Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

773 syf.
·
Puan vermedi
Varlık ve Hiçlik
Varlık ve Hiçlik
Jean-Paul Sartre
Jean-Paul Sartre
Kitaba başlamadan önce Jean Paul Sartre'nin "Varlık ve Hiçlik" kitabı, varoluşçular için ayrı bir öneme sahiptir. Bu kitap, sadece eleştiri içermekle kalmaz, aynı zamanda bazı sorulara cevap bulma amacı taşır. Varoluşçuların felsefi düşünceleri üzerine derinlemesine bir inceleme sunar ve insan varoluşunun temel sorularını ele alır. Sartre, kitapta insanın özgürlüğü, sorumluluğu ve varoluşun anlamı gibi konuları sorgular. Aynı zamanda, insan varoluşunun içsel çelişkilerini ve paradokslarını ortaya koyar. Kitap, okuyucuya düşünmeyi, sorgulamayı ve kendi varoluşunu anlamaya çalışmayı teşvik eder. Sartre'nin derinlikli analizleri ve eleştirileri, varoluşçu düşüncenin gelişimine büyük katkı sağlarken, aynı zamanda okuyucuya yeni bir bakış açısı sunar. "Varlık ve Hiçlik", varoluşçu felsefenin temel metinlerinden biri olarak kabul edilir. GİRİŞ Sartre, giriş bölümünde kendi bilinç, varlık ve fenomen teorisini detaylı bir şekilde ele alarak önceki fenomenologlar, idealistler, rasyonalistler ve ampiristlerin düşüncelerini eleştirmiştir. Ona göre, modern felsefenin en büyük başarılarından biri fenomenolojidir çünkü fenomenoloji, varolanın gizli bir doğaya sahip olduğu düalizm türlerini çürütmüştür. Bu düalizmlere örnek olarak, Immanuel Kant'ın noumenon'u verilebilir. Fenomenoloji, sahnenin arkasındaki dünyalar yanılsamasını ortadan kaldırmıştır. Sartre'a göre, fenomenlerin doğasının incelenmesi, iki tür varlığın doğasını ortaya çıkarmaktadır. İlk olarak, kendinde-varlık olarak adlandırılan şeylerin varlığı vardır. Bu tür varlık, yalnızca insan tarafından yaklaşılabilecek bir şeydir. İnsanlar, nesneleri, olayları ve diğer varlıkları algıladıklarında, aslında sadece fenomenleri algılamaktadır. Yani, bir şeyin kendinde-varlık halini, onun gerçek doğasını asla bilemeyiz. Bunun sebebi ise insanın sınırlı algısal yetenekleri ve düşünceleridir. İkinci tür varlık ise kendisi-için-varlık olarak adlandırılan bilincin varlığıdır. Sartre'a göre, bilinç bir varlık olarak kendisi için var olur. Bilincin kendisi-için-varlık halini anlamak için, bireyin içsel deneyimlerine ve düşüncelerine odaklanmak gerekmektedir. Bilinç, düşünceleri, hisleri, duyguları ve iradesiyle var olan bir varlıktır. İnsanların bilincinin varlığı, onları sadece fenomenlerin algılayıcısı değil, aynı zamanda fenomenleri anlama ve yorumlama yeteneğiyle donatmıştır. Sartre, kendisi-için-varlık kavramını detaylı bir şekilde açıklar ve bilincin var oluşunu anlamaya çalışır. Ona göre, bilinç, sürekli olarak kendisini oluşturan ve şekillendiren bir süreçtir. Bilinç, etkileşim halinde olduğu dünyayla karşılıklı bir ilişki içindedir. Bu ilişki, bilincin düşüncelerini ve algılarını etkileyen bir etkileşimdir. Örneğin, bir insanın bir nesneyi algılaması, onun bilincinde bir dizi düşünce ve duygu yaratır. Bu süreçte, bilinç nesneyi algıladığı gibi, nesne de bilinci etkiler. Bu etkileşim, bilincin var oluşunu şekillendirir ve ona anlam katar. Sartre'a göre, bilincin varlığı, insanların özgür iradeye sahip olmalarını da açıklamaktadır. İnsanlar, bilinçlerinin yönlendirdiği iradeleriyle kararlar alabilir, eylemlerde bulunabilir ve düşüncelerini özgürce ifade edebilirler. Bu özgürlük, insanların varoluşlarını şekillendiren