Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

144 syf.
·
Puan vermedi
·
16 günde okudu
Tıp Etiği ve Felsefesi
Geçtiğimiz günlerde Andrey Voznesenski'nin Oza'sını okumuştum. Voznesenski, bilime inanıyor ancak bilimsel "ilerlemenin" insanı bir "civata"ya döndürmesinden de korkuyor idi. Onun üzerine bu kitabı okumam güzel oldu. İçeriğinden bahsetmeden önce, Eleni Karaindrou açıyorum, arkama yaslanıyorum ve kitabın kendisinden bahsederek başlamak istiyorum. Kitap 2007 yılında Cinius Yayınları'ndan çıkmış. Oldukça estetik bir kapağı var. Her ne kadar kitapta yazmasa da kapağındaki tablo Kübalı ressam Fidelio Ponce'un 1934 tarihli yağlı boya tablosu "Tuberculosis"in kolaj yapılımş hali. Kitapta çeşitli denemeler yer alıyor. Kitabın yazarı Faik Çelik, aynı zamanda yorumlarını da severek takip ettiğim bir goodreads üyesi ve sevimli köpeğinin ismi olan (Argos) mahlasıyla burada kitap yorumluyor. Kitabın "sebeb-i hikmeti" yukarıda paylaştığım alıntıyla özetlenebilir. Tıbbın "mekanik, araçsal" tasvirine karşı bir tepki. Öncelikle bu tepkinin sebebini anlayalım. Son yüz yılda tıpta yaşanan büyük ilerlemeler alternatifleri azaltarak tıbbi teşhislerin daha kesinleşmesiyle sonuçlandı pek çok hastalıkta. Bu durum nedeniyle doktorların da pek çok hastalığa yönelik teşhis ve tedavi yöntemleri de birbirine benzerlik arz etmeye başladı. Örneğin viral bir enfeksiyonda antiviral ilaç reçete edilirken, bu reçete edilen ilacın bileşimi genellikle dünya genelinde birbirine yakın veya ilişkili reçeteler oldu. Tıbbın giderek "keskinleşen" teşhis ve tedavi yöntemleri onun ününü elbette yükseltirken (özellikle pandemi sürecinde bunu bir defa daha anladık), ne yazık ki "hekimin" kişisel varlığını da "hasta" gözünden araçsallaştırdı. İnsanlar doktorları adeta bir robot, bir makine olarak görmeye başladı. Ondan hastasını anında iyileştirip evine gönderecek mucizevi özellikler beklemeye başladı. Bunda elbette bilimin kapasitesinin insanların zihninde aşırı büyütülmesi de rol oynadı, aşırı fantastikleştirilmesi de... Sonuç olarak geldiğimiz noktada doktorluğun felsefi boyutu bir kenara itilirken, doktorluğu Fordist bir üretim bandı gibi görme noktasına gelindi. İnsanlar doktora gittiklerinde adeta bir düğmeye basıp bir ilaç alıyormuşçasına hareket eder oldu. Bu maddeselleşmenin, araçsallaşmanın öbür boyutu, yani doktor boyutunda da pek çok kötü örnek türedi. Özellikle bu işi yaparken insan bedenine ve insan kişiliğine yabancılaşma 21. yüzyılda diğer tüm yabancılaşmalar gibi doktorları da esir aldı. Özellikle II. Dünya Savaşı'nda sayısız doktorun toplama kampına katkı sağlaması, başta Josef Mengele denen mahluk olmak üzere, doktorların insan ruhuna uzaklaşmasına bir örnek oldu. İşte yazar bu noktada devreye giriyor! Bu gidişatın kötülüğünü, maddeleşmeyi önceden fark etmiş. Her iki tarafın da hatalarını görüyor. Zira meslekten birisi. Hem güçlü bir tıp etiği hedeflerken hem de tıbba yönelik gerçek dışı beklentilerin altını çiziyor. " Sağlık hizmeti sunumunda, belki otelcilik hizmetlerinde müşteri kavramı söz konusu olabilir, o datartışılır, ancak tartışılmayacak olan şudur: Sağlık hizmetinin tıbbi boyutunun sunumunda piyasa ekonomisinin kuralları yer almamalıdır. Aksi halde hastayı müşteri olarak gören hekimin tüccar, bu hekimlerin çalıştığı sağlık kurumlarının ticarethane olarak nitelendirilmesi kaçınılmazdır." (s. 106) Hepimizin hayatında doktorlarla çeşitli münasebetleri olmakta. Benim son zamanlarda gözlemlediğim şeylerden birisi bu "mümessil" meselesi. Özellikle bebeği küçük olanlar bunu yakınen görebilir. Bebek doktoruna gidersiniz, "X marka şampuan" almanızı salık verir, birbirine içeriği benzer sayısız multivitamin önerilir. Bu öneriler asla reçeteye yazılmaz, imzalanmaz. Marka broşürlerinde bir ürünün ismi kutucuk içerisine alınır, bir post-it'e ürün ismi yazılır vb. Neden? Çünkü bebeğiniz zehirlenirse hukuken dava açamayasınız diye. Sayısız benzeri olay mevcut. Bazı hastanelerde polikniklerde beklerken