Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Hakikati olmayanın çözümü de, mutluluğu da hayaldir.Ortadoğu’da ulus-devletlerin nasıl inşa edildiklerine ilişkin birkaç örnek sunmak, içyüzlerini anlamak açısından öğretici olacaktır. Bugünkü Irak 1920’lerden önce var olmayan bir ülkeydi. Ütopya olarak bile yoktu. Britanya İmparatorluğu’nun stratejik ihtiyaçları ve petrol çıkarları göz önüne getirilerek inşa edildi. İçindeki kültürel birimlerin durumu hiç dikkate alınmadı. Aralarında uyumlu yaşamaları için adil bir ilke konmadı. Başlarına toplumsal gerçekleriyle ilgisi olmayan bir kral getirildi. Bu kral daha ulusalcı geçinen askeri elitler tarafından devrildi. İlan edilen Cumhuriyetin cumhurla fazla ilişkisi olmadığından sürekli diktatoryal koşullarda yaşadı. Ulus-devletin doğasını kavramayan Saddam Hüseyin diktatörlüğü kendisinin idamıyla çözüldüğünde bütün pislikler ortalığa saçıldı. Bugünkü Irak’ı tanımlayacak herhangi sosyolojik bir kuram yoktur. Kaotik bir mekân olarak herhalde varlığını sürdürecektir.Diğer yirmiyi aşkın Arap diye adlandırılan ülkelerin inşası da farklı değildir. Onları anlamlı kılacak tarihsel ve toplumsal gerçeklerle ilişkileri yoktur. Sınırları gibi tarihleri, marşları, bayrakları, rejimleri ve ulus dedikleri toplumları da tümüyle hayali varlıklar olarak hegemonik güçlerin çıkarları temelinde belirlenmiştir. Burada çok önemli olan husus, günün yirmi dört saatinde kutsalca tapınılan bu hayali varlıkların elle tutulur, gerçekten saygı duyulacak gerçek tarihe ve toplumuna sahip olmamasıdır. Hakikat olmayana en büyük hakikat payesi biçilmektedir; tabii sadece propaganda olarak. Herhangi bir sorunu çözme ve mutlu bir toplum yaşamı oluşturma elbette beklenemez. Hakikati olmayanın çözümü de, mutluluğu da hayaldir.İsrail’in inşası çok daha ilginçtir. Her ne kadar üç bin yıllık bir ütopyanın sonucu olduğu idea edilse de, o da son iki yüz yılın yapay varlıklarından biridir. İlk adımların inşasından son adımların inşasına kadar süreç baştan sona kanlıdır. Herhalde Yahudi halkı ve kültürü için bundan daha acılı başka bir yol tahayyül etmek zordur. Yanı başındaki Lübnan’ın inşası daha da gariptir. Nasıl durulacağı kestirilememektedir. Suriye adının bile nasıl seçildiği pek anlaşılır değildir. Yüzyıl öncesinde hepsinin yerinde daha geleneksel, belki de belli anlamlılıkları olan bir Osmanlı Vilayetleri kavramı geçerlidir. Tarihte geriye gittikçe ne vilayet adı kalır ne de ülke. İslamiyet’le birlikte yön duygusu temelinde bir adlandırma benimsenmişti. Belki de daha gerçekçi, belli bir anlamı olan ‘Beled-ül İslam’, İslam’ın Memleketi genel ad olarak kabul görüyordu. Pek mesele de yapılmıyordu. Ülke tapınması yoktu. Tapınılacak varlık sadece Allah’tı. O da toplumun ortak vicdanıydı. Sıfatlarıyla, isimleriyle belli bir kavramı oluşmuştu. Belki de daha doğru olan buydu.Yeryüzünün kıtalar olarak oluşmadığı dönemleri hatırlarsak, yer ve ülke adlarını kutsallaştırmak pek derin bir hakikati ifade etmez. Bu demek değildir ki yerelin, bölgenin, ulusun ülkesinin, ümmetin arz’ının hiç anlamı yoktur. Vardır, ama tanrısallaştırılacak kadar değildir. Burada olumsuz olan aşırı abartmanın olumsal varlığın hakikatini silecek kadar baskın çıkmasıdır. Aynı yorumları ulus-devletlerin diğer kimlikleri için (bayrak, marş, ulus, tarih) de yapabiliriz. Sembollerin iletişimde, anlatımda elbette önemli yeri vardır. Fakat kutsal gerçeklikler olarak sunulmaları doğru sosyolojik bilgiye imkân vermez.Böyle bir sunuş şekillendireceği toplumu muazzam sorunlarla karşı karşıya bırakır. Fazlasıyla bıraktırmıştır da. Bunda esasen inşa mantığı sorumlu ve sorunludur. Kapitalist modernitenin tamamen hegemonik çıkarlarına göre belirlenen (mantığı bu olan) dünya ve bölge ulus-devletleri yerelin, bölgenin, ulusun, kentin, köyün (Bunların hepsi kalıcı ve evrensel gerçekliklerdir) hakikatleriyle bağdaşmazlar. Dolayısıyla aralarında ciddi çelişki ve çatışmaların yaşanması kaçınılmazdır. Adaletin, özgürlüğün ve demokrasinin üzerinde inşa edilmediklerinden, her zaman bu evrensel kavramların içeriğiyle çelişecekler, çatışacaklardır. Ortaya çıkan sonuç, ulus-devlete ilişkin son iki yüz yılın edebiyatının çok az hakikat değeri ifade etmesidir. Çok anlam verilmeyen ilkçağ mitolojilerinden belki daha anlamsız bir mitolojik anlatımla karşı karşıyayız. Kanaatimce tek bir ulus-devlet adına dökülen mürekkebin değeri tüm ulus-devletlerden daha değerlidir. Değerlendirmemden çıkarılacak sonuç tümüyle devleti ve ulusu inkâr ettiğim, varlıklarını anlamsız bulduğum biçiminde olmamalıdır. Birer gerçeklik olarak devlet ve ulusun çok önemli anlamları vardır. Doğru çözümlenmeleri önemlidir. Hemen yıkılacak, yıkılması gereken varlıklar da değildir.Tehlikeli bulduğumuz bunlar değil, ulus-devletin inşa mantığı ve sürdürülme tarzıdır. Çünkü hep savaşı,soykırımı, mutsuzluğu çağrıştırıyor;toplumsal hakikatlerin budanmasını, değeri olmayanın aşırı yüceltilmesini çağrıştırıyor.
·
129 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.