Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Haysiyetsiz Müslümanların Şerefli Peygamberi 2 (Oku ve UTAN)
BENİ NADİR GAZASI (Kutsal Sürgün) Hicretin 4. Senesi, Rebiülevvel Ayı (Milâdî 625) Benî Nadir, Harun'un (as) neslinden gelen zengin ve güçlü bir büyük Yahudi kabilesi idi. Medine'ye iki saatlik mesafede Mekke yolu üzerinde sağlam kale ve hisarlarda otururlardı. Resul-i Ekrem Efendimizle, İslâmiyet ve Müslümanların aleyhinde bulunmamak, bu hususta herhangi bir düşmana yardımcı olmamak, ayrıca ödenecek diyetler konusunda da yardımda bulunmak üzere antlaşmaları vardı.(1) Ancak buna rağmen Kureyş müşrikleri ve Medine münafıkları el altından işbirliği yapma gayretlerinden de vazgeçmiş değillerdi. Bilhassa Uhud Harbinden sonra müşrikler ve münafıklarla olan münasebetlerini daha da arttırmışlardı. Daha önce bahsettiğimiz gibi, Ashabdan Amr bin Ümeyye Peygamberimiz (sav)'den emân almış Amir Kabilesinden iki kişiyi yanlışlıkla öldürmüştü. Benî Nadir Yahudilerinin altına imza attıkları anlaşmaya ne derece sadık olduklarını anlamak maksadıyla yanına Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Zübeyr bin Avvam, Hz. Talha bin Ubeydullah, Hz. Sa'd bin Muaz ve Hz. Üseyyid bin Hudayr'ı (ra) alarak yurtlarına gitti. Yahudiler, önce Efendimiz (sav)’i müsbet ve güler yüzle karşıladılar. Hatta kendilerine kadar gelmiş olmalarından memnunluk duyduklarını, üzerlerine düşen görevi yerine getireceklerini bile açıkça ifade ettiler.(2) Efendimiz, ashabıyla bir evin duvarı dibine oturdu. Efendimizi zahiren gayet iyi karşılayan Yahudiler ise bir köşeye çekilip aralarında konuşmaya başladılar. "Siz bu adamı öldürmek için, şu andan daha müsait bir durum bulamazsınız. Hemen şu evin damına çıkarak, onun üzerine bir kaya parçası bırakıp ondan kurtulmalıyız." dediler. Sonra da, "Hemen şimdi bu işi kim yapar?" diye sordular. İçlerinden Amr bin Cahhaş adlı şahıs ortaya atıldı, "Ben yaparım" dedi.(3) Bu esnada ileri gelenlerinden biri olan Sellâm bin Mişkem söz aldı. "Ey kavmim! Bu sefer sözümü dinleyiniz. Ondan sonra isterseniz her zaman bana muhalefet ediniz. Vallahi, siz böyle bir işe teşebbüs edecek olursanız, bu ona vahiy ile haber verilir. Bununla kendimize yazık etmiş oluruz. Hem bu, onunla aramızdaki anlaşmayı da ihlâl sayılır. Geliniz, böyle bir karardan vazgeçiniz. Eğer, böyle bir şeye teşebbüs ederseniz, bu Yahudilerin kökünün kazınması, İslâmiyet’in ise yükselip kıyamete kadar durması demek olur."(4) Peygamberlere hıyanet etmekle tanınan Yahudiler buna rağmen kararlarından vazgeçmediler. O esnada vazifeyi üzerine alan Amr bin Cahhaş da Peygamberimiz (sav)'in üstüne taş bırakmak üzere dama çıktı. Tam o esnada tertiplenen suikast ve hıyaneti Cebrail (as) gelip Efendimiz (sav)’e haber verdi. Resul-i Kibriya Efendimiz (sav) bir ihtiyaç gidermek istiyormuş gibi davranarak yerinden kalkıp Medine yolunu tuttu. Hatta sahabeler, tekrar gelecek zannıyla bir müddet orada oturdular. Gelmediğini görünce onlar da kalkıp oradan ayrıldılar. Bir Yahudi olan Kinane bin Surıyâ, "Muhammed ne için kalkıp gitti, biliyor musunuz?" diye sordu. Yahudiler, "Hayır" dediler, "biz bilmiyoruz. Sen biliyorsan anlat." Kinane anlatmaya başladı. "Tevrat'a yemin olsun ki, ben, plânladığınız suikastın, Muhammed'e haber verildiğini biliyorum. Kendinizi boşuna aldatmayınız. Vallahi, o Allah'ın Resulüdür. Hem de peygamberlerin