ve onlara anlam katan bir faktördür. Sartre, bilincin varoluşsal özgürlüğünü vurgulayarak, insanın kendi kaderini belirleme gücüne sahip olduğunu savunur. Özetlersek, Sartre giriş bölümünde kendi bilinç, varlık ve fenomen teorisini detaylı bir şekilde ele alarak önceki fenomenologlar, idealistler, rasyonalistler ve ampiristlerin düşüncelerini eleştirmiştir. Fenomenolojinin, var olanın gizli doğasını ortadan kaldırarak sahnenin arkasındaki dünyalar yanılsamasını çürüttüğünü savunan Sartre, fenomenlerin doğasını incelerken kendinde-varlık ve kendisi-için-varlık kavramlarını tanımlamıştır. Bilincin varlığının kendisi-için-varlık olduğunu vurgulayan Sartre, bilincin sürekli bir süreç olduğunu, etkileşim halinde olduğu dünya ile karşılıklı bir ilişki içinde olduğunu ve insanların özgür iradeye sahip olduğunu savunmuştur. Bölüm 1:Olumsuzlamanın kökeni Sartre'ın fenomenolojik bakış açısına göre, hiçlik deneyimlenen bir gerçekliktir ve yalnızca öznel bir hata olamaz. Sartre, hiçliği sadece "Pierre burada değil" veya "param yok" gibi olumsuz yargılarla özetlenen bir zihinsel kavram olarak görmemekte, aynı zamanda somut bir varlık olarak da değerlendirmektedir. Hiçlik, soyut bir yokluk olmaktan ziyade, görememek gibi somut bir durumu ifade eder. Örneğin, kör bir adamın dünyasında görememek, onun yaşamının bir parçasıdır ve bu hiçlik, onun yaşamını etkileyen bir gerçekliktir. Bilinç ve fenomenin bütünlüğünde, her ikisi de ayrı ayrı düşünülebilir, ancak yalnızca bir bütün olarak var olurlar. İnsanın sorgulama ve soru sorma tavrı, bilincin dünya ile arasına mesafe koyar ve bu mesafe, hiçlik kavramının ortaya çıkmasına olanak tanır. Her soru, olumsuz bir yanıt olasılığını ve var olmama olasılığını gündeme getirir. Sartre'a göre, hiçlik böylece var olabilir. Hiçlik, kendinde-varlığın bir parçası veya tamamlayıcısı olamaz, ancak kendisi-için-varlığın kökenidir. Kendisi-için-varlık ile kendinde-varlık arasındaki ilişki, ikincisinin sorgulanmasıdır. Bilinç, hiçliği dünyaya getirerek şeylerin varlığını yok etmez, ancak onunla ilişkisini değiştirir. Kötü Niyet Sartre kötü niyetle, kişinin insani gerçekliği hakkında kendini kandırmasını tanımlar. Bu iki şekilde gerçekleşebilir: birincisi, kişinin kendisini gerçekte olduğu şey olmadığına yanlış bir şekilde ikna etmesiyle. İkincisi, kendini bir nesne olarak görerek (örneğin bir işle özdeşleşerek) ve böylece özgürlüğünü inkar ederek. Esasen bu, kişinin bir garson, bakkal vb. olarak toplumsal rolünün insani varoluşuna eşdeğer olduğuna inanması gerektiği anlamına gelir. Kişinin mesleği, sosyal, ırksal ya da ekonomik sınıfı tarafından tanımlanan bir yaşam sürmesi "kötü niyet "in ta kendisidir; kişinin içinde bulunduğu durumu aşarak ne olması (insan) ve ne olmaması (garson, bakkal, vs.) gerektiğini fark edememesi anlamına gelir. Bireyin, olumsuzlamanın varlığına girmesine izin vermesinin, Sartre'ın "büyük insan akışı" olarak adlandırdığı, kendimizi içinde bulduğumuz durumla ilgili olarak arzu ettiğimiz herhangi bir şey olma olasılığını sağladığını anlaması çok önemlidir. Varoluş ve kimlik arasındaki fark, "kötü inançlarına" kapılan bireylerin kalplerinde yatar. Sartre'ın kullandığı bir örnek, görevlerini yerine getiren, geleneklere, işlevlere ve bir kafe garsonunun beklentilerine bağlı kalan bir kafe garsonudur: [Sürekli olduğumuz şey olmak zorundaysak, varoluş tarzımız olduğumuz