Kargalara, saban süren çiftçiye, atlara, hatta cılız, eyersiz olanlarına bile ilham veren enerji, pencere pervazındaki küçük güvenin kanatlarına kadar işlemiş gibiydi. Kimse onu izlemekten kendini alıkoyamaz, aslında ona acıyor olmanın bilinciyle içten içe bir rahatsızlık duyardı. O sabah hayattan alınması muhtemel zevkler, sadece bir güvenin payına düşen kısmı için fazlasıyla muazzam ve çeşitliydi. O gün sadece bir güve olmak, çetin bir kader gibiydi; kısıtlı imkanlarından aldığı keyif ise oldukça hazindi. İnanılmaz bir zindelikle uçarak daracık hücresinin bir köşesine konuvermişti. Bir saniye bekleyip, oradan doğruca karşı köşeye. Üçüncü ve dördüncü köşeye uçmaktan başka daha ne yapabilirdi? Ufkun enginliği ne, gökyüzünün sonsuzluğuna, çok uzaklarda dumanı tüten evlere ve ara sıra gemilerden duyulan o şairane seslere rağmen onun tek yapabileceği buydu. O, bu dünyada yapabileceği yegane işi yapıyordu. Bir tel kadar incecik ve masum olmasına rağmen, sanki tüm dünyanın sonsuz enerjisi onun o naif, ufacık bedenine zerk edilmişti. Sürekli olarak bir köşeden diğerine uçarken, bir dizi hayat ışığının belirdiğini hayal edebiliyordum. O, küçük olabilirdi ya da bir hiçti ama hayatın ta kendisiydi.