Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İbrahim'e...
Sana eposta yazamadım; çünkü benim için fazla hızlı o. Hatırşinas'ta sıcakla serin arası bir cuma öğle sonrası, yanımda Bulak'la otururken yazmak daha güzel. Az önce mantarlı pizza da yemişken, okumaya devam ettiğim şu 8E sözlüleri bir anda bana fazla geldi. Güneş, La Marine bloklarından uzanıp Hatırşinas'taki çamların arasından süzülüp hem yüzüme, hem gözlerime düşüyor...o kadar güzel bir an ki...masada duran kağıtlar, az ötede beni bekleyen çay...yan sandalyede uzanmaktan sıkılıp da kucağıma gelen Bulak, onun o kirli elleri, tüyleri, ve beni hiç ama hiç ilgilendirmeyen bütün o temiz olamama duygusunun içerisinde kucağımda gözlerini kaparken, düşünüyorum da, şu koskoca kainatta, kısacık ömürlerimizle biz ne de güzeliz... ölümlü, temiz kalamayan, yalnız, ikimiz... Her bir satırı edebiyat dolu güzel özleme yazının tadı harikaydı. Yazar olduğun yine orada da gösteriyordu kendini: hatırlamak, hayâl etmek, icat etmek... bu sabah 8E'de dersteyken Öykü seni sordu... ne zaman gelecek, diye sordu seni. Özlenmek güzel. Kitabı basılınca hem okula hem de nasipse haziran ayındaki kitap fuarına gelecek, dedim senin için. Muhakkak ki özleniyorsun. Ve kelimeler özlerken de, yazarken de güzeller. Okulda sıkılıyorum. Aile sahibi olmak, dert sahibi olmak, herkesi bir yerlerden yakalamış götürüyor. Ama iki sene sonra bile, Evren aramışken, bazen sadece sevgi de yeterli oluyor, diyorum. Timur Aktemur'da şimdilik bir kaybın yasını tutuyorum. Yas değilse de, bir yaram var. Elbette savacak...yaralar iz bıraksalar da bir gün kayboluyorlar. Özlediğin Kartal'da minibüs ve tren sesleri arasında, Kordonboyu'nun bütün o aşina olduğun akışı içerisinde, kucağımda sevdiğim bir oğlumla yazıyorum. İstanbul'u özleyen herkesin hikâyesini merak ediyorum- ancak onlar hangi İstanbul'un hikâyesini merak ediyorlar? Benim bilmediğim, görmediğim, tanımadığım yerleri anlatan insanlar sadece şaşırtıyor beni. Ama sen beni, burayı anlatıyorsun: bu minibüsler, bu evler...pespaye, boş zenginlik arayışları, düşmüşlüğün içerisinde kendince dik durabilenler, mal mülk koşuşmaları, birisiyle yatabilmek, daha paralı olabilmek... bütün bu insanların arasında kendimize dinlenme yerleri, nekahat mekânları, iyileşme durakları bir kaç yer: kitaplara bakmak, sütlü kahve içmek, dedikodu yapmak, ummak-ümit etmek. ve sonra bütün o kalabalıkların arasında yarım asrı geçmiş evine dönmek: ben yaşlandım artık diyen annemin yanına, solmuş yazmasının yanında Melo'yla televizyona bakarken her şey nasıl da insanı ağlatacak kadar tanıdık: tekrar ede ede eprimiş bütün yaşama biçimlerimiz gibi bu da... aynı şeyi söylemek, yapmak...aynı şeyden korkmak... aynı şeyle avunmak... ama evinde yaşlanıyorsun, eskiyorsun ve artık daha az kişisin. Okulda aptalca, aşağılayıcı espriler, laf sokmalar, geride kalmamak için ona buna yetişmeler ve acaba neyi yanlış yaptım, ne derece kopuk bir diyalog kurdum, acaba sohbetin ortasında kopup gittim mi diye korkarken artık yeni bir yere de sığınıyorum: okulun mescidi o kadar güzel ki... bütün yorgunluğumla güneş seccade niyetine önümdeki kahverengi halıya dökülürken o sessizliği, o huzuru seviyorum. Bütün hayatım boyunca mahrum olduğum şey buydu: bu, yani, bu renge; bu sessiz, ahenkli akışa dahil olup, orada hiç kimsenin olmadığı bir hikâye gibi zamana, maziye karışıp kaybolup gitmek... en korktuğum şey bir yandan da en istediğimdi. İşte bunu, özlüyorum. ellerim bağlı, zihnimde okuduğum ayetlerin anlamını hatırlamaya çalışarak, zihin kayıp giderse ısrarla geri dönmeye çalışarak... elli iki yaşında gelebildiğim bir yerden bahsediyorum. Burada O ve ben, küçük hayatımın son perdelerini seyrediyoruz. Bütün hayatımın bir kaç yapraklık bir hikâye olması da güzel bir yandan. Buralara ölmeye de geldik ayrıca. sadece yaşamamız istenmiyor ki bizden. Ve bunu bilip de güneşin şu binalara, ağaçlara... şu yollara vuruşunu görmek... şu mümkün, keyifli anların hep sürmeyeceğini bilip bu küçük anlardan hatıralar, mutluluklar devşirmek. Gördüğün gibi; konudan konuya, mekândan mekâna geçerek her zamanki karışık akışımıza devam ediyoruz. Şu yazıyı yazarken kaç tren, kaç araba geçti yanıbaşımdan. Kaç kadın, kaç erkek, kaç çocuk geçti... arada gelip cafeye oturanlar var. Pejmürde, darmadağın bir kadın telefonda kanser olmuş annesinden bahsediyor. "Leftovers" dinliyorum bir yandan. Ölecek olmamızdan daha büyük ne var diyorum. Her şeyin ve herkesin biteceği bir ânı hatırlıyorum oturduğum yerde. Hepimizin kahve falına bakıyorum. Sana şunu söylemek istiyorum İbrahim: Kartal da ben de seni özledik. Pendik Kadıköy minibüsleri, tıka basa ya da bomboş trenler... evinizin önündeki o güzel ağaçlı yol... okul önünde kediler... okul çıkışı sessizce bizi bekleyen kitaplar; biz hepimiz, seni özledik. Masa başında birbirine vuran iki el, dünyaya sevgiyle dolu ve ona aç bakan iki güzel kahve göz, ve dünyayı sevmek için bir sebep daha sayabileceğimiz o kaşlar, hiç sevemediğim şu İstanbul üzerine bir daha düşünmek için bir vesile olsun, yine... belki ben de senin gibi severim İstanbul'u. Daha çok şey yazacaktım, ama ezan okunuyor. Konular dağınık, hayat gibi, ve her şey ardı ardına değil, hepsi birbirine yakın anlarda, hep beraber yaşanıyor... bu karmaşa, bu kargaşa ve dağınıklığın içerisinde sabit kalabileni arıyorum... Sevgilerimle. Cem
··
2 artı 1'leme
·
554 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.