Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

368 syf.
·
Puan vermedi
·
96 günde okudu
- Öncelikle kitabın yazarı Aliya İzzetbegoviç Kimdir? Aliya İzzetbegoviç, 8 Ağustos 1925'te Bosna Hersek'te dünyaya geldi. Ömrü boyunca Bosna Hersek'in bağımsızlığı için mücadele etti. Avrupa'nın ortasında bilinçli bir müslüman toplumu inşa etmek için verdiği mücadele ile adını duyurdu. Gençlik yıllarında Müslümanların eşit haklar elde etmesi amacıyla 'Genç Müslümanlar' teşkilatını kurdu. 1970'te İslam Deklarasyonu isimli kitabı ile siyasi kimliğinden önce entelektüel tarafını ortaya koydu. Kurduğu gençlik teşkilatı ve kaleme aldığı eserler nedeniyle iki kez hapis yattı. Aliya; hapisteyken düşünmeye, fikir üretmeye, üretilmiş fikirlerden istifade etmeye çokça fırsat buldu. Önemli bir fikri eserden dolayı hapse atılmış olması, onun fikirlerinin çevrede daha çok yankı uyandırmasına sebep oldu. 1988 yılında serbest bırakılmasının ardından siyasete ilk adımını attı. Bosna Hersek'te 1992-95 yılları arasında yaşanan savaş sırasında Boşnakların liderliğini üstlendi. Cephe komutanı olarak mücadele vermekten kaçınmadı. Omuz omuza çalıştığı silah arkadaşları da en yakın şahitleri oldu. Boşnak milletinin kimliği ve Bosna Hersek devleti onun geride bıraktığı en büyük eserlerdir. Aliya, savaşın ardından yapılan ilk seçimi kazandı, Bosna Hersek'in ilk cumhurbaşkanı oldu. 2000 yılında rahatsızlığı nedeniyle cumhurbaşkanlığı görevinden ayrıldı. 19 Ekim 2003'te ise hayata veda etti. Bosna şehitlerinin yanına defnedilme arzusu yerine getirildi. Aliya'nın mezar taşında Abdullah, yani 'Allah'ın kulu' yazıyor. Hemen altında ise Boşnakça olarak o meşhur sözüne yer verilmiş. ''Allah'a yemin olsun ki köle olmayacağız.'' Aliya, dinler tarihi açısından özellikle İslam düşüncesinin ve Müslüman kimliğinin modern siyasetteki bir örneği olarak önemlidir. İzzetbegoviç, İslam'ın modern bir devlet yapısı içinde nasıl uygulanabileceğini düşünen bir islamcı düşünürdü. Eserlerinde İslam'ın siyasi ve toplumsal yönlerini ele aldı ve bu düşüncelerini Bosna Hersek'in bağımsızlık mücadelesi sırasında pratiğe döktü. Yazar, kitabında İslam'ın bir inanç olmasının ötesinde, bir kültür, toplumsal düzen ve yaşam tarzı olduğunu savunur. Kitabın amacı ve nedenleri arasında; Batı'nın domine ettiği, özellikle sömürgecilik lokomotifiyle gelişen Avrupa Aydınlanması ve ardından gelen Sanayi Devrimi ile birlikte modernitenin ortaya koymuş olduğu evrensel paradigmaları ve modern tarih yazılımını da kritize ediyor. Batı'nın İslam dünyası üzerindeki etkilerini değerlendirmek ve Batı'nın İslam toplumlarına karşı yaklaşımını eleştirmekle beraber, Müslüman toplumlarının içinde bulunduğu durumu değerlendirir. Sosyal, ekonomik ve siyasi sorunlara dair analizler sunar. Bir diğer amaç; İslam'ın sadece bireysel ibadetlerle sınırlı olmayan toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni de barındıran bir sistem olduğu görüşünü vurgulamak. Ve; Savaş sırasında Müslüman Bosnalıların karşılaştığı zorluklarını ve Müslüman kimliğinin korunması gerektiğini anlatarak Bosna Hersekli Müslümanlara bu konuda bir rehber sunmak. Aliya; hayatı