Cahit Koytak| “Hira’dan Piste İniş” Üzerine Uçuk Sorular şiirinden..
I
Bugün inecek olsaydı, bir ikinci sefer
Allah’ın son elçisi, Hira’dan,
Çukur tümsek, çukur tümsek, ‘Yol’u düzeltmek
Ve raftan indirip, tozunu almak için
Yüce ve kutlu, ama tozlanmış öğretisinin,
Nasıl biri olurdu ümmetinin gözünde
Göz nuru, gönül ışığı, Hz. Muhammed?
Araba kullanmasını bilir miydi, sözgelimi?
Marka seçer miydi, çoğumuz gibi?
Pahalı giysiler içinde,
Yakada beyaz mendil, ipek kravat…
Hız düşkünü, ün düşkünü bir nebi!
Aklınız alıyor mu bunu,
Aklınız alıyor mu böyle bir mizanseni?
Uçaktan inişini canlandırın gözünüzde:
Flaşlar patlıyor, alkışlar, çığlıklar, gözyaşları...
Dünyanın her yerinden, kameralarıyla
Haber yağmasına inen akbabalar, atmacalar, baykuşlar!
Çekim arabaları, koruma polisleri,
Yalvacın alana inmesini izlerken
Uhrevi pozlar deneyen yarının azizleri, havarileri...
Ve o gün orada ve dünyada olmanın bedelini
Daha çekim başlarken, polis coplarıyla ödeyen
Yalvacın yoksul sevenleri, gerçek sahabeleri:
İşsizler, aşsızlar, eşsizler, evsizler yani.
Körlerimiz, sağırlarımız, alzheimerlılarımız, Sırtlarında ömürlük çileleriyle
Tanrı’nın ışığına doğru
Bastonlarıyla emekleyen yaşlılarımız,
Umutlarının ufku,
Kahırlarının rengine boyanmış
Kaderlerine küskün kızlarımız,
Sahipsiz kadınlarımız,
Yakınsız, yuvasız dullarımız,
Sokağa düşürülmüş bacılarımız…
Ve nihayet, bugün, bu son hafta vicdan sahibi,
Yürek sahibi her birimizin içini yakıp kavuran,
Gaddarca bombalanan, yakılan yıkılan, Cehenneme çevrilen Gazze’de, Filistin’de
Kanlar içinde ağlayan çocuklarımız, yetimlerimiz,
Feryatlarıyla ufukları yırtan analarımız…
İşte onları, onları ve daha alttakileri,
Daha diptekileri bırakıp
Görünmez Sahip’ine,
Bugün gelseydi dünyaya Yüce Elçi
Gök gibi geniş bir ekrandan
El sallar mıydı, sallar mıydı, düşünün,
Biz, tiryaki TV izleyicilerine?
II
Bugün gelseydi bir ikinci sefer Allah’ın son elçisi Hz. Muhammet,
Kitapları sever miydi?
Bin üç yüz doksan yıllık düşünce sürecini İyice anlamak, çözümlemek
Sonra dekor ve peyzaj olarak dizmek için Vahiyle döşenen tevhit yolunun kıyısına,
Farabi’yi, İbn-ür-Rüşt’ü, Nietzsche’yi,
Hegel’i, Heidegger’i ve ötekileri
Okur muydu aynı ilgiyle geceleri?
Shakespeare’i, Dante’yi, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Kafka’yı sever miydi?
Ya Nazım Hikmet’i, ya Oğuz Atay’ı?
Yoksa yolda yürürken bile
Elindeki cep telefonuna
Atıksu kanalından boşalan
Sosyal medyayı mı izlerdi, bizim gibi?
Yaşlanan, tenhalaşan, yok olmaya yüz tutan
Tiyatronun, sinemanın, şiirin
Son örneklerine uzanır mıydı
Sanata duyduğu ilgi, inanç ve saygı,
Bütün türleriyle sanatın
Yok olmasından yana duyduğu kaygı?
III
Her akşam saat başı izler miydi ‘Haberler’i Genişçe bir TV ekranından, bu son Elçi?
Gözleri yaşarır mıydı, onun da bizim gibi
Acıklı yerlerinde izlediği dizinin?