sonuncusudur. Ona, tasarladığınız suikast haber verildiği için kalkıp gitti. Siz, onun Harun Peygamberin neslinden gelmesini umuyordunuz. Allah ise dilediğinden seçip gönderdi. Biz, Tevrat dersimizde en son gelecek olan 'O peygamberin doğum yeri Mekke'dir. Hicret yeri, Yesrib'tir' diye hiç değiştirmeden yazmışızdır. Gelecek son peygamberin sıfatı da buna tamamıyla uymaktadır. Kitabımızdakine bir harf bile aykırı tarafı yoktur. Ondan önce, sizinle çarpışan kimse olmayacaktır. Ben, sizin eşyalarınızı develere yükleyip göç ettiğinizi, çocuklarınızın feryatlarını, evlerinizi, barklarınızı, mal ve mülklerinizi geride bırakarak gittiğinizi görür gibi oluyorum. Geliniz, iki hususta bana itaat ediniz. Üçüncüsünde ise hayır olmadığını biliniz." Yahudiler merakla, "Nedir o hususlar?" diye sordular. Kinane, "Müslüman olmanız, Muhammed'in ashabı arasına katılmanız. Ancak bu suretle, evlâtlarınızı ve mallarınızı emniyet altına almış, selâmete kavuşturmuş olursunuz. Yurdunuzdan yuvanızdan da sürülüp çıkarılmazsınız." Bütün bunlara rağmen Yahudiler, "Biz Tevrat'tan ve Musa'nın ahdinden asla ayrılmayız." diye karşılık verdiler.(5) Benî Nadir Yahudilerinin plânladıkları bu suikast teşebbüsü, onların İslâm’a ve Müslümanlara dost olmadıklarını ve Peygamberimiz (sav) ile yaptıkları anlaşmaya da sadakat göstermediklerini açıkça ortaya koyuyordu. Bunun üzerine Efendimiz (sav) de kendilerine karşı kesin tavır takındı. Muhammed bin Mesleme'yi huzuruna çağırdı ve ona şu emri verdi: "Nadiroğulları Yahudilerine git! Onlara, Resûlullah beni size, 'Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana, düşünülmeyecek bir suikast plânı kurdunuz. Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynunu vururum.' emrini bildirmek üzere gönderdi, de!"(6) Muhammed bin Mesleme (ra), Nadiroğulları yurduna vardı. Resûlullahın emrini onlara bildirmeden önce şöyle konuştu: "Musa Peygambere Tevrat'ı indirmiş olan Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed Peygamber gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğini ve şu meclisinizde bana Yahudiliği teklif ettiğiniz zaman; 'Vallahi ben, asla Yahudi olmam.' dediğimi, sizin de buna karşılık; 'Dinimize girmekten seni alıkoyan şey nedir? Yahudi dininden başka din yoktur. Senin aradığın, istediğin, duyup işittiğin Hanif dininin aynısıdır o. Size gelecek peygamber, hem şeriat sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrama bürünecek, az etli kemiğe kanaat edecek, kılıcı boynunda asılı bulunacak. Konuştuğu zaman hikmetli konuşacaktır.' dememiş miydiniz?" Benî Nadir Yahudileri, "Evet biz bunları sana söylemiştik. Ama geleceğini sana haber verdiğimiz Peygamber bu değildir." diye karşılık verdiler. Daha sonra Muhammed bin Mesleme, onlara Efendimiz (sav)’in emrini bildirdi. Nadiroğulları Yahudileri giriştikleri suikast teşebbüsünün kendilerine pahalıya mal olduğunu anlamışlardı, ama artık iş işten geçmişti. Verilen emir doğrultusunda hareket etmekten başka bir yol da yoktu. Muhammed bin Mesleme'ye, "Göç ederiz." diyerek hazırlığa başladılar. Bu sırada baş münafık olan Abdullah bin Übeyy'den kendilerine bir haber geldi. Haberde şöyle deniliyordu: "Sakın mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp gitmeyiniz. Kalenizde oturunuz. Gerek kavminden ve gerekse sair Araplardan iki bin kişiyi yardıma göndereceğim. Son nefeslerine kadar saflarınızda çarpışacaklardır. Ayrıca Benî Kurayza Yahudileri de size yardım edeceklerdir."