Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

·
Puan vermedi
Düşündüm; heykelleriyle ünlü kadim İran'ın Zerdüştçülüğünün, İslam fetihleriyle tarihe karışmasını beklemek gerçekçi mi diye. Değil. Son peygamber ve son kitabın ardından, İslam toprakları içerisinde ilga olunan başkaca inanç sistemleri için de aynını söylemek mümkün. İlga edilen ne varsa, belirsiz ölçüde yeniye -İslâm yeni değil, tahsis edilen sistemler yeni- eklemlenir. Tarihi okurken, hakikatin de okuduğumuz metindeki gibi açık, anlaşılır, net ve "dosdoğru" olduğunu düşünmek şüphesiz yanılgıya düşürür. Beş yüz sayfalık metinle bir yüzyılı -bir yüzyıl süresince oluşan ve evvelinden devralınan devasa birikimi- değerlendirmek biraz böyledir. Kitabı okuyalı on yıldan fazla bir süre geçti ancak Keykavus'un nasihatlerinden aklımda kalanlar oldu. Kırk dört bölümden oluşan bu siyâsetnâme/nasihatnamenin büyük bir kısmında ahlakî ve dinî öğütlerin belirginliği göze çarpar ki bunların da tevhid temelinde şekillendiği aşikar. Devrinin siyâsî ve içtimâî gerçeklerine uygun bir biçimde yöneticiliğe dair öğütler onları izler. Av avlamaktan müziğe şiire, dönemin mühim meslek ve zanaatlerinden önemli devletlerine ve devlet adamlarına, askeri sanatlardan cinsel hayata, yeme içme adabından beden idmanlarına, karakter eğitiminden çocuk eğitimine çerçevesi son derece geniş. Mercümek Ahmet çevirisinden Orhan Şaik Gökyay'ın sadeleştirdiği metni okumuştum. Gökyay'ın eski Anadolu Türkçesine vukufiyetine şüphe yok. Ancak yıllar sonra eserle alakalı okuduğum birkaç farklı makalede, 13-15. yüzyıl süresince Türkçeye farklı mütercimlerce en az altı defa tercüme edildiğini öğrendim. Bu çevirilerden en büyük üne kavuşanı şüphesiz Murat'ların ikincisinin buyruğuyla Mercümek'in kaleme aldığı tercüme. Çağımızın insanının, yükseliş devrindeki bir Osmanlı hanından hem daha hızlı erişilebilir hem de daha fazla hazla çevrelenmiş olması da üzerinde düşünmeğe değer bir husus. Keykavus'un 11. yüzyılın başlarında doğduğunu, Kuzey İran'ın küçük bir kısmını, Selçuklu vassalı olarak yöneten Ziyarid hanedanından bir emir olduğunu biliyoruz ve eserin avama yönelik kaleme alınmadığı gerçeğini unutmuyoruz. Veliahtı Gilanşah'ın anası, Sebüktegin oğlu Mahmut'un kızı. Yani Keykavus, Gazne Devleti hükümdarı Mahmut'un damadı aynı zamanda. Bağdat'a yürüyüp Abbasîleri devirmek ve Sasanî imparatorluğunu canlandırmak istemiş Keykavus'un atası. Kaderin cilvesidir, Türk gulamlarınca suikaste uğramış ve bildiğimiz gibi, zamanla, Kuzey İran; Abbasî hilafetini siyasî değeneği haline getiren Selçuklularca yönetilmeye başlanmış. Buna rağmen, kimilerinin iddia ettiği gibi, eserinde ölçüsüz bir şekilde Türkleri aşağılaması söz konusu değil. Zira eserde yekpare bir Türklük bahsi açmadığı gibi, farklı Türk taifelerinden bahsediyor. Misal Oğuzları överken, Kıpçakların bozguncu ve şedid olduklarını söyleyerek onları yeriyor. Bu meyanda, kitabın edebiyat tarihimiz kadar genel Türk tarihi ile ilgili kıymetli bilgiler içerdiğini de hatırlatmış olayım. Edebiyat tarihimizdeki yerine dair kalem oynatan kimleri, Kabusnâme'nin, Şii/Fars eseri olduğunu öne sürerek bu ve buna benzer eserlerin yalnızca Şii Farslardan çıktığı yanılgısını kuvvetlendirirler. Böylelikle, atalarının ve itikadî yönelişlerine kaynaklık eden tarihin paklığına işaret etmiş olurlar. Emirlere, sultanlara, hanlara yönelik kaleme alınan siyâsetnâmelerin neredeyse ekserisinde avamın gününde gündeminde olmayan pek çok "zevk"e dair bilgiler olur, eşyanın tabiatı gereği. Eşyanın tabiatından kastım nedir? Kulu olan, kulları bağlayan yasaların üstünde