Gönderi

Hiçbir şeyimiz yoktu, yoksulduk, yoksul ama mutsuzduk. “Geçmişin çocukluk, geleceğin ise sadece bir bilinmezlik olduğu o boşlukta, ne çocuk ne de yetişkin olunan o on dört yaşın başıboşluğunda tek başıma ve her defasında daha büyük daireler çizerek evden okula, okuldan eve gidip geliyordum. Dinî inançlarım o yaş için fazla kuvvetli değildi ama yalnızlığımda tanrısal bir sebep olduğunu düşünmekten de kendimi alamıyordum. Çünkü tek çocuktum, çünkü solaktım, çünkü boyum yaşıtlarımın hepsinden uzundu ve hatta son günlerde sol ayağımın sağ ayağımdan daha hızlı büyüdüğünü gözlemliyor ve daha da büyümesinden korkuyordum." Bir oyun gibi başlayan önce öylesine söyleniveren ama konuştukça mayalanan ve nihayet hayatımızın orta yerine yerleşip her şeyi darmaduman eden üç haneli bir sayı üstelik asal sbile olmayan bir sayı bir anda bir dolmuş şoförü olarak ete kemiğe bürünmüş ve ilk gerçek arkadaşımı alıp götürmüştü. … vaktinden önce biten yazın mahzunluğu omuzlarıma çökmüştü.. Kim kimden kopya çekiyordu? Hayat mı kitaptan, kitap mı hayattan İşe bu soruyu arıyordum. O gülümsemenin gidebilmenin bazen hesaplaşmakla değil, bizzat bağışlamakla mümkün olduğu anlamına geldiğini yıllar sonra anlayacaktım.. Ben kendim olamıyordum, bulunduğum yerde olamıyordum. Saat durmuş gün çoktan bitmiş gibiydi. Ve yarın hiç olmadığı kadar uzaktaydı. Evin sokağına girdiğimde o eksiklik duygusu o sanki yapmadığım bitirmediğim bir şey olduğu duygusu hala içimdeydi. Her zaman eve yaklaşırken duyduğum o kimi zaman ezik, fakat çoğu zaman rahatlatan o tanıdık olana bilinene dönme duygusu yoktu içimde. Ne çalışkanlardı ne de tembel çünkü hayatın zaten onların bir şey yapmasına gerek kalmadan, kendiliğinden ayaklarına kadar geleceğini seziyordu. Çünkü solak olduğum için zaten her zaman sıraların soluna oturuyordum. Dersi dinlerken de sanki daha rahat ediyormuş gibi normalinden biraz daha sola doğru dönünce onu devamlı görebiliyor, fakat hiçbir konuşma teşebbüsünde bulunmadan her gün heyecanla fırının merdivenlerinde selamlaşacağımız öğlen saatlerinin gelmesini bekliyordum.. Annem kedi ve ben az sonra başlayacak çırçır makinelerinin sesini, babamı içeride verilmeyi bekleyen gizli mektupları bir portakal ağacının altında gömülü o kitabı çöpü açlığı ve karanlığı unutup orada bir sigara içimi oturduk. Bir sigara içimi kadar kısa fakat beni hep dönecek bir yerim olduğuna inandıraacak kadar uzun.. bu yeni dünyada bütün renkler bir yağmur ertesi berraklığında pırıl pırıl parlıyorlardı. Aramızda aşılması gereken hiçbir duvarın söylenemeyen hiçbir sırrın tutulmamış hiçbir sözün olmadığı bu dünyayı daha sonra kaç kez tekrar görmeye kaç kez varlığını tekrar onun içinde hissetmeye çalıştım? Kimi kez bir tepede tek başına büyüyen bir ağaç kadar yalnız kimi zaman gri ağır ve durağan bir gökyüzü kadar sıkıntılı kimi zaman sinemada ilk dannn! Sesinin duyulduğu an kadar sevinçli kimi zaman da oynamak için sokakta saatlerce diğerlerinin gelmesini bekleyen bir çocuk kadar mahzun döndüm o yolculuklardan ve kaç kez o uzak şehirlerin soğuk gecelerinde mırıldandım kendime. Çünkü dünya ifade edilebilenlerden çok ifade edilemeyenlerden ibaret bir yer olarak görünüyordu gözüme. Çalan teneffüs zili ile birlikte ellerimizin sızısı yavaş yavaş kaybolurken biz her gün tekrar tekrar yenilmeyi öğretilen ruhlarımızı birbirimizden saklamaya bize kaybedeceğimizi şimdiden söyledikleri bir hayata alışmaya çalışıyorduk.. Bir dakikayı saatten gözlerimi hiç ayırmadan geçirirsem biri on üç geçeyi yenecektim. Tuhaf olan ise ben anneannemin evine gidince babama, babaannemin evine gidince de anneme çektiğimi düşünür her iki evden de bir an önce çıkıp gitmek isterdim. Haftalarca yağan bir yağmurun ardından birdenbire bir baraj kapağından boşalan sular gibi üzerime gelecekti yalnızlık.. Artık dönsen de biz yokuz! Sonra zamanla ne kadar araştırıp anlamaya çalışırsam çalışayım zihnimi ne kadar zorlarsam zorlayayım her şarkının içinde kendi zamanına dair bir sırrın saklı olduğunu kabullenmiştim. Buna bir de bazı şarkıların ilk dinlediğim zamana ve mekana çakılı kalması eklenmişti. Öyle ki aynı şarkıyı bir süre sonra başka bir yerde dinlersem giderek yoğunlaşan yanlış bir yerde olduğum duygusundan kurtulamıyordum. Hayatmız bölünmüştü bizim hangi şehirde, hangi hayatta yaşarsak yaşayalım içimizde hep, sadece kendimizin girip dolaşabileceği herkese yabancı bir şehir taşıyacaktık. Ne zaman ki o şehrin pusulasını birisine vermek çok isteyecektik işte o zaman ona aşk diyecektik. Hayat başımıza gelen bir şey değildi, biz onun peşinden gidiyorduk. Hem dokuz yıl sonra ilk defa doğup büyüdüğü yere dönmenin sevinci hem de hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamayacağının korkusu ve hüznü yüreğinde iç içe geçmiş ve gidişimizi erteleyip durmuştu.. Sanki o pencerelerden geçip giden bir zamanın ardından bakıyorduk.. Ne var ki arkamızda bıraktığımızı güzelliğini bozmadan içimizde taşımamızın tek yolunun ondan vazgeçmek olduğunu artık biliyorduk.. Baudelaire’nin dediği gibi, eskiden ‘’Nerede değilsen orada mutlu olacakmışım.’’ Gibi geliyordu. Yıllar sonra insanın tek, bir tek hayatı olmadığını peşpeşe eklenen birçok hayatı olduğunu ve çektiği acıların sebebinin bu olduğunu anlayan yazar… Kuğular ölmeden önce hüzünlü ama çok güzel bir şarkı söylerler. Görünmez yaralarımla cennetteyim. Çünkü dilde şiir olan hayatta felaket olabiliyordu.
·
141 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.