(7) Benî Nadir Yahudilerinin Küstahça Meydan Okumaları Münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy'in gizlice gönderdiği bu haber üzerine Nadiroğulları göç fikrinden vazgeçtiler. Efendimiz (sav) de, "Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz. Elinden geleni yap." diye adamlarıyla haber gönderdiler.(8) Bu açıkça ve küstahça bir meydan okuyuştu. Peygamber Efendimiz bu haberi alır almaz "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirdi. Müslümanlar da Efendimizin tekbirine katıldılar. Benî Nadir Yahudilerini böylesine tehlikeli bir maceraya sürükleyenlerin başında Huyey bin Ahtab geliyordu. Bu adam kavmine teselli babında şöyle diyordu: "Pek çok mal yığdıktan sonra kalemize girer, büyük kapı ve sokakları tutarız. Kalemize taş taşırız. Bir yıl yetecek yiyeceğimiz de var. Kalemizdeki suyumuz da kesilecek değil." Yahudi ileri gelenlerinden biri de Sellâm bin Mişkem'di. O, bu fikre karşı çıktı. "Ey Huyey, vallahi, nefsin seni boş ve faydasız şeylerle aldatıp duruyor, gurur ve kuruntuya düşürüyor. Gel bu işten vazgeç. Vallahi, sen dahil hepimiz biliriz ki: Muhammed Allah'ın Peygamberidir. Onun sıfatları da yanınızdaki kitaplarda vardır. Onu kıskandığımızdan ve son peygamberin Harûnoğullarından çıkmasını ümit ettiğimizden dolayı ona tâbi olmuyoruz. Gel, bize verilen emânı kabul edelim. Yurdumuzdan çıkıp gidelim. Muhammed üzerimize gelirse, bizi bir günde şu kalelerimizde kuşatır." Mağrur Huyey fikrinden vazgeçmeye niyetli değildi. "Muhammed, bizi muhasara altına alamaz. Bizi yenmeye imkân bulamadan geri döner gider. Abdullah bin Übey, bana birçok şeyler vadetti." diye Sellâm'a karşılık verdi. Sellâm girilen yolun tehlikeli olduğunu biliyordu. İkazını tekrarladı: "Abdullah bin Übey'in sözü bir şey ifade etmez. O, seni ancak helâk uçurumuna sürüklemek, bizi Muhammed'le harbe tutuşturmak ister. Bizi harbe tutuşturduktan sonra da evine çekilip oturur." Huyey bin Ahtab bütün bu ikazlara kulak tıkadı, sonu pişmanlık olan gururunda direnip durdu.(9) Nadiroğullarının Muhasara Altına Alınması Hicretin 4. senesi Rebiülevvel ayı idi. Resul-i Ekrem Efendimiz Medine'de yerine Abdullah ibni Ümmü Mektum'u bırakıp Nadiroğulları yurduna doğru hareket etti. Sancağı Hz. Ali taşıyordu. Efendimiz ikindi namazını Nadiroğullarının bağ ve bahçeleri arasında kıldı. Onları muhasara altına aldı. Nadiroğulları kuvvetli kalelerine sığınmışlardı. Efendimiz (sav) onlara emrini bir kez daha tekrarladı: "Medine'den çıkıp gidiniz." Benî Nadir, bu teklifi kabule yanaşmadı, "Ölüm, bize, senin teklif ettiğin şeyden daha kolaydır. Ölümü göze alır teklifini kabul etmeyiz." diyerek âdetâ meydan okudular. Artık onlarla çarpışmaktan başka bir yol kalmamıştı. Fakat kuvvetli kalelerine sığındıklarından ve bu kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından, çarpışmanın bir hayli güç geçeceği muhakkaktı. Bu sebeple Efendimiz (sav) çarpışmayı uygun görmedi. Allah'ın izniyle bir harp planı tatbik etti. En yakın Yahudi ev ve kalelerini yıkma ve hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi. Bu hareket, düşmanın kaleden dışarı çıkıp çarpışmasını temin gayesiyle yapılıyordu. Evlerinin yıkıldığını, hurma ağaçlarının kesilip yakıldığını gören Yahudiler "Ya Muhammed! Sen bozgunculuğu, bozup dağıtmayı yasaklar ve yapanları ayıplardın. Şimdi ne diye yaş hurma ağaçlarını kestiriyor ve yaktırıyorsun?"