Gönderi

Demetrios Katartzes (Fotiades), Fenerli soyluların ve za­manın anlayışını yansıtması bakımından ilginç bir örnek olabilir.1730 yıllarında soylu ve zengin bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da doğmuş, iyi bir öğrenim görmüş, Bükreş’te yaşamış, Boğdan saraylarında bulunmuş ve Eflâk’ta en üst makamlara vardıktan sonra gene orada 1807 yılında ölmüştür. Felsefi ve politik açıdan sınıflandırmaya çalıştığımız herhalde “aydın hükümdar” idealine inananlara en yakın gelen bir aydındır.Fransız aydınlanma dönemini tanımış ve Ansiklopedistler’i benimsemişti. Yazılar yazmaya 1783 yılında başlar. “Rum” diline önem verir; “Ulus’un eğitimi için bu dilin gelişmesini” temel şart sayar. Antik ve çağdaş Yunan dilbilgisi kitapları hazırlar. Katartzes’in zamanımıza kadar süren ününü bu çalışmaları sağlamıştır; tutarlı ve ısrarlı bir biçimde halk dilinin egemen olması için, “ulus”un eğitimi için çalışmıştır. Onu etkileyen Batı dünyasıdır: “Biz de Avrupa’nın uygar ulusları gibi, îngilizler, Fransızlar gibi yapmalıyız, anlaşabileceğimiz bir dili, halkın konuşma gücünü ve tutkusunu kullanmalıyız” diye yazar. Temel amacı “ulus”u oluşturanların birbirini anlaması ve “bilgi” edinmesidir; (Demaras 1987, 149 ve 1985b). Katartzes ile, “Demotike” -yani Katartzes’in “doğal dil” saydığı ve halkın konuştuğu Yunanca- aydınların dili “Kat­hareuousaya karşı güçlü bir savunucu kazanacaktı. Katartzes aynı zamanda, birçok risale, deneme, inceleme yayımlayarak, aydın, ileri, laik, bilimsel eğitimin de savunuculuğunu yap­mıştır. Ama bu savunucu, soylu bir Fenerli’dir. “Ulusçuluk”un bir özelliği olan “halk dili” savunmacılığının, temelde ve resmen “Yunanlılık”ın savunucusu olmayan bir “aristokrat” tarafından üstlenilmesi, Fenerliler’in bir çelişkisini simgeler gibidir. Demaras’m da yazmış olduğu gibi “Fenerliler’in ay­dınlanma hareketi, ilerici ve gelişmeden yana ama devrimci değildir."Dini görüşleri de böyle bir çerçeve içinde kalacaktır: bu­yanda incelenmeye açık olmaması gereken ruh dünyasının oluşturduğu dinsel görüşler, öte yanda bilim dünyasının öğretisi. Her ikisi de bir arada, ama bir bütünlük sağlamadan var olabilmektedirler.Katartzes, zamanında saygın bir kimse olarak ün yapmıştı. Kişiliği ile birçok kimseyi etkilemişti. Veleâtinli Regas da, özellikle dil konusunda kuşkusuz Katartzes’i izlemişti. Panagiotes Kodrikas’a göre Katartzes “doğma büyüme" bir Is- tanbullu’ydu; daha doğrusu, Fenerli bir İstanbullu’ydu. Aile durumu da zamanın ve sınıfının seyrini izlemişti. Babası Maurokordatos ailesinin doktoru ve danışmanıydı. Kendisi Boğdan’da tanınmış bir ailenin damadı olacaktı (1770?). Özel hayatı ile ilgili bilgimiz azdır; oğlu Stephanos’a Fransızca öğrettiğini biliyoruz.Bu dönemde, bilincinde bile olmadan, soyluların ve ay­dınların bir kesimi, “ulusal bilincin” bir tür öncülüğünü üstlenmiş gibidirler. Kimi aydınlara göre “bugünkü Avrupa, bilgelik konusunda eski Yunanistan’ı bile (“en yüce uygarlık” anlamında) geride bırakmıştı.’’ Halkın eğitimini savunmuş olan Katartzes’in, dil konusunda görüşleri ile “ulus” anlayışım kıyasladığımızda, bu aydın kesiminin çelişkili, paradoksal tarihsel işlevi daha belirgin olmaktadır. Katartzes’e göre “Günümüzde Avrupa’daki uy gar ulusların, îngilizleı; Fransız­ların ve eskiden Hellenler’in yaptığı gibi, biz de, küçüklüğü­müzden beri konuştuğumuz dili, yani bildiğimiz dili kullan­malıyız... Bakın Macaristan ve Lehistan’a, burada egemen dil Latince’dir, bundan dolayı da eğitimde başarılı olamıyorlar; oysa yerel dillerin egemen olduğu yerlerde, hem bütün bilimler, hem de