Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

BELKİ HİÇ OLMAMIŞTI
Sabahın erken saatleri… Caddeler boş… Kırlangıç çığlıkları havayı bir jilet gibi kesip duruyor. Oyunbaz kargalar kaldırımlarda paytak adım geziniyor. Baygın bir ıhlamur kokusu diğer bütün kokuları bastırmış, gönlünce yayılıyor. Şehir yeni yeni uyanıyor. Binlerce evde aynı anda kahrolası alarmlar çalıyor; düşler belki de en güzel yerinden bölünüyor; işçiler, memurlar, okullu çocuklar yataklarından kalkıyor. Şimdi her biri gizli bir emir almış gibi harekete geçecek, şehir dakikalar içinde insan kaynamaya başlayacak. İki senedir ara sıra kaçıp bir köşesine sindiğim parka doğru yürüyorum. Elimde iki dergi, bir minik not defteri… Bir şeyler okuyup yazmak istiyorum. Beni bütün gece uykusuz bırakan, sabahın köründe sokağa atan içimdeki kavgayı susturmak, içinde debelenip durduğum bir bataklığa dönüşen geçmişimden kurtulmak için yürüyorum. Yanlış seçimlerden, can sıkıcı yakınmalardan kaçar gibi yürüyorum. Önceleri imrendiğim roman kahramanları gibi olmak, onlar gibi yaşamak isterdim. Şimdi gittikçe onlara benzediğimi görüp korkuyorum. Hayat acemileri, tutunamayan ayrıksı tipler diye mırıldanıyorum, bunlar ancak birer roman kahramanıysa sevilir oğlum, gerçek hayatta yer yok onlara. Ezer geçerler, bırakma kendini! Anlıyor musun? Bir şeyi sadece düşünmüş ya da hayal etmiş olmak yetiyor sana. Kelimelerle avunan, kelimelerle yaşayan bir insansın sen; boşuna yiyip bitirme kendini. Şu hayatına bak! Filiz’i de kaçırdın… O kız adam ederdi seni, yaşamını düzene sokardı… Hayır, Filiz’le ilgisi yok bunun! Bal gibi de var, biliyorsun. Hayır yok! İkiye, üçe bölünüyorum. Her parçam birbirine laf yetiştiriyor. Kendimi dinlemekten bıkmıştım oysa... Sonunda parka geldim. Kafamdaki gürültünün yol açtığı dalgınlıkla bana yakın olan girişe değil de diğerine yöneldim. Biraz adımladıktan sonra geri dönüp her zamanki girişi tırmanmaya başladım. İki sene öncesine kadar çalı çırpıyla kaplı, köpeklerin cirit attığı, bakımsız bir yükseltiydi burası. Şimdi güzel, çölde bir vaha gibi. Sekiz basamaklı ilk kısmı bir çırpıda çıktım. Bir an gözüm karardı. Açlıktan olmalıydı. Önümdeki altı basamağı da çıkıp en yakın oturağı gözüme kestirdim. Fakat üzerine kola dökülmüş, yapış yapış görünen bu bankı atlamak zorunda kaldım. Hemen birkaç metre ötedeki diğer banka attım kendimi. Şöyle güzelce kaykılıp oturayım derken bir ses duydum. Emin olamadım önce. Etrafta kimse görünmüyordu. Yerimden hafifçe doğrulup birkaç saniye etrafı dinledim. Yanı başımdaki ağaçlarda neşeli kuş sesleri, uzaklardan gelen bir otobüs homurtusu… Başkaca ses yoktu. Sırtımı tekrar bankın arkalığına verip dergilerden birini karıştırmaya başladım. İşte tam o anda aynı sesi yine duydum. Bu kez sesin sahibini görüyordum üstelik, tam seçemesem de. “Merhaba!” dedi. “Merhaba!” dedim şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak. “Günaydın!” “Günaydın!” “Nasılsın Engin?” “İyiyim.” dedim çekinerek. Bir anda bir sürü soru üşüştü beynime. Engin mi? Bu kız adımı nereden biliyordu? Tanıdığım biri değildi ki… Yoksa tanıyor muydu beni? Sabahın köründe ne arıyordu burada? Kafamdaki vızıltı duyduğum yeni bir cümleyle kesildi. “Uzun zaman oldu, değil mi? Ee, ne yaptın bakalım? “…” “Hatırlıyor musun, bir gün bize gelmiştin… Annem ‘Bu oğlan ne biçim çocuk Filiz, yıllar öncesinin kızları bile bu kadar utangaç değildi.’ demişti. Tabii, bunu sana hiç söylemedim. Şimdi neden söyledim bilmiyorum. Bir an aklıma geldi işte.” Susuyordum. Hanımefendi beni biriyle karıştırdınız galiba diyecektim; diyemedim. Önüne bakıyordu. Dalıp gittiği yerden yavaş yavaş bir şeyler anlatıyor, tatlı tatlı konuşuyordu. “Bir keresinde… Kıştı… Kar yağıyordu… Soğuktu... Fakülteden çıkmış, soğuğa rağmen ağır ağır durağa doğru yürüyorduk. Sen hâlâ yeni aldığın etimolojik sözlükten bahsediyordun. Karşılaştırmalar yapıyordun bir keşif hazzıyla. Öyle heyecanlıydın. Sıkıldığım oluyordu aslında ama bunu belli etmeden seni dinliyordum, çünkü seni seviyordum, beni sevdiğini biliyordum. Evet, beni seviyordun, kitaplar kadar olmasa da. İçerlediğimi düşünme. Buna alışmıştım zamanla. Ama o gün, kızaran burnuma bir öpücük kondursaydın o kış hiç üşümeyecektim Engin.” Sus pus duruyordum hâlâ. O anlatıyordu. O konuştuğu için mi daha güzel ötmeye başladı kuşlar? O tatlı ses mi artırıyordu çiçek kokularını? Neden hâlâ onu dinliyordum? “Neden susuyorsun? Şaşırdın tabii, değil mi? Ne zamandır ayaktayım, gel otur da demiyorsun. Açıl bakalım. Yoruldum valla.” Şaka yapmıyordu. İlk adımını atmıştı bile. Hayır, bu kadarı da fazlaydı. Kalkıp gitmeliydim. Sanırım yapmam gereken en mantıklı şeydi bu. Beni biriyle karıştırıyor olmalıydı. Peki, adımı nereden biliyordu? Kendi adının da Filiz olduğunu söylemedi mi? Filiz? Olamaz; doktora yapıyor o, Amerika’da... Tuhaf bir tesadüftü bütün bunlar, daha fazla bekleyemezdim. “Sanırım bir yanlışlık oldu.” deyip fırladım hemen. Keyifli kahkahalar duyuyordum ardımdan. Dönüp bakmadım bile epey bir süre. Gittikçe hızlanıyordum. Galiba yine bir şeyler anlatıyordu ama doğru dürüst işitemiyordum artık. En son “Dur, nereye gidiyorsun? Hatırlıyor musun, bir gün kantinde…” sözlerini duydum. Belki elli metre kadar gittikten sonra başımı hafiften çevirip baktım. Geçip oturmuştu az önce benim oturmakta olduğum banka. Hâlâ koşar adım uzaklaşıyordum. Gömlek cebime iliştirdiğim kalemim düştü, eğilip almadım bile. Bu arada dergilerimi unuttuğumu hatırladım. Tabii ki dönüp alamazdım. Büfelerin sıralandığı köşeye geldim. Bu köşeyi döndüm mü tamamdı, her şey bitecekti. Biraz yavaşladım. Parkın merdivenlerini inmiş, hem sakinleşmek hem de acıkan karnımı doyurmak için cadde üzerindeki bir pastaneye girmiştim. Sıcacık poğaçamı dişliyor, çayımı yudumluyordum. Kafam hâlâ az önce yaşadıklarımdaydı. Neden kaçmıştım? Çocukça buldum kaçışımı. Oturup konuşabilirdik. Belki gerçekten Filiz’di, belki de bahsettiği adaşıma çok benziyordum. Ne olursa olsun, korkacak ne vardı sanki? İçime, kolay kolay ele geçmez bir fırsatı kaçırmaktan veya sahip olunan değerli bir varlığı kaybetmekten doğan ağır bir eziklik duygusu çöreklendi. Ne yapabilirdim? Ani bir kararla oraya dönmeye karar verdim. Daha on dakika olmamıştı sonuçta. Pastaneden çıktım. Yolun karşısına geçince yediklerimin parasını vermediğimi fark ettim. Kasaya bakan kız da bir şey dememişti. Uyanamamış mıydı, bir dalgınlığına mı gelmiştim… Neyse, dönüp ödedim. Ama bu durum fazladan birkaç dakika kaybetmeme yol açtığı için canımı sıkmıştı. Acele etmeliydim. Neredeyse az önceki kadar hızlı yürüyordum yine. Hızlandıkça parktan kaçarak ayrılışım aklıma geliyor ve gülüyordum. Parkın merdivenlerini bir solukta çıktım. Bir yandan da söyleyeceklerimi kurguladım. İyi ki dergilerimi unutmuştum. Şöyle diyecektim çünkü: “Merhaba, şey, dergilerimi unutmuşum da… Alabilir miyim?” Hiç fena değildi. Sonrası nasıl olsa gelirdi. “Tabii.” derdi mesela. Belki geri dönüp geleceğimi tahmin ettiğini de söylerdi. Belki de muziplik yapmak ister, “Üzgünüm, veremem dergi falan.” derdi gülümseyerek. Neden olmasındı? Sevinçten öyle hafifledim ki… Uçuyordum âdeta. Büfeleri geçtim. Bankı görüyordum. Son metreleri de adımlayıp iyice yaklaştım. Dergilerim oradaydı, ama o yoktu. Belki hiç olmamıştı.
·
185 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.