(10) diye bağrıştılar. Ömür dakikalarını bozgunculukla geçirenler, şimdi ağaç kesmenin bozgunculuk olduğundan bahsediyorlardı. Bu bağrışmaları bir takım Müslümanları da tereddüde sevk etti. Bunun üzerine inen ayet-i kerime meseleyi açıklığa kavuşturdu: "Hurma ağaçlarını kesmeniz de kesmeyip dikili bırakmanız da Allah'ın izniyledir ve o fasıkları perişan etmek içindir."(11) Ayet-i kerimenin nazil olmasıyla, Müslümanların tereddüt ve endişeleri giderilmiş oldu. Bu hâdise ve bu ayet-i kerimeye dayanarak, harp icabı her çeşit yaş ağacın yakılıp kesilmesinin mübâh olduğu âlimlerce belirtilmiştir.(12) Muhasara devam ediyordu. Bu esnada başta baş münafık Abdullah bin Übeyy olmak üzere birçok münafık Benî Nadir Yahudilerine, "Eğer Müslümanlara karşı direnir ve karşı koyarsanız, biz sizi onlara teslim etmeyiz. Siz çarpışırsanız, biz de sizinle birlikte çarpışırız. Siz, yurdunuzdan çıkarılırsanız, biz de sizinle birlikte çıkıp gideceğiz." diye haber gönderdiler. Benî Nadir Yahudileri münafıkların bu sözlerine kandılar. Bir müddet daha direndiler. İşleri güçleri fitne ve fesat olan münafıkların bu hareketleri Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanmıştır: "Kitap ehlinden olan kâfir kardeşlerine dediler ki: 'Yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız ve sizin aleyhinizde hiç kimseye asla itaat etmeyiz. Harbe girerseniz mutlaka size yardım ederiz.' Allah şâhittir ki, onlar yalancıların tâ kendisidir. / Andolsun ki, yurtlarından çıkarıldıklarında onlarla beraber çıkmazlar. Savaştıklarında da onlara yardım etmezler. Yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kimseden yardım görmezler."(13) Teslime Mecbur Olup Aman Dilemeleri Muhasaranın 15. günüydü. Abdullah bin Übeyy ve diğerlerinin kendilerine vadettikleri yardımlarının gelmediğini gören Benî Nadir Yahudileri, teslim olmayı kabul edip emân dilediler. Peygamber Efendimiz (sav) kendilerine emân verdi ve hiçbirisinin canına dokunmadı. Silahlarından başka olan mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade buyurdu. Bu müsaade üzerine altı yüz deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşya yüklediler. Medine'den ayrılacakları sırada sağlam kalmış olan evlerini Müslümanlar oturmasın diye kendi elleriyle yıktılar. Başlarına gelen bu hadiseden dolayı güya üzülmediklerini göstermek için, kadınlar en kıymetli elbiselerini giyinmişler, ziynetlerini takınmışlardı. Defler, düdükler çalarak Medine'yi terk ettiler. Bir kısmı Şam, bir kısmı Hayber, diğer bir kısmı ise Yemen tarafına gitti. Bunların sürgünü üzerine münafıklar gizlice matem tuttular. Benî Nadir Yahudileri geride birçok hurmalıklar, ekinler, akarlar, davar, sığır ve at gibi birçok hayvanlar bıraktılar. Ayrıca arkalarında 50 adet zırh, 50 adet miğfer, 340 kadar da kılıç kaldı.(14) Bütün bu mallar, devlet malı olarak doğrudan doğruya Efendimiz (sav)’e mahsustu. Çünkü çarpışmadan, at ve deve koşturmadan elde edilmişlerdi. Bu mallara fey, denilmiştir. Fey, Allah'ın, din düşmanlarından (galebe ile değil, belki sürgün yahut cizye üzerine sulh olmak suretiyle) Efendimiz (sav)’e tahsis buyurduğu maldır. Efendimiz (sav) bu malı dilediği yerlere sarfetmekte hürdü. Kur'an-ı Kerim'de bu husus şöyle açıklanır: "Allah'ın o Yahudilerden Resulüne nasip ettiği mala gelince, siz o malları elde etmek için ne at, ne de deve koşturup savaşmadınız. Lâkin Allah Resulünü dilediğine üstün kılar. Allah her şeye hakkıyla kâdirdir."