totalde üç temel dünya görüşü üzerinden değerlendirir. Bunlar; dini, materyalist ve İslami dünya görüşleridir. Dini görüş yalnızca ruhun varlığını, materyalist görüş salt maddenin mevcudiyetini kabul ederken İslami dünya görüşü, ruhu ve maddeyi birlikte ele alır. Bunlardan birinin yadsınması halinde bir diğerinin de anlamsız olacağını vurgular. Ayrıca İslam hakkında yapılacak olan tanımların ve yorumların oldukça önemli olduğunu nitekim İslam ve İslam dünyasının donmuş bir yapıya sahip olmadığını, her asrın kendi içindeki dinamizmine bağlı olarak yeni bir dil oluşturup yeniden anlaşılması gerektiğini ifade ediyor. Bu kitabı genel olarak Aliya'nın dünya görüşünü ve siyasi felsefesini açıklama çabası içerisinde ''İslam'ın günümüz neslinin konuştuğu ve anladığı dile 'tercüme edilmesi' olarak değerlendirebiliriz. Kitap iki ana bölümden oluşmaktadır. 'Batı düşüncesinin temelleri' ve 'İslam iki kutuplu birlik' İlk kısımda bütün dinlerin özünde var olan temel ilkeler ve Batı dünyasının düşünce yapısı, anlatılır. İkinci bölümde ise, İslam dininin içinde bulunduğu düalizmden ve onun diğer dinlerle karşılaştırılmasından bahsedilir. Kitabın giriş bölümünde yazar, modern dünyada var olan ideolojik çatışmada İslam'ın yeri nerededir dorusuna cevap arar. Bu konuda dünya görüşlerini dini, materyalist ve İslami olmak üzere üç grupta toplar. Birinci görüşe göre yegane varlık ruh, ikincisine göre madde, üçüncü görüşe göre ise ruh ve maddenin birliğidir ki, bu İslam'dır. Eserde tartışılan konu; ikili bir hayat yaşanıp yaşanamayacağı değil, bunu isteyerek ve anlayarak yaşayıp yaşayamayacağımızdır. İzzetbegoviç'e göre ise İslam'ın esas özelliği onun sahip olduğu düalizmdir. İslam bu yönüyle bugün modern çağın içinde bulunduğu paradokslara bir çıkış kapısı mahiyetindedir. Başlangıçta evrim ve yaratılış konusunu Darwin ve Michelangelo üzerinden irdeler. Bilim; insanın, üstün bir gücün vasıtası olmaksızın zoolojik bir süreç sonucu mutasyona uğrayarak oluştuğunu ve ' güçlü olanın hayatta kaldığı' görüşünü savunur. Buna göre insan, bir yerde doğanın çocuğu konumundadır. Din ve sanat ise; insanın ilahi bir dokunuşla, ani ve sancılı bir şekilde oluştuğunu, insanın dünyaya inişini ve doğayla karşılaşmasını bizlere aktarır. Aliya; Sistine Şapeli'ndeki Michelangelo'nun ünlü tavan freski ''Cennetten kovulma, Adem'in Yaratılışı ve Altar'' örneğinden hareketle, sanatın hangi kaynaktan ilham aldığını sorgular. Bunun ancak ilahi bir kökeni olduğuna ve sanatçıların da yarattıkları eserden yola çıkarak, onların bir yaratma eylemine tanık olduklarına işaret eder. Darwin'in ortaya koyduğu şekliyle insanın, evrim sonucu oluşması tasavvuru, onu yalnızca dışsal, *özü olmayan ve biyolojik bir varlığa indirgemesi, ruhun inkarı anlamına gelir. Şayet insan yaratılmış ise biyolojik varlığının dışında ikinci bir boyuta yani ruha ve öze sahip bir varlık olur ki, insanı asıl anlamlı kılan da bu ikinci boyuttur. Hayvanlar içgüdüleriyle hareket eder ve menfaat gözetirler. İnsanlar ise faydacılığın dışında ahlaki çizgilere bağlıdırlar. İnsanın birtakım ahlaki kurallara uygun hareket etmesi, her nekadar