görmeye başlar kendini. Kullarının kendine bağlılıklarını, sadakatlerini, hükmünün ve mülkünün geleceğini korumak adına, kulları bağlayan yasaların etrafından dolaşır, din adamları vasıtasıyla kılıflar uydurur. Devletin bekâsı der, İslam'ın zaferi der, x der, y der... Burada bir çeşit sapıklık olduğu konusunda hemfikiriz. Tanrı kompleksi diyebiliriz belki. Kitabın homoseksüel ilişkilere yönelik usül ve öğütleri, şarap içme adabı gibi kısımları sıradışı değil ve İran'a, Şii Farslara özgü de değil. Kaldı ki Keykavus'un da üyesi olduğu Ziyarîlerin sünniliği tarihçilerin üzerinde mutabık kaldığı bir husus. Kadınların kamusal mekanlardan dışlandığı tüm toplumlarda, çağdan bağımsız olarak iki cinsiyet arasında da homoseksüelliğin carileşmesi bir vakıadır. Modern cinsiyet karmaşasıyla pek alakası olmayan modern öncesi türdeş cinsellik -eşcinsellik tabiri bugünün nazarıyla anlamlandırılan, tarihteki vakıalarla uyumsuz bir tabir, bu nedenle 'türdeş' cinsellik daha doğru bir ifade-, bir kimlik sunumu, elde sallanan bir bayrak değildi elbette. Tutarlı bir nedensellik neticesinde oluşan toplumsal bir fenomendi, diyebiliriz. Şunun altını çizmek gerektiğini düşünüyorum, bu bir Doğu klasiği olmasının yanında bariz bir İslam klasiğidir. Bir eseri "İslam klasiği" kategorisinde değerlendirebilmek için, kişinin kendi tahayyülünde "hak" bellediği yolun nizamına eksiksiz bir şekilde uyup uymamasının zerrece önemi yok. "Tek ölçü vardır, tek yol vardır, o da x ve y'dir" diyorsa dahi önemsiz. Misal; peygamberin suretinin resmedildiği minyatürler "İslam sanatı" şemsiyesi altında durur, hoşunuza gitse de gitmese de, gayrı İslamî bulsanız da, bulmasanız da. Tarihçi Marshall Hodgson'un pek rabet görmeyen "Islamicate" sözcüğü aklıma geliyor. Tam bir joker. İslamla vahiy çerçevesinde alakası olmayan, ancak çağ, coğrafya ve toplum nedeniyle İslam şemsiyesi altında değerlendirilmek durumunda kalınan her şey için bu sözcüğü ortaya atmış. İbadetin faziletlerinden bahsedilen kitapta oğlancılığın inceliklerinden -koca kitabın yekününde ufak bir yer tuttuğu halde- dem vurulması damarlarda pıhtı oluştursa da, İslamî yönlerinin yanında gayrı İslamî unsurlar bulundurması kitabın kıymetini azaltmamakta. İranlıların kaynağı bulandırmaya çalıştığını öne sürenlerin hep aynı odağın etrafında döndüklerini söylemeli. Basitçe; Arap fetihlerini kolektif hafızalarından kaldıramayan İranlıların emperyal melankolisinden bahsedilmekte ve Fars asabiyyesinin kuvveti vurgulanmakta. Aryan vurgulu modern milliyetçi İran tarihyazımı böylesi kanıların kuvvetlenmesine sebep olsa da bu bakışın anakronik olduğunu gözlemlemek zor değil. Benzer bir durum biz Türkler için de söz konusu. Aynı diskurla Araplara yönelik ırkçılığın beslendiğini görebiliyoruz. Çetin Türgiş - Arap muharebeleri, Maveraünnehir'in, Çin Türkistan'ının Kuteybe tarafından zaptı, toplu katliam bahisleri bugünün krizlerinde tutunacak dal oluyor kimilerine. Kitaptan biraz daha uzaklaşmak pahasına burada bir yay ayraç açacağım. Peygamberin, komşu kavimlerin pek çoğuna kıyasla daha iptidaî bir toplum düzenine sahip olan dönemin Araplarının arasında zuhur etmesinin, Arapların ve soylarının yüceliğine işaret etmediğini, tam tersi insanî/ahlakî manadaki sıkıntılarına işaret ettiğini düşünürüm. Uyarılmaya, yönlendirilmeye, ekvana zulmetmeyen, insanın insanca yaşamasını sağlayacak bir sistem inşa etmeye duydukları ihtiyacı düşünürüm. Ve elbette dünyada onca büyük kent varken, Roma değil, İstanbul değil, Kudüs değil, Varanasi değil, Nişabur değil, Buhara değil, Çang'an değil, hatta İskenderiye, Bağdat