(15) Medine'nin yerlileri olan Ensar, Muhacirlerin geçimlerini üzerlerine almışlardı. Onları kendi mallarına ortak etmişlerdi. Bu sebeple Muhacirlerin idareleri onların omuzunda bir yük sayılıyordu. Peygamberimiz (sav), bu ganimet mallarını yalnız Muhacirler arasında bölüştürerek Ensar-ı Kiramın bu yükünü hafifletmek istedi. Bunun için onları çağırdı ve, "İsterseniz Benî Nadir Yahudilerinin mallarından, Allah'ın bana verdiği malları, sizlerle Muhacirler arasında bölüştüreyim. Eskiden olduğu gibi Muhacirler yine evlerinizde otursunlar ve mallarınızdan faydalanmakta devam etsinler. Yok, eğer isterseniz, bu malları sadece Muhacir kardeşleriniz arasında bölüştüreyim. Onlar da evlerinizden çıksınlar, mallarınız da size kalsın." diyerek teklifte bulundu. Medineli Müslümanlar gönülden, "Ya Resûlullah! Nadiroğulları mallarını Muhacir kardeşlerimiz arasında taksim ediniz. Onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine evlerimizde otursunlar. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp onlara veriniz." dediler.(16) O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı. Ensar kardeşlerine teşekkür ettikten sonra şöyle dedi: "Allah, sizi hayırla mükâfatlandırsın. Vallahi, bizimle sizin benzeriniz yoktur." Peygamber Efendimiz (sav) de, "Allah'ım! Ensar’ı ve Ensar’ın evlâtlarını koru, onlara merhamet et." diyerek dua etti.(17) Medineli Müslümanların bu asil ve civanmert davranışı üzerine, onların medh ve senası hakkında şu mealdeki ayet-i kerime nazil oldu: "Daha önce Medine'yi yurt edinmiş ve imanı kalplerinde yerleştirmiş olanlara gelince: Onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.* Kim nefsinin ihtirasından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendisidir."(18) Medine-i Münevverenin yerlileri olan Ensar-ı Kiram bu davranışlarıyla hem Resûlullah Efendimizin hoşnutluğunu, hem de Cenâb-ı Hakkın rızasını kazanmış oldular. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz de Nadiroğullarından kalan ganimet mallarını Cenâb-ı Hakkın da ayet-i kerimesinde tavsiye buyurduğu gibi, (19) yalnız Muhacirlere taksim etti. Bu surette onları Ensar’ın yardımına ihtiyaç duymayacak hale getirdi. Efendimiz (sav), Muhacirlerin haricinde, Ensardan Ebû Dücâne ile Süheyl bin Hüneyf'e de (ra) çok fazla fakir olduklarından dolayı bazı şeyler verdi.(20) Kaynak: 1. Sîre, 3:199. 2. A.g.e., 3:199; Tabakât, 2:57. 3. Sîre, 3:199; Tabakât, 2:57; İnsanü'l-Uyûn, 2:560. 4. Tabakât, 2:57. 5. Megazî, s. 284-285. 6. Tabakât, 2:57. 7. Tabakât, 2:57. 8. A.g.e., 2:57. 9. Taberî, 3:38. 10. Sîre, 3:200. 11. Haşr Sûresi, 5. 12. Bkz.: Tecrid Tercemesi, 12:167. 13. Haşr Sûresi, 11-12. 14. Tabakât, 2:58. 15. Haşr Sûresi, 6. 16. Uyunu'l-Eser, 2:50-51. 17. A.g.e., 2:50-51. * Bu haslete 'îsâr' derler. Kişinin kendisi muhtaç iken, diğer kardeşinin ihtiyacını önde görerek, yardımına koşması demektir. Diğer bir ifâde ile, kişinin din kardeşini, kendi nefsine, şerefte, makamda, teveccühte, hatta maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih etmesidir. İslâm tarihi, îsâr hasletinin şaheser misalleriyle doludur. 18. Haşr Sûresi, 9. 19. Haşr Sûresi, 8. 20. Sîre, 3:201-202.
·
229 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.