Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Mustafa Kemal'in Suriye arkadaşları, o günlere ait renkli hatıralar nakletmişlerdir. Şam mahallelerinin sapa bir yerinde ve bir sürgün evinde üç kişi arasında «Vatan ve Hürriyet Cemiyeti»nin kurulduğu geceden sonra, Mustafa Kemal'in uykuları kaçmıştır. Geceleri uyuyamaz. Şam'ın zenginleriyle orta hallileri, kayısı ve üzüm kokan Berdan nehri arklarıyle sulanan Şam bahçelerinde «yâleyl» ve ud sesleri arasında geviş getirirler. Ama o, Şam'ın pis bir mahallesinde, daracık eğri büğrü sokaklara açılan kirli renkli, soğuk bir taş binanın iki çıplak, kasvetli odacığında geceleri bunaltılar, terler içinde hayalleriyle boğuşur. Mahalle gündüzleri seyyar satıcıların, goygoycu dervişlerin, çığırtkan dilencilerin, birbirleriyle kavga eden arap karılarının, mahalle çocuklarının çığlıklarıyle çınlar. Havayı, bedevilerin pazarlarda tulumlar içinde sattıkları hileli tereyağlarında, yahut Lâzkiye, Trablusşam zeytinliklerinin yeşilimsi, ekşimsi, yüksek asitli zeytinyağlarında kavrulan çeşit çeşit kızartmaların insana bulantı veren kokuları kaplar. Yahut da Şam'ın vebütün sıcak doğu şehirlerinin ezelî ve ebedî kokusu olan ter, kir, pislik karışımı ufunetli bir hava, ortalığı bayıltır. Bütün mahalle evlerinin damları, terasları, gecleri açıkta yatan mahallelilerle kaynaşır. Alacalı bulacalı ve ne idüğü belirsiz partallar, örtüler; salkım salkım damlarda, teraslarda sallanır. Her yere sefalet, sıkışıklık, sıcak ve bıkkınlık hâkimdir. Mustafa Kemal odasının taş döşemesi ve taştan soğuk yalnızlığı içinde, yarı çıplak, bir aşağı bir yukarı dolaşır, kükrer. O zaman, çevresini saran ve kendisini boğacak gibi olan bu sefalet içinde bazen isyan eder, bazen de gerçeği olduğu gibi kabullenmeye çalışır: — Vatanımız bu. Milletimiz bu. Bunlara lâyık görülen bu sefaletin bir sorumlusu olmak lâzım. Ama bu sorumlu bu zavallılar değil... Kendisine gene de, ruhunda dayanaklar arar. Gene Namık Kemal'e sarılır: «Hakîr olduysa millet şânına noksan gelir sanma, Yere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr-ü kıymetten...» Bu imanı sanki çevresine de duyurmak, göklere de haykırmak ister gibi küçük, dar, demir parmaklıklı penceresine saldırır. Fakat tam karşıya düşen arap evinin balkonumsu çıkıntısına evin kadını, sayısız çocuklarının bezlerini, döküntülerini çıngıl çıngıl asmıştır. Bunları görünce irkilir, birden içeri çekilir. Hıncından, çaresizliğinden yumruklarını sıkar, şakaklarını sıkar, bazen de duvarları yumruklar. Böyle anlarda karşısında daima, İstanbul'un Boğaziçi'ne hâkim bir tepesinde, Yıldız Sarayı'nın bir penceresinde Boğaz'dan püfür püfür esen serin rüzgârlara kendini vermiş o müstebit padişah canlanır. Evet, yıldız sarayı bir kale gibidir. Salonlar yaldızlı, bahçeler cennet, rüzgârlar serinleticidir. Kapısında uşaklar sürü sürüdür. Ama memleket yanıyor. Memleket kan, ateş ve sefalet içindedir. Devlet ve millet hem birbirleriyle, hem kendi içlerinde kıran kırana boğuşmaktadırlar. Askeri, jandarması, ağası, eşkıyası, eşrafı, mütegallibesi, zalimi ve mazlumu ile bütün ülke boğaz boğaza, nefes nefesedir. Kağşamış bir idare, çökmüş bir ordu, çürüyen bir donanma, tamtakır bir devlet hazinesi, müflis, dilenci bir hükümet. Nihayet yolsuz, mektepsiz, hastanesiz, fabrikasız, asayişsiz, emniyetsiz bir vatan. Düşünceleri buralara varınca artık evde duramaz. Sırtına bir şeyler giyer. Sokağa fırlar. Sokaklarda dupar dipleri sıra sıra, tıklım tıklım, çullar, kilimler, paçavralar içinde yerlere serilmiş uyuyan, yahut uyumaya çalışan mahalle halkı ile doludur. Ter, kir kokuları ve horlamalarla dolu esfel-i sâfilîn! Bu aşağıların aşağısı sefalet ırmağı içinde kendine yol bulup sıyrılmaya çalışırken, köpekler, kediler ayaklarına dolaşırlar. Çocuklar, erkekler, hatta kadınlar diledikleri yerleri diledikleri gibi pisletirler. Şehrin içi, hatta açık eğlence yerleri ise daha başka sefaletler içinde yüzer. Çalgılı bir bahçeye sığınmak ister. Bir manolya ağacının altında bir boş masa bulur. Bahçe de tıklım