Gönderi

Yazılı Taciz
1859-60 eğitim yılı için İngiliz hükümeti Bengal'e 1 .032.02 1 rupi ayırmıştı. Bu rakam askeri kışlaların tamiri için verilen bütçe ile aynıydı. İngilizler için eğitim en başından beri en az öneme sahip hususlardan biriydi. l 930'da Durant, Hindistan'daki İngiliz hükümetinin kısıtlı kaynakları "Hindistanlıların sonunda milliyetlerinden ve Hindistanlılıklarından arınacakları, tarih, edebiyat, adab-ı muaşeret ve ahlak gibi dersleri İngilizce veren üniversitelere tahsis etmek" istediğini yazmıştı. En düşük bütçeler ile bu başarılmıştı. Durant' a göre I 930'da Hindistan' ın tamamına eğitim için ayrılan bütçe New York'un sahip olduğu eğitim bütçesinin yarısı kadardı. 1882 ila 1 897 arasında bütün dünyada yaygın eğitime geçilirken Hindistan'da orduya ayrılan bütçe, eğitime ayrılan bütçenin 21 buçuk misli artmıştı. Durant şu tespiti yapıyordu: "Hindiscan'daki okuryazarlık sorununun yegane müsebbibi İngilizlerdir." İngilizlerin eğitim politikasının umulmadık bir iyi sonucu olmuştu. Hindistanlıları eğirmek İngilizlerin önceliği olmadığı için İngilizler bu konuya eğilmemişler, böylece 20. asrın başlarından itibaren akademi Hindistan'ın ilerlemesi için tek kapı olmuştu. Birkaç istisna dışında l 890'lardan itibaren belli başlı devler üniversitelerinin rektör yardımcıları, her ne kadar ister istemez İngiliz idaresinin destekçisi olsalar da hep Hindistanlılar olmuştu. Kısıtlı bir seçkin sınıf için İngilizce eğitim, ülkede önemli bir yer edinmişti. İngilizler başta tarih olmak üzere diğer konuları da Hindistanlılara İngilizce öğretmek istiyorlardı. İngilizlerin gözünde Babürlüler dönemi, bağlam ve analizden yoksun düz bir anlatıdan ibaretti. Hatta John Stuart Mili, sömürgecilik öncesi Babürlü metinleri için, "Mitolojik tarih anlatıları ... gerçekler karşısındaki masallar," diyordu.326 İngilizler, Hindistan tarihini 'gerçeklere' dayalı bir biçimde yeniden yazacaklar, l\.vrupat' bir yapı ile bağlam ve analiz kazandıracaklardı. Elbette amaç, Hindistan'daki İngiliz idaresini meşrulaştırmaktı. Daha önce de gördüğümüz gibi İngilizlerin yazdıkları Hindistan tarihi sadece böl ve yönet anlayışını güçlendirmekle kalmıyor aynı zamanda tarihi dini dönemlere bölüyordu. Bu tarih anlatısına göre Hindistan, İngilizlerin kendisini medenileştirmesini bekliyordu. Tarih metinlerinin 'gerçeklere dayanması ve seküler bir müfredat dahilinde ele alınmaları' gerektiği belirtilerek dini ve mitolojik metinleri de bir kenara bırakmışlardı. Oysa, bunların içinde Mahabharata ve Ramayana da vardı. İngiliz derslikleri için İlyada ve Odesa ne ise Hindistan derslikleri için de bu iki kitap o olmalıydı. Bağımsız Hindistan bu seküler tarih öğretisini devam ettirdi ve bu kitapları müfredata almadı. Şimdi de Hindu-şovenist bir hükümet İngilizleri ve Macaulay yanlılarını, Hindistan' ın çocuklarını özlerinden koparmakla suçluyor. Tarih öğretiminin nasıl bir amacı var idiyse, edebiyat da daha dolambaçlı yoldan aynı amaca hizmet ediyordu. 