değil, belki bin nüfusu bile olmayan Mekke'de dünyaya gelmesinin müthiş bir şey olduğunu düşünürüm. Dört dörtlük bir kozmik şaka gibi. Böylelikle diyebilirim ki ne Arap lisanı, ne de Arap uygarlığı -ve ne de içinden neşet ettiği İbrahimî, Sami kaynak- özel, yüce, ulu olduğundan nübüvvet silsilesi orada zuhur etmedi. Kendilerine gönderilen habercileri ve uyarılarını doğru okudukları ölçüde yüceldiler, insanlar üzerindeki hükümdarlıklarını pekiştirmek adına okuduklarında da alçaldılar. Tekrarlamaktan hoşlandığım üzere söyleyebilirim ki; yeryüzündeki tüm inanç sistemlerinin membâları -ister çok tanrıcılık olsun, ister ilkel addedilen animizm, şamanizm, totemcilik olsun- hakikat yatağından sudûr etmiştir. Semavî ve organize dinlerdeki pek çok nüvenin izini sürdüğümüzde kadim uygarlıklara -ve bugün ilkel addettiğimiz inanç sistemlerine- varmamız bu nedenledir. Kitapta bahsolunan oğlancılık ve içki meselelerinin "İslam" şemsiyesi altında durmasının kimilerini bozduğunu görebiliyorum. Toz konduramadıkları eşyalarını kirli elleriyle kavrayan bir yabancıya da böyle tepki gösterirler muhtemelen. Fakat eşyanın aksine insanın dini inhisarına alabilmesi mümkün değildir, yani oluş sınavı boşa çıkarılamaz. Keykavus'un molekülleri birbirlerini tutmuyor, partikülleri havaya toprağa suya karıştı. Sapık dense ne çıkar, aziz dense ne? İçeriği irdelemekten çok, meydana getirdiği yankıları öne almış oldum. En azından, kıymetli bulduğum öğütlerinden bazılarını buraya kondurayım istiyorum. Mercümek Ahmet tercümesi ve iki ciltlik Atilla Özkırımlı sadeleştirmesiyle: - ...Eğer Tanrı'yı bilmeyi dilersen, hodşinas ol, yani kendini bil, çünkü her kim kendini bildi, Tanrı'yı bildi. Bu sözle anlatılmak istenen şudur ki, sen bilinensin, o bilicidir, yani sen nakışsın o nakkaştır. İmdi sen gayret et, kendi nakşın yoluyla düşün. O'nu bilmek için, O'nun nakkaşlığı yoluyla düşünme, şunu da bilmiş ol ey oğul, nakkaş kendi nakşının kemalini, çizmeye elverişli olmayan yere çizmez, bu, mumla taş örneğine benzer, taş elverişli olmadığı için kimse ona mühür basmaz, mum elverişlidir, yüzükte ne türlü nakış varsa olduğu gibi mumun üzerine o nakşı çizerler. Bu sebeple bir sultan yüzüğüyle bir parça mumun üzerine mühür bassa, ona sultanın yüzüğüdür demezler, ama bu sultanın mührüdür derler... (Cilt 1, s.79) - İmdi ey ciğerköşem, eğer aklın ve bilgin varsa hüner öğren. Çünkü akıl ve bilgi olsa da hüner olmasa, o bir tene benzer ki çıplak olur ve bir surete benzer ki canı olmaz. Kısaca, ne zaman ki aklın, bilgin ve hünerin oldu, sakın edebi de elden koma. Nitekim Arap der: "EIedebü suretü'l-akl", yani edep, aklın görünen güzelliğidir. (Cilt 1, s.103) - Sonra, iyiliğe ve kötülüğe tezcek sevinme ve üzülme, bu çocukların işidir. Hem çalış ki, olmayacak şeyle kendinden geçmeyesin, yani olur olmaz şey için kendini güçleme, durumunu değiştirme, çünkü akıllı kişiler, hep bir olur olmaz şey için kendilerinden geçmezler ve değme yel ile deprenmezler... (Cilt 1, s.114) Son olarak üzerinde durulmayan, pek az kişinin dikkatini çeken bir şeye, kitabın adına işaret edeceğim. Bir siyâsetnâmenin adı niçin kabûsnâme olur? Olmaz tabi. Doğrusu ya Keykavus'un adından ötürü Kavusnâme olmalı, ya da dedesi Kâbûs'un adından ötürü Kâbûsnâme olmalıdır. Ancak, soyu yararlansın diye kaleme aldığı esere atasının adını vermesi pek mantıklı değil gibi, bu yüzden Kavusnâme'nin doğruluğu daha isabetli görünüyor. Nitekim Farsça'da yazılışı "کاووس‌نامه". Sevgiler.
Kabusname
KabusnameKeykavus · Antik Yayınları · 2008176 okunma
·
322 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.