varoluş tarzı olmak zorunluluğuna sahipse, o zaman biz neyiz? Kafedeki bu garsonu düşünelim. Hareketleri hızlı ve ileri doğru, biraz fazla kesin, biraz fazla hızlı. Biraz fazla hevesli bir şekilde öne eğilir; sesi, gözleri müşterinin siparişi için biraz fazla özenli bir ilgi ifade eder. Sonunda geriye dönerek, biraz fazla hızlı adımlarla yürüyor, bir kafede garsonculuk oynuyor gibi görünüyor. Ama hangi rolü oynuyor? Bunu açıklayabilmemiz için uzun süre izlememiz gerekmiyor: Bir kafede garsonculuk oynuyor. Orada bizi şaşırtacak hiçbir şey yoktur]. Sartre, eşcinsel olmanın kızıl saçlı olmakla aynı şey olmadığını düşünerek eşcinsel olduğunu reddeden birini de kötü niyet örneği olarak verir. Sartre böyle bir tutumun kısmen doğru olduğunu çünkü "insan gerçekliğinin indirgenemez karakterine" dayandığını savunur. Bununla birlikte, eğer eşcinsel, gerçekten eşcinsel olmasa bile, eşcinsel olarak tanımlanan bir davranış kalıbını benimseme anlamında eşcinsel olduğunu kabul ederse, o zaman tamamen doğru olacaktır. Sartre, bireylerin kötü niyetten kaçmak için varoluşlarının ve benliklerinin biçimsel izdüşümünün belirgin bir şekilde ayrı ve insan kontrolü altında olduğunu fark etmeleri gerektiğini sürekli vurgular. Bu ayrılık bir tür hiçliktir. Hiçlik, kötü niyet açısından, Sartre tarafından saf varoluş ve kimliği ayıran ve hayatlarımızı benzer şekilde oynamamıza neden olan içsel olumsuzlama olarak tanımlanır. Kişinin olduğu bir şey olması (varlık) ve olmadığı bir şey olması (mesleğiyle tanımlanan bir garson) bunun bir örneğidir. Ancak Sartre, kötü niyetin yalnızca "toplumsal konumlar" açısından nitelendirilmesine karşı bir duruş sergiler. Sartre, "Ben asla tutumlarımdan, eylemlerimden herhangi biri değilim" der. İyi konuşmacı, konuşmaya çalışan ama konuşamayan kişidir. Bu, kelimenin tam anlamıyla, konuşmacının kendi durumuna veya sosyal kategorizasyonuna sahip olmadığı, ancak kötü niyet tarafından tüketilen bir konuşmacı olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla, kötü niyetten kaçmak için ne olduğumuzu (var olan varlıklar) ve ne olmadığımızı (toplumsal/tarihsel bir uğraş) tanımamız gerekir. Yine de varolanlar (insanlar) otantik varlıklar olabilmek için varlık, roller ve hiçlik arasında bir denge kurmalıdır. Buna ek olarak, kötü niyetin önemli bir ilkesi, rolümüzden yararlanarak otantik bir varoluş elde etmek için biraz "iyi niyet" sergileme ihtiyacıdır. Kötü niyetin otantik alanı, oynadığımız rolün sahteliğinin farkına varmaktır. Kendi kendini projelendiren bir hayat olarak yaşamak ve kendini geleceğe yansıtmak, kendini kötü niyetten uzaklaştırmak ve benliğin iradesine göre yaşamaktır ki bu da hayatı otantik bir şekilde yaşamaktır. Görünüm Görünüm, bir kişinin başka bir kişinin varlığını fark ettiğinde ve onu bir nesne olarak algıladığında ortaya çıkar. Bu durumda, kişi kendi dünyasını, diğer kişinin dünyasına benzeyen bir şekilde görmeye başlar. Ancak bu dönüşüm, kişinin kendisini sadece belirli bir konumdan değil, içsel bir öznelikten tanımasıyla gerçekleşir. Bu değişim en belirgin şekilde, bir kişinin bir mankeni gerçek bir insan olarak algıladığında ortaya çıkar. Bu durumda, kişi dünyasında bir dönüşüm yaşar. Nesneler artık sadece birer nesne olmaktan çıkar ve bir miktar kaçınma özelliği kazanır. Bu, diğer kişiye ait olan ve dolayısıyla kişi için bilinemez olan yönler içerir. Bu süre zarfında