Latince’nin kendisi de başarılı olmaktadır.” Yani eski Hellence’nin öğrenilmesi için de, gene konuşulan dilin egemen olması gerekli görülmektedir. En yüce bilgelik de, Hristiyanlık döneminde değil, eski Yunan’da görülmesi, “ileri” olanın antik dünya ile ilişkili sayılması da, geleneksel “Hristiyan” anlayıştan kesiıı bir uzaklaşmadır.Katartzes, “ulusçu” tutkusuna benzer bir coşku ile halk dilini savunur. Halk dilini değil “kathareuoisa”yı kullanmış olan Boulgares'in yaşamı boyunca yazdıklarını yorumlayarak şöyle diyecekti: “Bu tür yazarlar eğer kendi dillerindi: yazm ış olsalardı, çök daha kolay ve dolayısıyla daha çok yazmış ola­caklardı. Ulusumuz birçok kitap kazanacaktı, zenginleşecekti... Ben de, böylesine zevk ve kolaylıkla doğal dilimde yazdıklarımı, Hellence (Antik Yunanca anlamında, H.M.) yazm aya kcılkış- saydım tüm yaşamın boyunca çaba gösterecek am a istediğimi de tam söyleyemeyecektim.” Aşağıda da göreceğimiz gibi, Ka­tartzes kendi dilini “Yunanca” (Hellence-Hellenika) olarak değil, Rumca (Römaika) diye niteleyecekti. “Hellence olarak her yazdığımız Rumca’dan yaptığımız bir tür çeviridir” (Demaras 1985,216).Çok dikkatli bir sözcük seçimi ile “özdeş olmakla”, bir “kökene sahip bulunmak” arasındaki farkı ortaya koymaktadır: Yunanca konuşan “ulus” eski Hellenler’den; günün Yunancası, eski Yunanca’dan gelmedir; ama “o üstün insanlar Rum’un atalarıdır, ama Rûm’un Hellenler ile ortak hiçbir şeyi yoktur... Hellence ve Rumca bir değil iki ayrı dildir... bu iki dili bir saymak akla aykırı bir şeydir” (Demaras 1985, 219). Yani bir yanda ulusçu bir sezgi ile halk dili savunulmakta, ama ulusçuluğun temel ilkelerinden olan “ulusu atalara dayandırma” ve atalarla çağdaş ulusu bir sayma gayreti ve isteği henüz doruğuna varmamış hatta olgunlaşmamıştı. “Ulusçu ideoloji”nin temel öğelerinden olan bağımsız ve egemen devlet anlayışım da, “atalar” söylemini de Katartzes henüz tam olarak benimse­memiş gibidir...Katartzes, “Yunanlılar”ın (Hellenler’in) artık var olmadıklarını savunmuştu. Bu aydına göre Yunanlıliar, Antik Yunanistan’la ve putperestlikle birlikte tarih sahnesinden silinmişlerdi. Yalnız, Osmanlılar’m da doğru bir biçimde belirttikleri gibi, “Hristiyan Rumlar” vardır. Katartzes’in “ulus, devlet, vatan” anlayışı da şöyle. “İtiraf etmeliyiz kibizler kendi başımıza bir devlet kuracak bir ulus değiliz.” Aristoteles’in “yurttaş” (polites) ve “esir milletler” kavramına ve Helötlar’a, Ispartalılar’la Giritliler hesabına çalışan serf ve kölelere değinir ve şunları ekler: . ~“Tanrıya şükür ki biz onlar gibi değiliz Bizlerin, bizi yö­netenler gibi (Türkler gibi, H.M.) yönetime katılamadığımız doğrudur; ama gene de bütünüyle yönetimin dışında kalmış sayılmayız. Kilise büyüklerimiz bizleri birbirimize bağlamakta ve gene onların aracılığı ile biz de (devlet) yönetimine bağlan­maktayız; böylece de bir ulus (ethnos-etnik grup H.M.) oluş­turmaktayız. Bu ileri gelenlerin birçoğu ayrıca arhonttur (ileri gelenlerdir) ve politikaya karışmaktadırlar. Birçok politik yasamız “âdet”, bütün kilise yasalarımız ise “ayin" adı altında, egemen yönetim (Osmanlı Devleti) tarafından tanınmakta ve bir saygınlık taşımaktadırlar. Ulusumuz Türkiye’nin birçok yerinde mallara, ayrıcalıklar taşıyan küçük politik sistemlere (kurumlara, H.M.) sahiptir. Ulusutpuzdan birçok kimse, pat­rikler, başrahipler, efendiler, berat sahipleri olarak makam sa­hibidirler; bunlardan kimileri, örneğin Patrik ve Baş Tercüman, tuğ (Sultan yetkilisi işareti, H.M.) taşır; Eflâk-Boğdan baş- kapıkâhyaları da öyle; ama Eflâk-Boğdan efendileri ayrıca kraliyet nişanı da