tıklımdır. Fesli, sarıklı, agelli ve hepsi de entarili erkekler, masaların başında küme küme kahveler, şerbetler için nargilelerini fokurdatırlar. Sahnede sivri fesli, hepsinin de yüzlerinde yağlı, kızartmalı bir beslenmeden gelen karaciğer hastalıklarının işareti olan pembemsi, lekeli kızıllıkları vardır. Bunlar, şişko, entarili, şal kuşaklı çalgıcılardır. Bu burunlarını, ayak parmaklarını karıştırarak, udlar, kanunlar, tefler, kemençelerle ardı arkası gelmeyen yâleyller çekerler. O neşeli olmaktan ziyade melânkolik, şikâyetli, hasretli arap şarkılarını boğula boğula bağırırlar. Ortada ve ayakta bir meliket-ül-cemal, kalın kaşlı, ceviz gözlü, allıklı bir mahalle kızı, kıvrana kıvrana, büküle büküle şarkılarını haykırır. Masalarda, hepsi de sakallı bıyıklı dinleyiciler, bir elleriyle nargilelerini çekiştirirken, bir elleriyle de gözlerini süzüp dinledikleri yerlerini sere serpe karıştırırlar. Mustafa Kemal gene bunalmıştır. Tam masaya otururken de büsbütün irkilir. Önündeki güya beyaz mermer masanın üzerini müşteriler öyle sözler, beyitler, hele öyle resimlerle donatmışlardır ki, iğrenir. Yerinden fırlar. Ama Şam bahçe gazinolarında zaten bütün masaların üstü, her zaman öyledir. Bunları ayda yılda bir sabunlu, sodalı su ile silerler. Müşteriler yeniden yazsınlar, çizsinler diye ve Şam-ı Şerif'te bu hal yadırganmaz ki... Bahçeden çıkar. Nehre doğru yürür. Ne yapacak, nereye gidecektir? Hiç! Bir bataklığa düşmüş bir batağa yakalanmış gibidir. Her şey sefil, her şey ümit kırıcı. Kırmızı zırhlı siyah pantolonu, yakalarında kurmay armaları parıldayan beyaz, sırma apoletli ceketleriyle yaz kıyafeti içinde, bir eliyle kılıcını taşıyarak gelişigüzel yürür. Etrafını çeviren aşağılıklar, ümitsizliklerle boğulacak gibidir. Yalnız gök ışıl ışıl yanar. Evet gök, bütün sıcak ve kuru güney gecelerine renk ve esrar veren gök; tarihin bütün peygamberlerine ateşli bir iman, şairlere, bilim adamlarına enginlik, fatihlere uçsuz bucaksız ihtiraslar veren o berrak ışıklı ve temiz gök, yeryüzünün bütün bu kirlerini ve düşkünlüklerini örter, siler süpürür. Mustafa Kemal gene ümitlenir. Gene kendini bulur. Yürüyecektir. Dönmeyecektir ve bir gün mutlaka başaracaktır? Neyi? Bu belki biraz belirsiz! Ama niçin belirsiz olsun? Vatan ve Hürriyet Cemiyeti var ya? Evet, Vatan ve Hürriyet! O artık gizli bir cemiyetin, bir ihtilâl teşkilâtının başıdır. Vatan ve Hürriyet teşkilâtının... Bu cemiyet gerçi Şam'ın pis bir mahallesinde, fakir bir siyasî sürgünün, göze kitaplardan başka bir şey çarpmayan kasvetli, çıplak, demir parmaklıklı taş odasında kurulmuştur. Ama ne de olsa, artık bir ihtilâl cemiyeti vardır. Davası bütün imparatorluğu kurtarmaktır. Düşünceleri bu dayanağı bulunca adımları sertleşir. Başı yukarda, vücudu dik, sanki yarın altın bir tahta çıkacak bir yolda ve muzaffer bir ordu önündeymiş gibi koşarcasına ilerler. Güneyin nebilere, düşünürlere, fatihlere ilham ve heyecan veren ışıklı ve uçsuz bucaksız esrarlı göğü onu da sarmıştır. Kendini bir ordu kadar güçlü ve bir ordu kadar yenilmez duyar. Evet, niçin ümitsizlik? Niçin yalnızlık? Onun artık koca bir ihtilâl komitesi var. Şimdi o bir ihtilâl cemiyetinin başıdır. Yarın padişahı devirecektir. Vatanı kurtaracaktır. Hürriyet getirecek ve önünde kim bilir ne yollar açılacaktır. Gerçi üç kişidirler: Mustafa Kemal, sürgün Tıbbiyeli Mustafa ve Müfit. Ama bu üç kişi, üç imanlı ve birleşmiş insan değil mi? Yeter! Gece ilerlemiştir. Şam sokakları artık tenhadır. Ama o, Şam'ın neresinde olduğunun, nerelere gittiğinin bile farkında değildir. Yolunu sanki kendi içinde bulmuştur. Sanki kendi içinde yürür. Hem yürür, hem göklere haykırır: «Eder tedvîr-i âlem, bir mekînin kuvve-i azmi, Cihan titrer sebat-ı pây-i erbâb-ı metânetten...» Evet, değil üç, hatta inanan ve direnen bir tek adamın bile ayaklarının altında dünya titreyebilir. Böyle bir tek adamın ile azmi ve kuvveti âlemi idare edebilir. — Ne doğru söz, ne doğru söz, diye kendi kendine konuşur ve durmadan türür.
··
565 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.