kişi, tam bir öznel deneyime sahip olamaz. Artık dünya, diğer kişinin dünyasıdır ve kişinin kendi öznesinden ziyade başkasının öznesinden gelen yabancı bir dünyadır. Diğer kişi, "tüm dünyanızın düzenine ve yapısına bir tehdit olarak algılanır... Dünyanız, kontrolünüz olmadan Öteki'nin değerleri tarafından hızla istila edilir." Ancak kişi, mankenin gerçekte bir nesne olduğunu ve öznel bir deneyime sahip olmadığını fark ettiğinde, dünya tekrar normale döner ve yine kişinin kendisinin merkezinde olduğu bir evren haline gelir. Bu, varoluşun yansıtma öncesi moduna geri dönmektir, "her zaman var olan ama asla fark edilmeyen kameranın gözüdür". Kişi bu süreçte meşguldür ve kendini yansıtacak kadar meşgul değildir. Bu süreç sürekli, kaçınılmaz ve kaçınılmazdır. Başkası veya öteki-için-varlık (Being for other) Sartre'a göre, insanların birbirlerine olan çekimleri, diğerinin kendilerine nasıl baktığıyla ilişkilidir. İnsanlar, başkalarının onlara nasıl baktığıyla kendilerini değerlendirir ve bu durumda kendi öznelliğini deneyimlemekten kaçınır. Bu duygusal yabancılaşma durumu, kişinin kendi varlığını korumak için diğerini kontrol etmek zorunda olmasını ve aynı zamanda diğerinin özgürlüğünü kontrol etmesini gerektirir. Bu ilişkilerde, her iki tarafın da amacı, kendi varlıklarını sürdürmek değil, diğer tarafın kendilerine nasıl baktığını devam ettirmektir. Bu ilişkilerdeki "kötü niyet", diğerinin özgürlüğünün yerine kendi özgürlüğünü koymaktır. Bu nedenle, bu ilişkiler genellikle yanlışlıkla "aşk" olarak adlandırılsa da aslında duygusal yabancılaşma ve diğer ile çatışma yoluyla özgürlüğün inkârından başka bir şey değildir. Sartre, bu ilişkilerin genellikle bir kişinin kendi "gerçekliği" ile olan ilişkisini kabul edilebilir hale getirmek için kullanıldığına inanır. Bu gerçeklik, kişinin doğum yeri, zamanı ve insan özgürlüğünün sınırları gibi somut ayrıntılardır. Yabancılaşma, zamanla o kadar yoğun bir hale gelebilir ki, katılımcılar kendi özgürlüklerini tamamen kaybetme ve "görünüş" tarafından köleleştirilme suçluluğu yaşarlar. Bu durumda, katılımcılar birbirlerine acı çektirmeye başlarlar çünkü birbirlerinin görünüşü üzerindeki kontrolü kanıtlamaya çalışırlar. Ancak bu kontrol kaçınılmazdır çünkü görünüşe o kadar bağımlı hale gelinmiştir ki kendi öznelliğini deneyimlemenin de aynı derecede dayanılmaz olacağına inanılır. Bu nedenle, katılımcılar mazoşist ve sadist tutumlar sergilerler. SEKS Sartre, seksin biyolojik bir motivasyona dayanmadığını savunarak, onun cinsel arzunun temelini oluşturmadığını ilan eder. Onun yerine, Sartre "çifte karşılıklı cisimleşme" kavramını ortaya atar ve bu kavramın cinsel deneyimin merkezinde yer aldığını düşünür. Bu, Sartre'ın tanımladığı gibi, bir tür öznelliğin karşılıklı olarak tanınmasını içerir. Kendimizi bedenleştirerek, "Öteki"ni kendi bedeni için ve benim bedenim için fark etmeye teşvik ederiz. Öpüşmek gibi jestler ve arzular aracılığıyla sevgilinin bilincini bedeninin yüzeyine çıkarmaya çalışırız. Ancak, orgazm anında bu yanılsama sona erer ve gerçeklikle yüzleşiriz. Sekste, erkekler ve kadınlar bilinç ve bedensel varlığın mükemmel bir uyum içinde olduğu, arzunun tatmin edildiği bir durumun peşindedir. Ancak, Sartre'a göre böyle bir durum asla gerçekleşemez. İnsanlar, "ens causa sui" olarak tanımladığı şekilde, ontolojik kanıtın Tanrısı olmak için yetersiz bir