1 9. asrın başlarında seçkinlerin sosyalleşmesi ve cemiyetlere kabul edilmesi amacıyla İngiliz edebiyatının bir araç olarak kullanılması üzerine yaptığı müthiş çalışmalarla bilinen Profesör Gauri Vishwanathan, İngiliz edebiyatının bir ders olarak okutulmasının sömürgeci amaçlara hizmet ettiğini belirtiyor.327 İngilizler edebiyat sayesinde kendilerine yönelik hayranlık ve saygı uyandıracaklarına inanıyorlardı. Ayrıca, Hindistan'a ait eserler ise 'ahlaksızlık ve bozgunculuk' damgası yiyordu. i 9. yüzyılın en meşhur Sanskrit bilginlerinden Horace Wilson tarafından Hindistan edebiyatının incisi diye adlandırılan Kalidas'a ait Şakunrala da bunların arasındaydı. Gel gör ki bu eserler, İngilizlere göre Hindistan okullarında okutulmaya uygun değillerdi. Bu karar ile İngiliz eğitimciler, İngiliz edebiyacınm üstünlüğünü tartışılmaz bulan Macaulay ve avanesini taklitten başka bir şey yapmamış oluyorlardı. Meşhur raporunda Macaulay, "Mevcut [İngilizce] edebiyat, 300 sene önceye kadar tüm dünya dillerinde yazılmış edebiyatın yekunundan daha kıymetlidir . ... Şu anki İngiliz edebiyatı klasik antikiteden de daha kıymetlidir," diyordu. Charles Trevelyan 1 838 tarihli On the Education of the People of Jndia isimli kitabında İngiliz dilini kullanarak İngiliz edebiyatının yaygınlaştırılmasının herhangi bir bilimsel kanıta değil Macaulay'ın Avrupa bilgisinin Doğu bilgisinden üstün olduğu kabulüne dayalı olduğunu kabul ediyordu.328 Amaç hasıl olmuştu. İngiliz edebiyacı ile haşır neşir olan Hindistanlılar, İngilizce bilmeyi bir övünç kaynağı addetmiş ve İngiliz hakimiyetinin perçinlenmesine yardımcı olmuşlardı. Tarih öğretisi İngiliz merkezli olmal<la kalmamıştı. İngilizlere ait her şeyin üstün olduğunu ve üzerinde güneş batmayan İmparatorluğa tabi olmanın ne büyük ayrıcalık olduğunu öğrencilerin kafalarına çakmak için tasarlanmıştı. (Bu meşhur güneş batmayan imparatorluk lafı için daha sonra bir Hindistan milliyetçisi şöyle diyecekti: Tanrı bile karanlıkta İngilizlere güvenmiyor.) İngiliz edebiyatı dersleri de benzer bir amaca hizmet ediyordu. Okunması mecburi olan metinler arasında Arthur Stanley' nin milliyetçi şiirlerden oluşan antolojisi vardı. Kitabın ön sözünü yazan Kalküta piskoposu, "Bir İmparatorluk sadece ekmek ile beslenmez," mısraını yere göğe sığdıramıyordu. Yine, Tennyson'un meşhur, "Bir milletin kalbini titreten bu şarkı, başlı başına bir sevaptır," mısraları vardı. Bu şiirlerin amacı İngiliz İmparatorluğu'nu methetmekti. G. Flavell Hayward, bir şiirinde, "Samimi ve cesur kalpler için zafer yahut ölüm, ya şerefinle yaşa ya da mezara gir," diyordu. İngilizlerin övünç kaynağı 'adil oyun' kavramı Newbolr'un, "Elinden geleni yap! Ve oyununu oyna," mısralarında dillendiriliyordu. Kipling'in Beyaz Adamın Yükü şiirine yazdığı methiye ise vahşileri sömürgecilerin çizmelerinde bir damga olmaya minnettar bırakacak cinstendi. (Doğu Doğu'dur, Batı ise Barı / Bu ikisi asla bir araya gelmez. Bu şiiri üniversitede ilk gördüğümde ben de şöyle demiştim: Elbette yalanların ortaya çıkıncaya kadar, İngiliz'in ayaklarının altında!) Televizyonun olmadığı o günlerde popüler kurgu metinler de İngilizce bilen endişeli okurları sömürgeciliğin faziletlerine inandırmakla meşguldü. Kimsenin eleştirmeye cesaret edemediği G. A. Henty, H. Rider Haggard ve Kipling gibi yazarların en çok satan kitaplarında her zaman cesur bir İngiliz, karanlık ve tekinsiz vahşileri alt ediyordu. Kipling'in dehşete düşüren mısralarında İngilizlere (ve o sırada Filipinler'i ele geçirmekle