taşır ve hemen yüksek makama çıkma hakkına sahiptiler. Bütün bunlar poli tika yaşamına katılır ve Aristoteles’in (yurttaş) tanımına uyarlar; ve bunlarla birlikte ister istemez, onların altında bulunan herkes de: din adamları, arhontlar, hak ve rütbe sahibi olanlar, yani tüm Rumlar” (Branouses 1975) Bu metinde, Fenerlilerin politik anlayışının özlü bir biçimde anlatıldığını görüyoruz: yönetime katılma sınırlı olsa da “soyumuzdan olan ve üst makamlar edinmiş kimseler bu­lunduğundan dolayı” bütün Rumlar’m da, “kişi” olarak değil “millet” olarak, yönetime katıldığı kabul ediliyor. Katartzes’e göre, kimi Rumlar belli haklar kazanmış olduğundan “ister istemez bütün cemaat de”, Aristoteles’in “esir uluslar” sınıfına girmemektedir. Bu politik anlayış 1785 yıllarında dile geti­rilmişti. Dört yıl sonra Fransız Devrimi’nin yaygınlaştırdığı anlayışa göre, “azla yetinen”, “üst” olanları kabul eden ve feodal çağrışımlar içeren bu anlayışın yerine, Yunanlı aydınlar arasında her kişinin, her yurttaşın “ayrı ayrı” ve üst/alt olarak değil, eşit biçimde yönetime katılma anlayışı yayılmaya başlayacaktı.Metnin devamında Katartzes’in devlet ve yurttaşlık ödevleri anlayışını da görüyoruz. “BizRumlar, yurttaşına tüm sevgisini ve ihtimamını gösteren özerk bir devlete sahip d e ğ iliz Ama bu devletimiz ve görevlerimiz yoktur demek değildir. “Tam tersine kusurlu ve zayıf milletimizi özerk ulusların üstün.olan ve gelişen kendi devletlerini sevdiklerinden daha da çok sevmeliyiz. Her Rum Perikles’ten, Themistokles’ten ve buna benzer Hellenler’den geldiğini düşününce, yada Thtodosios, Belisarios, Tsimiskes ve başka ünlü Romalı ile akraba olduğunu, yada soyunun bir azizden geldiğini düşününce, atalarını nasıl sevmeyebilir? Bunlardan oluşan bir politik toplum içinde mutsuz olmanın sevincini nasıl duymayabilir? Onları ve bunları yüzyıllarca beslemiş olan toprağı nasıl kendisine yakıfı duymayabilir? Ve bugün nefes nefese kö­leliğin boyunduruğunu çekerken nasıl olur da eskilerin (Hel- lenler’in) ün için, daha sonrakilerin ise (Bizanslılar’m) (ruh­larının) kurtuluşu için, kanla ıslattıkları toprakları yaşlarıyla nasıl ıslatmasınlar?" (Branouses 1975, 443).Bu paragrafta iki önemli anlayış seçilebilir. Birincisi “ulusun tarih içindeki devamlılığı” inancıdır. Ulusalcı ideolojinin temel anlayışlarından olan bu inanca karşı da, feodal ve Hristiyan dinine özgü ideolojiyi anımsatan “tevekkül”üri, “mutsuz olmanın sevinci”nin ve “kölelik”in, yani acı çekmenin ka­bulünü ve ululaştırılmasinı görüyoruz.Katartzes’in yukarıda aktarılan görüşleri, o dönemdeki bütün Fenerliler’in yada soylu Rumlar’m görüşlerini ve tu­tumlarını tam olarak yansıtmasa da, Osmanlı yönetimi ile iyi geçinen, bu yönetimle bir çıkar birliği içinde olan kimselerin anlayışını oldukça açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu anlayışa göre, Rumlar, Antik Yunanlılar’m ve Bizanslılar’ın soydaşlarıdırlar; ve başka bir düzene -örneğin bağımsız bir devlet yapısına yada Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı modele uygun bir devlet yapısına- geçmek gerekli, zorunlu ve olanaklı değildir. Bu yaklaşım, ulusçu dönemin felsefesini ; ve dünya görüşünü benimsemiş topluluklar için çelişkili bir tutum gibi görünebilir: başka bir “ulus”un torunları olan her topluluğun kendi ulusal devletini kurması 19. yüzyılın sonlarında artık dünya çapında ve geniş bir biçimde be­nimsenmişti. Ancak Yunan İhtilali arifesinde, hattâ bu mü­cadele sonrasında da kimi Yunanlılar Osmanlılık’ın savu­nuculuğunu sürdürmüşlerdi...
204 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.