onun etkinliğini azaltan ve hayvana göre dezavantajlı olmasına sebep olan nedenler olarak görülse de, insanın hayvana galip gelmesini sağlayan kıyaslanamaz zekası ve buna bağlı başka kabiliyetleri mevcuttur. Ancak bilimin iddia ettiği üzere insan ile hayvan arasındaki temel farklılıklar, insanın zaman içerisinde dik yürüme, ellerinin gelişmesi, alet yapımı-kullanımı ve zeka gibi sonradan kazanımlarla ortaya çıkmamıştır. Bu farklar daha üst seviyede; dini, ahlaki ve estetik boyutta kendisini gösterir. Bu da tarihte ilk tapınak, ilk resim ve ilk tabutun ortaya çıkışına tekabül eder. İnsanın varoluşu hakkında; haysiyet, şahsiyet, mesuliyet, kıymet, ahlak, özgürlük, eşitlik, hak, hukuk ve kardeşlik gibi anlamlardan bahsedeceksek bu ancak ve ancak insanın bir Tanrı tarafından yaratıldığına inandığımızda anlamlı olacaktır. Nitekim bu değerler 'Tanrı nezdindedir.' Ve insanın maneviyatına, yani öz benliğine aittir. Aksine inandığımız takdirde, insanın zoolojik bir evrim sonucu 'güçlü olanın hayatta kaldığı' bir sistemde bu kavramların hiçbiri önem arz etmez ve insan burada hiçbir ilke gözetmeden, ahlaki kaygı gütmeden yalnızca doğaya uyuym sağlayarak hayatını idame ettirecektir. Bununla birlikte ırksal, etnik veya sınıfsal kökenli pek çok eşitsizliğe maruz kalacaktır. Kültür ve Medeniyet'e geldiğimizde ise Aliya'nın bu iki kavramı başka zeminlere oturtarak incelediğini görüyoruz. Kültür devamlı kendini geliştirmeyi, daha iyi bir insan olmayı teşvik ederken, medeniyet mütemadiyen üretmeyi, işlemeyi ve bu sayede doğaya hakim olmayı telkin eder. Medeniyet, sürekli olarak insanın, üretim vetüketim döngüsü içerisinde olmasını şart koşar, bu durum insanın özgürlüğünü kısıtlar ve insanı bağımlı hale getirir. Kültür ise insanın fazlalıklardan kurtulup iç özgürlüğüne kavuşmasını hedefler. Medeniyetin vazgeçilmezi olan okullar; hümanist, iyi, dürüst, prensip sahibi bireyler yetiştirmekten ziyade bilimsel disiplinlerden ibaret ihtisasla, topumsal meknizmaya kökten uyum sağlayacak insanlar yetiştirir. Bu şekilde kişiler giderek şahsiyetlerini kaybeder ve toplumda anonim bireyler haline gelirler. Aliya sanatın ve ahlakın bizatihi dinden ileri geldiğini vurgular. Sanat, insanı ve yaratılışı yansıtan bir ifade biçimidir ve insanın öz benliğine yani ruhuna hitap eder. Sanat, bilim gibi deney ve analize dayanma, sanatın rasyonel bir mahiyeti yoktur. O, akılüstüdür. SSCB döneminde uygulanan reformlara bakılırsa materyalizm ve türevi olan diğer düşünce sistemlerinin, sanatı ideolojik bir aygıt olarak kullandıkları görülür. Bu, sanatçının özgürlük alanını kısıtlayan bir durumdur, dolayısıyla ortaya konulacak olan eserin özgünlüğünü de ortadan kaldırır. Aliya, Tanrı'nın ve ebedi bir hayatın mevcut olmadığını düşündüğümüz takdirde ahlakın da bir anlamı olmayacağını dile getiriyor. Ateist olan bireylerdeki ahlak anlayışı da din üzerinden temellendirilir. Sonuç olarak bu din, inançsız birinin bile yaşadığı süre boyunca tüm çevresinden, ailesinden, edebiyat gibi sayısız kaynaktan, geçmişten aktarılan ve kayıtsız kalamayacağı bir dindir. Ve kişi ahlaki kazanımlarını bu yolla elde eder. Ahlak