta olma durumuyla alay eden, olaylara karşı tepkisizleşmiş ve yabancılaşmış, toplumu düşman olarak gören, bu yüzden kendisine gidip bir tabanca alan, tabancayla korkularından kurtulup güçlü olma saplantısına kapılan, emretmeyi seven, herkesi şaşırtmak isteyen ve bu yüzden sokakta birkaç kişiyi öldürmeyi göze alan, cinayet hayalleriyle tatmin olan, yıkıma inanan, 33 yaşında, her işi yarım bırakmış bir karakterdir Paul Hilbert. _Ben sizin kahramanınızı anladım,” dedi bana. “Adı Herostratos. Tanınmış biri olmak istiyordu; bunun için dünyanın yedi harikasından biri olan Efes Tapınağı’nı yakmaktan başka bir şey bulamadı.” Beş kişiyi vuracaktır ve bunun sebebini 102 yazara gönderdiği 102 mektupta şöyle açıklar: yarım düzinesini hemen şimdi öldürebilirim. Belki kendi kendinize sorarsınız: Neden yalnızca yarım düzine diye? Çünkü tabancam altı mermi alıyor.” Birini de kendisine saklamaktadır, eğer yakalanırsa kendisini vuracaktır. Paul, suçunu işlememişken bile suç deliliğinin varlığıyla -henüz kullanmadığı tabancası- korku yaşamakta, odasına kendisini hapsederek geçirdiği üç gün içinde kendisinden üçüncü kişi olarak bahsederek sadece topluma değil kendisine de yabancılaşmaktadır. Sonunda hayalini gerçekleştirip, insanlara ateş ettiğinde bir hata yaparak yanlış yola girer ve bir tuvalete gizlenir. Kendisini öldürmek istese de bunu gerçekleştiremez ve tuvaletin kapısını açar. Ne yaptığı işten zevk alabilmiş, ne de planlarını doğru uygulayabilmiştir. _Özel yaşam_ Lulu ve iktidarsız kocası Henrinin hikayesi. Beni seviyor, bağırsaklarımı sevmiyor, bir cam kavanoz içinde ona apandisitimi gösterseler tanımazdı. İnsanın birini her şeyiyle, yemek borusuyla, karaciğeriyle, bağırsağıyla sevebilmesi gerekir İlginç takıntıları vardır Lulu’nun, insanların onları görmediği zamanlarda kendisine bir şeyler yapacağından hoşlanmadığı için, sırtının olmasından hoşlanmaz. Bedene yönelik iğreti duygusu yaşar. Seksten uzak durarak cinsel yaşamın olmadığı bir hayat diler, hekimin ifadesine göre de firijittir, yinede de alfa tipi erkeklerden hoşlanır. Sonunda Henri’yi bırakıp başka bir adamla/Pierre gidecekken bu kararından da vazgeçer Lulu, elindekiler kendisine yetmeyen ve ne yapacağını bilemeyen, sevse de sevgisini korumak yerine kendi hayatının içinde sürüklenmeyi seçen bir karakter. _Bir yöneticinin çocukluğu_ Lucien Fleurier, kız çocuğu gibi yetiştirilen bir erkek çocuğu. İlginç bir çocuk Lucien: … olma oyununu seven ve her şeye şüpheyle yaklaşan, büyüklerinin tepkisine göre kafasında iyi-kötü kavramları oluşturan, büyüdükçe görünmez olduğuna inanmaya başlayan… Sonraları bu görünmezlik onda “Ben kimim?” sorusuna neden olacak ve varlığını sorgulamaya başlayacaktır. hiçliğinin keşfine çıkıyor.. Kendisini şöyle tarif eder: “Oidipus kompleksiyle başladım, sonra sadiko-anal oldum, şimdi de eşcinsel oldum, nerede duracağım acaba?” Hakikaten orada durmaz, “Benim sağlam bir ahlâkım var.” diye tekrarlayarak içinde bulunduğu durumdan uzaklaşır, eşcinselliğinden nefret eder ve bu nefreti bambaşka bir alana kaydırır. Yahudi nefretine. Tüm bu ilerleyişte aslında kendinin kim olduğundan çok başkalarının gözünde kim olduğu, nasıl göründüğü, değerli olup olmadığı… derdindedir. Başkalarının gözünde saygın, değerli, sözü dinlenen biri olmayı istemektedir. Bambaşka biridir artık. Egosantrik bir merkezde, kendisinin hakları olduğuna inanan ama başkalarının da aynı haklara sahip olduğunu görmeyen yeni biri. Başkalarının gözünden kendisine bakarak, kendisine hayranlığı artan, kendisine saygıyı başkalarını ezerek ifade eden, kendini beğenme ve yüceltme ile hiçliğini kim’le değil ‘ne’ ile tanımlayan yeni Lucien. Lucien’i bu noktaya getirenin kendisi, yani yaptığı seçimler olması. Her adımını kendi tercihleriyle atan Lucien, oidipus kompleksinden, sadiko-anala, oradan eşcinselliğe, oradan heteroseksüelliğe ve nihayetinde nefret söylemli bir ırkçılığa uzanan bir “ben” inşa eder. İnşa ettiği ben’ine aşık olacak kadar da kendisini kutsar ve beğenir. ___________ _Jean-Paul Sartre (1905-1980), Varoluşçu Fransız filozof, varoluşçu Marksizm ***********
·
1.342 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.