tutkudur. Sartre'ın perspektifi, seksin insanların sonsuz bir tatmin arayışı olduğunu ve bu arayışın asla tamamlanmadığını vurgular. Ona göre, insanların bedensel arzularını tatmin etmek için yaptığı eylemler ve jestler sadece geçici bir yanılsama yaratır. Bu yanılsama, sevgilinin bilincini bedenin yüzeyine çıkarmaya çalışırken yaşanan bir illüzyondur. Ancak, orgazm anında bu yanılsama sona erer ve gerçeklikle yüzleşiriz. Sartre, bu gerçekliği, kayakçının dağın eteğine geldiğinde veya arzuladığı bir nesneyi satın aldığında ışıltısını kaybettiği gibi, seksin tamamlanma anının asla gerçekleşmeyeceği bir durum olarak tanımlar. Bu perspektif, insanların arzularını tatmin etmek için sürekli bir arayış içinde olduğunu ve bu arayışın hiçbir zaman sona ermeyeceğini gösterir. İnsanlar, sürekli olarak arzularını tatmin etmeye çalışırken, bedenlerini kullanır ve karşılıklı olarak farkındalık yaratır. Ancak, Sartre'a göre, bu farkındalık asla tam anlamıyla gerçekleşmez çünkü insanlar sonsuz bir arayış içindedir ve bu arayışın sonu yoktur Sartre'ın seksin ontolojik bir kanıt olmadığına dair perspektifi, insanın kendini tanıma ve anlama sürecinde önemli bir rol oynar. Seks, insanların bedenlerini kullanarak ötekinin bedenini fark etmelerini sağlayan bir deneyimdir. Ancak, bu deneyimdeki yanılsama ve geçicilik, insanların gerçek kimliklerini ve öz benliklerini bulma sürecini zorlaştırır. Sartre'ın perspektifi, insanların bedenlerini kullanarak başkalarının bedenlerini fark etmelerine rağmen, bu farkındalığın tam anlamıyla gerçekleşmediğini vurgular. İnsanlar, bedenlerini kullanarak arzularını tatmin etmeye çalışırken, aslında kendi varoluşlarının anlamını ararlar. Ancak, bu arayışın sonu yoktur ve tamamlanma anı asla gerçekleşmez. Sartre'ın perspektifi, seksin insanların sonsuz bir arayışı olduğunu ve bu arayışın tamamlanma anının asla gerçekleşmeyeceğini vurgular. Seks, insanların bedenlerini kullanarak ötekinin bedenini fark etmelerini sağlayan bir deneyimdir. Ancak, bu deneyimdeki yanılsama ve geçicilik, insanların gerçek kimliklerini ve öz benliklerini bulma sürecini zorlaştırır. Sartre'a göre, insanların arzularını tatmin etme çabaları asla tamamlanmaz çünkü insan, ontolojik kanıtın Tanrısı olmak için yetersiz bir tutkudur. Fenomenolojik ontoloji Sartre'a göre bilincin sadece nesnelerin farkındalığı olarak ortaya çıktığını ve yalnız başına anlam ifade etmediğini belirtir. Bu nedenle, bilincin her zaman ve öncelikle bir şeyin bilinci olduğunu ifade eder. Bu "bir şey" bir nesne, bir kişi, hayali bir varlık veya başka bir şey olabilir. Fenomenologlar, bilincin bu özelliğini sıklıkla "niyetlilik" olarak adlandırır. Sartre'ın katkısı, bilincin sadece bir şeyin bilinci olmanın yanı sıra her zaman kendisinin bilinci olmasıdır. Yani, tüm bilincin, tanım gereği öz-bilinç olduğunu savunur. Sartre, "öz-bilinç" terimini kullanırken, bilincin kendisinin bir nesne olarak düşünüldüğünün farkında olmasını değil, aynı anda göründüğü dünyaya ve kendine nasıl göründüğünü kasteder. Sartre'a göre, bilinç kendine görünerek tamamen şeffaftır. Bir ev gibi sıradan bir nesnenin aksine, bilinç kendi tüm yönlerini aynı anda "görür". Bu konumsal olmayan nitelik, bilinci kendine özgü bir varlık türü yapar ve kendisi için var olan bir varlık haline getirir. FREUD ELEŞTİRİSİ Sartre, Freud'un bastırma teorisinin içsel olarak kusurlu olduğunu savunurken, bu