fenomeni bilimsel öğretilerden çok daha kapsayıcıdır. Bu bağlamda tıpta görülen bazı uygulamaların; teknik anlamda bilimsel olmakla birlikte, uygulama noktasında ahlaki problemler olduğuna dikkat çeker. Suni döllenme, ötenazi, kürtaj ve öjenik kısırlaştırma gibi uygulamalar, görünürde rasyonel ve mantıklı gibi dursa da ahlaki açıdan sakıncalıdır. Neticede tıbbın imkanları hiçbir şekilde 'insan haysiyeti'ni zedeleyecek ölçüde kullanılmamalı. Kimse birinin hayatını sonlandırma noktasında karar verici yetkiye sahip değildir. İnsanı sadece biyolojik bir varlık olarak tanımladığımızda bu ifadeler oldukça absürt duracaktır ancak insanın bir ruhu, manevi bir boyutu olduğuna inandığımızda bir anlam taşıyacaktır. İslam'a göre hayat; insanın keder ve sevinçleri, doğruları ve yanlışları, yanılgı ve şüpheleri, başarı ve yenilgileriyle dolu, inişli - çıkışlı ilerleyen bir 'dram'dır. Medeniyet ise hayatı 'ütopya' olarak tasavvur eder. Burada insanın iç dünyasına, iyi ve kötü gibi değer yargılarına yer yoktur. Burada insanlar durmaksızın teknik ve bilimsel mekanizmayı inşa etmek ve geliştirmek için işlev görür, çalışırlar. Bu kurgu, insanın özgürlüğüne doğrudan müdahale demektir. Her insan hür bir şekilde düşünmeye ve davranmaya meyillidir. Onu kısıtlayan ve toplumun tek tip bir üyesi haline getirmeye çalışarak bireyselliğini hiçe sayan her sistem yanlış öncüllerden hareket eder. Aslında materyalizmin ve benzeri ideolojilerin bugün varmak istediği nokta tam da bu gibi görünüyor. Yani mekanik, şuursuz ve kusursuz hizmet görecek bir insan prototipi yaratmak.. İslamiyet genel itibariyle tarihte son semavi din olarak kabul edilir. Ancak Aliya, bir anlamda dini sona mahkum etmiş olan bu anlayışa itiraz eder. Bu sebeple İslam tarihinin 'Hz.Muhammed'den önce (Hrisityanlık ve Yahudiliği kapsayan dönemler) ve Hz.Muhammed'den sonra' olmak üzere iki aşamada teşekkül ettiğini dile getirir. Daha sonra bozulmaya uğramış Yahudilik ve Hristiyanlık inançlarına değinir. Yahudilik yüzünü tamamen dünyalık olana çevirmiştir. Cennet'in dünyada vadedildiği görüşündedir. Hatta materyalist, pozitivist ve bilime ait birçok fikir Yahudilik menşeilidir. Aliya, Hristiyanlık'ta ise dinin tek tanrıcı yapısına tezat olan 'teslis'e vurgu yapar. İncil'e göre Tanrı babadır. Ve o sadece insan ve ruhun rabbi olarak görülmektedir. Dünyaya hükmeden ise şeytandır. Hristiyanlar, Hz. İsa'nın vahiy olarak getirdiği öğretilerden de Tanrı'nın oğlu İsa, çıkarımını yapmışlardır İslam, yüzünü uhrevi ve dünyevi olana çevirebilen iki kutuplu birliği temsil eder. Nitekim İslam'ın beş şartında da bu durumu gözlemlemek mümkün. Namaz kılmadan önce alınan abdestte, hijyen ve namaz esnasındaki hareketlerde bir disiplin esastır. Bu sayede ibadetin, ruhsal ve bedensel yönü birbirinden ayrılmaz. Zekat, gönüllülük kaydıyla yokluk sıkıntısında olanlara maddi yardımda bulunan kişilerle, yardım eli uzatılan kişiler arasında manevi bir bağ kurulmasını sağlar. Aliya'nın ifadesiyle ''Zekat, yukarıdan aşağıya akan bir mülk nehridir. Fakat aynı zamanda gönülden gönüle, insandan insana inen merhamet ve dayanışma ruhudur.'' İslam'ın