Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Osmanlıların soyluluktan ziyade meritokrasiyi öne çıkarmaları erken on sekizinci yüzyılda Boğdan Voyvodası Dimitrie Cantemir [Kantemiroğlu] veya 1555'te Süleyman'ın saltanatı sırasındaki Habsburgların elçisi gibi Türk olmayanların dikkatini çekmiştir. Habsburgların elçisi Ogier de Busbecq gözlemlerini şöyle kaydetmişti: "Bu kalabalık mecliste herkes şahsi kabiliyeti, ehliyet ve liyakati sayesinde bulundukları mevkilere getirilmişlerdir. Filancanın neslinden geldiği için hiç kimseye diğerlerinden üstün bir rütbe verilmez. Herkes memuriyet derecesine göre saygı ve itibar görür. Bu sebeple, merasimlerde önde bulunmak, diğerinin yerine göz dikmek gibi kavgalar yoktur. Görev ve memuriyetler herkesin liyakat, seciye, kabiliyetine göre bizzat Sultan tarafından verilir. Bunu yaparken ne o şahsın zenginliğine, ne nüfuz ve şöhretine, ne rica ve dostluklara aldırış etmez. Böylece her işe, o işin ehli adamlar tayin olunur. Şahsi kabiliyeti sayesinde herkesin yüksek mevkilere kadar gelebilme şansına sahiptir. Çobanlıktan gelmiş olsalar dahi, mazideki durumlarından dolayı bir eksiklik duymadıkları gibi, ebeveynlerine ne kadar az borçlu olurlarsa bununla o kadar çok iftihar ederler Türkler, üstün meziyetlerin, kabiliyetlerin doğuştan geldiğine, bir miras olarak ecdattan intikal ettiğine inanmazlar. Bunun, kısmen Allah vergisi, kısmen de say-ü gayretin mükâfatı olduğunu kabul ederler Nasıl ki bir evlat mutlaka babasına benzemezse, güzel sanatlara, hesap hendeseye istidat irsi değilse üstün vasıfların, seciyenin de babadan oğula geçmeyip Cenabıhak tarafından bahsedildiği kanaatindedirler. Bu düşüncelerin neticesi olarak, Türklerde şan ve şöhret, yüksek idari mevkiler liyakat ve maharetin mükâfatıdır. Tembel ve pısırık olanlar, kötü niyetliler için yükselme yolları kapalıdır, bunlar kenarda köşede önemsiz kişiler olarak kalırlar Türklerin giriştikleri her işte başarı kazanmalarının, üstün bir irk haline gelmelerinin ve gün geçtikçe devletin hudutlarını biraz daha genişletmelerinin sebebi bu olsa gerek. Bizdeki uygulama ise büsbütün değişiktir. Ehliyet ve liyakatin bizde yeri yoktur. Her yerde her işte asalet, yani mevki ve rütbe verilecek şahsın kimin neslinden geldiği hususu aranır." Devşirme sistemi ordunun duyduğu ihtiyaç için de, Avrupa'nın Romalılardan beri ilk daimi profesyonel ordusu -ve onunki kadar zorlu- Yeniçeri birliklerini yaratmıştı. Bir Osmanlı ordugâhını ziyaret ettiğinde onu hayrete düşüren bir disiplinle karşılaşmıştı: Genel sessizlik, uygulanan katı temizlik kuralları ve topyekün düzen. Ogier de Busbecq, orduları kıyaslarken de şöyle yazmıştı: "Bizim askeri sistemimizle Türk sistemini karşılaştırınca geleceğin bize neler hazırladığını düşünüp korkudan titriyorum. Karşılaşan iki ordudan biri galip gelecek-ki bu herhalde Türk ordusu olacak-diğeri ise mahvolacaktır. Çünkü Türk Ordusu sırtını kuvvetli bir imparatorluğun geniş kaynaklarına dayamış, zinde, tecrübeli, sarsılmamış bir kuvvet. Askerleri zafere alışmış, zor şartlara dayanma kabiliyetine sahip, intizam ve disipline riayetkâr, uyanık ve kanaat ehlidirler. Bizimkilerde ise umumi bir fakirliğe mukabil hususi israf, yıpranmış kuvvet, maneviyat bozukluğu, tahammül yokluğu ve idmansızlık var. Serkeş askerler, aza kanaat etmeyen subaylar. Disiplin kavramıyla alay ederiz. Başıboşluk, sarhoşluk, serkeşlik, zevke düşkünlük bizde alabildiğine vardır. Daha kötüsü yenilgiye alışmış bulunmamızdır. Bu durumda neticenin ne olacağı gün gibi aşikârdır." Devşirme sistemi bu yüzden Osmanlı uygarlığının en önemli kurumlarından biriydi. Hem bütün tebaayı hakça yöneten hem de bütün tebaanın kendilerini yöneten bir zümrede tuzu bulunması bakımından eşitleyici bir meritokrasiydi. Osmanlı İmparatorluğu'nun zirvesinde olduğu 1453'le 1625 arasında görev yapan kırk beş sadrazamdan beşi Türk, onu bilinmeyen kökenli, kalanıysa Hristiyan kökenliydi. Bunlardan da altısı Yunan, on biri Arnavut, biri İtalyan, biri Ermeni, biri de Gürcü'ydü. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Osmanlıların yakın zamanda din değiştirmiş Avrupalıları Doğu'nun nispeten eski Müslümanlarına -özellikle de Araplara ama Anadolu Türklerine dahi- tercihi açık açık eleştirilen bir konu halini almıştı (Nitekim Arap Recep Paşa'nın 1689'da serasker tayin edilişi "bir Arap'ın bu kadar yükselmesi bakımdan eşi benzeri bulunmayan bir vaka sayılmasa da ender bir durumdu"). Bu, devşirme kurumunun Osmanlıların ilk yüzyıllarında hüküm süren bir aristokrasinin neredeyse iyiden iyiye namevcudiyeti şartlarında yarattığı bir meritokrasiydi.
Sayfa 130 - Ayrıntı YayınlarıKitabı okudu
60 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.