Business class’da mı dolaşırdı dünyayı,
Yoksa elde asa, yalnız ve yaya
Bilge yolcular gibi mi teperdi,
Gökçe Söz’ü duyurmanın yolunu?
Fonda ney ya da bağlama olmasa da,
Allah’ın kelamını türkü gibi mi okurdu o da,
Anlamını vermeden cemaate,
Bizim maaşlı imamlarımızın yaptığı gibi?
Hz. Muhammed ya da bir başkası gelseydi,
Bugün nasıl bir hayatı olurdu bizden farklı?
Bunu sor, bunu sor, sen, ilham-perim,
Şu sizin cin-peri, görünmez taifeye!
Onlar bilemezlerse eğer,
Cennete, cehenneme gireni çıkanı yazan,
Yüzlerce, binlerce yılın tozunu alıp raflara dizen
Arşiv meleklerinin ağzını yokla:
Onun hayatı da, bizimkiler gibi,
Kağşamış bulutların renginde mi olurdu,
Yoksa tufan arifesinde inen
Hışım gibi bir sağanağın renginde mi?
Günü rahmetle kucaklayan şafağın renginde mi olurdu,
Yoksa bizim hayatlarımız gibi
Cehennemden yükselen
Boz bulanık dumanın renginde mi?
IV
Hz. İsa, Hz. Musa ya da Hz. Muhammed…
Evet, evet, işte bu yüce elçilerden,
Öncülerden biri gelecek olsaydı bugün,
Yalılarımızın, yazlıklarınızın eşiğinden,
Atar mıydı, haşa, içeri adımını?
Verandada baş köşeye kurulup,
Gördüğü manzaranın sahibi oymuş gibi
Müstağni bakışlarla dik dik
Seyreder miydi
Boğaz’ın lacivert sularını,
Kuşkusuz, alışkanlık sonucu, Rezzak’a şükrederek?
Yemek saatinde her akşam,
Beyaz peçetenin ucunu
Sokuşturup ‘mübarek’ yakasına,
Kurulur muydu, çöl gibi bir iştahla,
Mükellef soframızın başına?
Höpürdetir miydi, kuşkonmaz çorbamızı
Şu bizdeki tiyatro artığı sahte yalvaçlar, Feto’lar, Çeto’lar ve her boydan, her meşrepten, Balonlu, kablolu, uzaktan kumandalı ‘Efendi hazretleri’ gibi iştahla dilini şapırdatarak?
Ben “haşa!” diyorum, bunların hepsine “haşa!”,
On kere, yüz kere, bin kere haşa!
Kıyamete kadar da sürecek umuyorum,
Bu benim şairce, ama ‘hanif’çe infialim:
“Haşa, haşa, haşa, bin kere haşa!”
V
‘Ahir Zaman’da bir elçi, bir nebi,
Gönderilirse eğer dünyaya,
Kenar semtlerden, yıkıntılardan
Başlayacaktır bence mutlaka
İnsanları, insan-kalanları düz yola çağırmaya!
Evet onları, önce onları:
Evsizleri, barksızları, yoksulları,
Ekmeği, aşı, dini ve dünyası elinden alınanları,
Havası, suyu ve petrolü çalınıp çırpılanları
Toplayacaktır yanında, yöresinde o!
Ve onlarla yürüyecektir, evet, onlarla:
Evinden, köyünden, yurdundan kovulanlarla:
Asteklerle, İnkalarla, Eskimolarla, Filistinlilerle, Gazzelilerle, Suriyelilerle, Mağdurlarıyla yani, mahrumlarıyla, insan soyunun:
Bu arada, evet bu arada, halkın petrol parasıyla,
Şu kudurmuş batılı şeytanlardan,
Onlarca ton ağırlığında demir robotlar,
‘Cehennem zebanileri’ satın alıp da Korumalar dikerek önlerine, artlarına, zulalarına
Halkının gözünü yıldıracaklarını sanan
Şu, akıllarını Amrikalılarla azıtmış, tozutmuş,
Vicdanlarını, kirli sakal gibisine kazıtmış
Azgın petrol şeyhlerine, firavun döllerine
İnsan’ı, İslam’ı ve İman’ı yeniden öğretmeye!
(Ekim 2023)