şartlarından biri olan şehadetin, şahitler önünde getirilmesi manevi bir topluluğa bağlanılacağının işaretidir. Bu da Tanrı-insan ilişkisinin yanı sıra insanla toplum arasında hukuki bir bağ kurulduğunu bildiren bir durumdur. Oruç, yalnızca şahsi bir ibadet değil, Müslümanlar arasındaki uyumun ve birliğin tezahürüdür. Hac ibadeti de dini bir ritüel olmasının dışında siyasi toplantı yahut ticari fuar olarak da görülebilir. İnsan da fıtrat olarak dualistik bir yapıdadır. Onun hem bir ruha hem bir bedene sahip olması bunu gösterir. Bu şekilde İslam, insanın hayvani arzularla ahlaki gayeleri arasında bir denge kurmasını sağlar. Onu tam anlamıyla 'insan'a dönüştürür. ''İslam'ın dualizmi sayısız yerlerde kendini gösteriyor... Mesela temizlik emri ve alkol yasağı bunlardandır. Böyle emirlerin kaynağı din değildir. Çünkü harici, fiziki veya sosyal hayata gösterilen ehemmiyetten ileri gelmektedir. Onlar kültürün bir parçası da değildir; onların ehemmiyeti ancak medeniyette meydana çıkar. Bugünkü hıfzıssıhha olmadan düşünülemez; alkolizm ise bilhassa teknik ve şehirleşme çağında en büyük problem olarak kendini göstermektedir.'' Ayrıca İslam'ı anlayış ve yaşayış noktasında da iki yönlülüğe değinen yazar şunları söylüyor; Her şeyden evvel Kur'an ve Hadis'te, her biri kendi başına ilham ile tecrübe, ebediyet ile zaman, düşünce ile tatbikat veya fikir ile hayatı temsil etmektedir. İslam bir düşünüş tarzı olmaktan ziyade bir yaşayış tarzıdır. Kur'an'ın bütün tefsirleri, onun, Hadis'e, yani hayata başvurulmadan anlaşılmaz olduğunu göstermektedir.'' Hukukun İslami Doğası başlıklı kısma geldiğimizde Aliya'nın hukuk sisteminin ancak ilahi bir çerçevede olduğu müddetçe mümkün olacağını anlattığını ve nedenleri ile açıkladığını görüyoruz. Din, hak ve menfaati birlikte öncelerken sosyalizmin haktan ziyade menfaati önemsediğini şu şekilde dile getirir; ''Hukuk, umumiyetle tarif edildiği üzere, hak gibi, korunan menfaatler sistemi ise, o zaman hem din hem de sosyalizm, hukuk için gayri müsaittir. Çünkü din menfaati, sosyalizm ise hakkı anlamaz. Sırf menfaat üzerine hiçbir hukuk kurulamaz. Keza ''kamu yararı'' veya kötü şöhretli ''devlet gerekçesi'' üzerine de kurulamaz. Çünkü kamu yararının gerekçesi ve fertlerin vazgeçilmez hakları tabii olarak birbiriyle bağdaşmaz. Eğer ''insan'' şahsiyet değilse (sosyalizmde olduğu gibi sadece toplum üyesi ise) o zaman herhangi bir mutlak, a priori, tabii hakkı da yoktur. O ancak devletin ona tanıdığı bir ''hakka'' sahip olabilir. Toplum üyesinin başka herhangi bir hakkı yoktur. Haklar ancak doğuştansa; hükümdar, parlamento veya sınıfın iradesi değilse, tabiatın veya Allah'ın vergisiyse, yani insanla beraber doğmuşsa vazgeçilmezdir...Burada tabii haklarla din arasında ilgi, tabii haklarla materyalizm arasında ise ayrılış vardır.'' Aliya çağdaş dünyayı hakimiyeti altına alan fikirlerin (Marksizm, komünizm, sosyalizm) ve dinin (hristiyanlık) prensipte tutarlı olsalar da pratikteki uygulamalarının oldukça tutarsız olduğunu açıkça ortaya koyuyor. '' Hristiyanlık tarihinden bazı tezahürler, bu dinin hayatla çarpışması neticesinde kaçınılmaz olarak