teoriyi eleştirmek için bilinçdışının paradoksunu kullanır. Freud, hastalarının aynı anda bir şeyi hem bilmelerine hem de bilmemelerine rağmen, bu paradoksa bir çözüm sunamaz ve bunun yerine bilinçdışıyla sansüre dayanan bir "kötü niyetle özerk bilinç" oluşturur. Ancak Sartre, bu sansürcünün bilincinin ne tür bir öz bilince sahip olabileceğini sorgular. Sansür düzeyinde bastırılan şeyin farkındalığının hastanın direncinde ortaya çıktığını ve psikanalistin sorularının amacının anlaşılmasını ima ettiğini belirtir. Bu durum, sansürün bilinçli olduğunu ima etmektedir. Ancak sansürcünün kendisinin bu bilince sahip olamayacağına dikkat çeker. Sartre, Freud'un bilinçdışını, aynı bilgiyi aynı anda bilme ve bilmeme paradoksunun günah keçisi olarak görür. Freud, bu paradoksu hafifletmek yerine, "bilinçdışı ile bilinç arasında kötü niyetle özerk bir bilinç" oluşturarak konuyu sansüre taşır. Ancak Sartre, bu sansürcü düzeyinin gereksiz olduğunu düşünür, çünkü hala kendisinden bir şeyler saklayan aynı bilincin sorunuyla karşı karşıya kalırız. Ona göre, Freud'un bastırmayı tanımladığı şey, daha geniş bir kötü niyet yapısının göstergesidir. Bu nedenle, psikanaliz özel bir içgörü sağlamaz, çünkü bir şeyi saklamak, bilinç düzeyinde bir içsel mekanizmanın parçası olarak değil, birleşik bir fenomen olarak ortaya çıkar. Sartre, Freud'un bilinçdışı teorisinin yanlış olduğunu savunarak, insan bilincinin özünde öz-bilinçli olduğunu ileri sürer. Ona göre, insanlar bilinçli ve bilinçdışı arasında bir ayrım yaparlar, ancak bu ayrımı yapmak için bilinç düzeyinde bir öz bilince sahiptirler. Bu nedenle, Freud'un hastalarının bilinçdışını keşfetme amacıyla yaptığı analizlerin sonuçlarının sınırlı olduğunu iddia eder. Ayrıca Freud'un bastırma teorisinin içsel olarak kusurlu olduğunu savunur. Ona göre, Freud, hastalarının bilinçdışının altında yatan travmaların gerçeğini içeren bir "gerçek" olduğunu öne sürer. Ancak hastaların bu gerçeğin farkında olmadığı ve bu nedenle direnç gösterdikleri ortaya çıkar. Sartre, bu durumu eleştirir ve hastaların neyi bastırdıklarının farkında olmadıklarında direncin anlamının olmadığını söyler. Sartre'nin sansürcü olarak adlandırdığı şeyin, hastaların direncinin temelinde yer aldığını düşünür. Sansürcünün, bastırılan şeyin farkındalığını ve psikanalistin sorularının amacını anlamak için bir öz bilince sahip olduğunu ima eder. Ancak sansürcünün kendisinin bu bilince sahip olamayacağını öne sürer. Bu nedenle, sansürcünün varlığı gereksizdir ve Freud'un bastırma teorisi kusurludur. Neticede, Sartre, Freud'un bilinçdışı teorisini eleştirirken, bilinçdışının paradoksunu kullanır ve sansürcü düzeyinin gereksiz olduğunu savunur. Ona göre, insanlar bilinçli ve bilinçdışı arasında bir ayrım yapabilirler ve bu ayrımı yapmak için bir öz bilince sahiptirler. Freud'un hastalarının direnci, sansür düzeyinde bastırılan şeyin farkındalığını ve psikanalistin amacını anlamak için bir ipucu olarak görülür. Ancak sansürcünün kendisinin bu bilince sahip olamayacağına dikkat çekilir ve bu nedenle sansürcünün varlığı gereksizdir. Sartre, bastırmanın daha geniş bir kötü niyet yapısının göstergesi olduğunu iddia eder ve bu nedenle psikanalizin kusurlu olduğunu iddia eder.
Varlık ve Hiçlik
Varlık ve HiçlikJean-Paul Sartre · İthaki Yayınları · 2018880 okunma
·
528 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.