mümessil sayısının hasta sayısından fazla olduğunu bile gördü gözlerim. "[...] çünkü bir çocuk hekimi iyi bir doktor olmanın yanı sıra biraz anne, biraz baba, biraz öğretmen, biraz pedagog, biraz psikolog, mutlak sabırlı, ama her şeyden önce çokça sanatçı ruhuna sahip kişi olmalıdır." (s. 46)   İşte bu nedenle, bu kitabın bütün hekimlere okutulmasının önemi ortaya çıkıyor. Hastayı bir "müşteri" olarak gören anlayışı yazar şiddetle reddediyor. Hastanın vücutsal varlığını bir et parçasına dönüştüren "maddeleştirici" bir bakışın da kaynağı olacağı bu yabancılaşma hali hastanın insan olduğu düşüncesini de unutturuyor. Masada yatan hasta sanki bir insan değilmiş de, bir varlığı, ruhu, anıları, acıları yokmuş gibi. Sabahattin Ali'nin, Sırça Köşk isimli eserinde geçen Böbrek hikayesini ele alalım. Bu öyküde karakterimizi perişan hale getiren doktor, derdine de çare bulamamakta ve hatta eskisinden beter etmektedir. Yeni Dünya eserindeki "Sülfata" isimli öykü de oldukça ilginç mesajlara sahiptir. Bu öyküde doktorun tahammülsüzlüğü, sabırsızlığı karşısında bir köylü çiftin çaresizliği insanın gözlerini yaşartır. Sırça Köşk isimli eserindeki "Cankurtaran" isimli öykü ise Sabahattin Ali'nin en hüzünlü tıp öyküsüdür belki de. Tedavi masraflarını karşılayamayan bir ailenin başına gelenler okuru oldukça sarsar. Tıp etiğinin ne kadar önemli olduğu insanın başına gelince anlaşılıyor. Bir defasında ağır bir ameliyat için bir Prof. Dr.'un muayene hanesine gitmiştik. Orada beklerken kardeşimle "bıçak parası isterse napacağımızı" tartıştığımızı hatırlıyorum. İkimizin de parası yoktu. Kredi çekmeyi düşünmüştük. Neyse ki hiçbir şey istemedi doktor. Kitapta işte bu konuların hepsine değinilmiş, bıçak parası konusundan, ötenaziye, idamdan intihara... Yazarın her konuda belirli ettiği bir tarafı var. Bunlardan birkaçı bilgi alanım dışı olduğu için yorum yapamadıysam da hemen hepsinde haklılığı sonuna kadar sabit. Sözlerimi tamamlamadan önce, kitapta hekimlikle ilgili bir tasvir var çok beğendiğim, onu paylaşmak isterim; "İyi bir hekimin sanatçı yanının da kuvvetli olması gerektiğini ısrarla vurgulamaktayız, çünkü bir hekim ne kadar bilgili ve deneyimli olursa olsun, insanların, hastalarının, hasta yakınlarının duygu ve düşüncelerini anlamak, hissetmek, empati yapmak zorundadır. Bütün bunları yapabilmesi için o hekimin doğan güneşi görmesi, yağan yağmurdan sonra toprağın kokusunu duyması, şehirleri gezip görmesi, kırlardaki çiçeğin arıyla dansını seyretmesi, doğayla tek vücut olması gerekir." (s.14) Son zamanlarda çağdaşlaşma, yenileşme, sanayileşme konuştuğum insanlara hep söylediğim bir şey var. O da bunun Batıda tek başına olmadığı. Hiçbir zaman sanayileşme tek başına olmadı. İlerleme hiçbir zaman tek başına olmadı. Her zaman sanatla, felsefeyle, müzikle, edebiyatla birlikte yürüdü. Sanatsız bir bilim, felsefesiz edebiyat, müziksiz ilerleme olmadı. Eric Hobsbawn okuyanlar bilir, dünya tarihini anlatırken her dönemi müziğiyle, sanatıyla anlatır. Çünkü bu bir bütündür. Ne yazık ki ülkemizde "sayısalcı/sözelci" garabeti nedeniyle müspet bilimlere yönelen gençler, felsefeyi, müziği, romanı, şiiri, öyküyü "sözelci konuları" olarak görüp bunlara sırt çevirmeye eğilimliler. Halbuki Hipokrat'tan, İbn-i Sina'dan, Çehov'dan ve sayısız doktordan habersizler demek ki! İnsan, ne bütünüyle "sayısalcı" olabilir ne de "sözelci", (acaba bunları başımıza Aristo mu bela etti?) insan her alanda kendini yetiştirebilir. Mehmet Akif Ersoy bir veterinerdi, Cenap Şehabettin doktordu, Oğuz Atay bir mühendisti, Dostoyevski ise bir askeri mühendisti, Arthur Conan Doyle de bir doktordu. Demek ki, dünya gerçeğinde "sayısalcı-sözelci" diye bir garabet yok. İşte yazar, meslek iştigal edene felsefenin kapılarını açmış. Üçlemenin devamını da merakla ve keyifle okumak istiyorum! M. Baran 17.03.2021 Ankara
İlaç Kokulu Kitap
İlaç Kokulu KitapFaik Çelik · Cinius Yayınları · 20071 okunma
·
193 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.