meydana gelen deformasyonun sadece değişik görünümleridir. Burada her şeyden evvel dinin müesseseleşmesi (kilisenin teşekkül etmesi); çalışmanın tanınması (Aziz Augustinus); mülkiyet, iktidar, tahsil ve ilimle (''ilim bakımından fakir olanlara ne mutlu'' diyen İncil'in sözüne aykırı olarak) ilgili tutumun değişmesi, zor ve zulmün (engizisyon) kabulü vs. misal olarak zikredilebilir.'' ''Dinin esas itibariyla sırf öbür dünya için yaşamaya çağrı olmasına rağmen, insanlar her zaman her günkü kendi ümit ve emellerini de dine bağlarlar. Başka bir ifadeyle İslam'ı isterler. Tarih gösteriyor ki, Hristiyanlığın yayılmasında ilk zamanlarda ''agape'' denilen müşterek yemekler önemli bir rol oynamıştı. ''günahların bağışlanması'' için yapılan duaların çok defa ''borçların bağışlanması'' için taleplere dönüştürülmüş olmasına ve kilisenin büyüklerinden olan Tertullianus'un ''günahların bağışlanması''nın lehine müdahale etmeye kendini mecbur görmesine dair deliller vardır. Ortaçağda birçok hareketin hem dini hem de sosyal mahiyeti vardı. Bu yüzden onların karakterini tek yanlı olarak izah etmek güçtür. Bugün ise bazı sosyalist hareketler Kitab-ı Mukaddes'e dayanıyorlar. Bu gerçekler, saf din ve saf siyasetin ancak düşüncede varolduğunu, hayatta ise bunların ancak karışımı bulunduğunu söyleyen İslam'ın umumi noktainazarını teyit etmektedir. Bu karışımın unsurlarını birbirinden ayırmak bazı hallerde hemen hemen imkansızdır.'' Son tahlilde İngilizlerin bir orta yol bulma konusunda başarılı olduklarından bahsediyor. Aliya'ya göre özellikle Bacon'un (Arapların öğrencisi olarak bilinir) kurduğu düşünce sisteminin buna çok büyük katkısı olmuştur. Roger Bacon, bilimsel ve dini bakış açısını dengede tutmuştur. Bu sayede Kıta Avrupası'nda din-devlet ilişkilerinin katı bir şekilde ayrılmasını sağlayan sekülerizm İngiltere'de aynı etkiyi yaratamamıştır. Keza Kıta Avrupası'nın geçmiş tecrübelerine baktığımızda özellikle mezhep savaşları sebebiyle daha sert kırılmalar yaşandığını gözlemliyoruz. Anglosakson tarihinde ise her zaman daha yumuşak geçişler olduğu görülüyor. Bundan dolayı da her zaman orta yolu bulma temayülü İngilizlerde daha başarılı sonuçlar vermiştir. Din ile yönetim konusunda Kıta Avrupası aynı başarıyı sergileyememiştir. Ancak bu temayüller her ne kadar başarılı gibi görünse de, zaruren ortaya çıktıkları ve tutarsız oldukları aşikardır. İslam ise bilinçli bir şekilde 'iki kutupluk prensibi' ile tüm insanlığa hitap eder. Kitabın son kısmını İslam'da teslimiyete ayıran yazar, Allah'ın iradesine teslim olmayı her şeyin ötesinde tutuyor ve şu cümlelerle kitabı bitiriyor; ''İslam, adını kanunlarından, emir ve yasaklarından, bedensel ve ruhsal çabadan değil, tüm bunları kapsayan ve aynı zamanda aşan, bir marifet anından, ruhun zaman ile ölçüşme kuvvetinden, bir mevcudiyetin sunabileceği her şeye tahammül etme dirayetinden, tek kelime ile teslimiyet hakikatinden almıştır. Ey teslimiyet, senin adın İslam'dır.''
Doğu ve Batı Arasında İslam
Doğu ve Batı Arasında İslamAliya İzzetbegoviç · Klasik Yayınları · 20153,480 okunma
·
471 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.