meşgul Amerikalılara) şöyle sesleniyordu: "Hafiflet beyaz adamın yükünü, Gönder soyundan yetiştirdiğin en iyileri, Yolla hadi, oğlanlarını sürgüne, Boyun eğdirdiklerinin ihtiyaçlarını karşılasınlar diye, Ağır boyundurukları altında vazife beklesinler, O sersemlemiş vahşi yeni halkın üzerinde, O, daha yeni esir ettiğin, Yarı şeytan, yarı çocuk asık suratlı halkın." (Bu şiire en güzel cevap liberal siyasetçi ve tiyatro yönetmeni Henry Labouchere'den gelmiştir. Siyah Adamın Yükü isimli şiiri daha fazla bilinmeyi hak ediyor. Bu bölümde, bu şiire yer verdim.) Billy Bunter karakterinin başkahraman olduğu, 20. asrın başlarındaki en meşhur çocuk kitabı serisine Hindistanlı bir figürün eklenmesindeki amaç, tadı dille sömürgecilerin de suçlu oldukları noktalar olabileceğini dile getirmekti. Hikayedeki Hindistanlı çocuk elbette aristokrat bir aileye mensuptu. Adı tuhaf bir şekilde Huri Cemşit Ram Sing idi. Kriketteki başarısı büyüleyiciydi. Yine de İngiliz sınıf arkadaşları ona 'mürekkep' diyorlardı. Çizimlerde de kapkaraydı. Hikâyenin tamamlayıcı karakteri gibiydi. Asıl kahramanlar ise her zaman İngilizlerdi. Selman Rüşdi "acımasızca konuşan prenseslerin, esmer suratlı ince kalçalı hizmetçilerin, imansızların, ateşin ve kılıcın olduğu hatalı bir Doğu" imajının oluşturulduğundan bahsederek Edward Said'in çığır açan Oryantalizm kitabındaki "böylesi yanlış imajların oluşturulmasının amacı emperyalizm ve altında yaran, Kafkas ırkının Asya ırkından üstün olduğu fikrinin ahlaki, kültürel ve sanatsal açıdan meşrulaştırılması olduğu" tespitine katılıyordu. Rüşdi'ye göre bu imajlar sadece imparatorluk geçmişinde yoktu: "Bu kurguların büyük ölçüde başarıya ulaşmış olmasının da gösterdiği üzere Hindistan'daki İngiliz idaresinin yenilikçi tavrı ile modern İngiltere'de muhafazakar ideolojinin yükselişe geçmesi paydaştır." Oryantalistlerin çabalarına ve İngiliz emperyalizmini allayıp pullamalarına rağmen bir sorun vardı: Bir Hindistanlı okumaya, öğrenmeye ve anlanmaya başladığında zihninin nerede duracağı bilinmiyordu. 1839 yılında William Howitt gayet öngörülü bir şekilde, "Yeryüzünde daha önce görülmemiş bir ahlaki devrim yapılmadığı müddetçe İngilizceyi ana dil ile ikame etmek mümkün değildir. İngiliz düşünceleri, İngiliz damak tadı, İngiliz edebiyatı ve dini de muhakkak öğretilmelidir," diyordu. Adadığı bir şey vardı ki o da İngiliz siyasi düşünceleriydi. 1908'de imparatorluğun yılmaz savunucularından J. O. Rees şöyle diyordu: "Okullarımızda, öğrenciler fesatçılığı öğreniyorlar. Rousseau, Macaulay ve diğer filozofların çalışmalarını okuyorlar. Halbuki bu eserler, Oxford'da bile öğrencileri sosyalist ve gerçekleşmesi mümkün olmayan başka düşüncelere sürüklüyor. Kaldı ki Hindistan'daki öğrenciler ezber yöntemini benimsemişler. Çoğu beş parasız. İdare tarafından muteber bir görev verilmediği sürece hayatlarını kazanamazlar. Ellerine maaşlarını almadıkları zaman da idareyi zorbalıkla suçlarlar. Bu öğrenciler üzerinde, bu eserlerin tesiri daha büyük olur. Sistemin yarattığı bu hoşnutsuz kimselerin Hindistan hükümetine ne saygıları olur ne de ondan korkarlar. Tabii, bu durum hiç de şaşırtıcı değil. Okulda öğretilen metinlerde, hükümetin otoritesini üzerine inşa ettiği ne varsa yerle yeksan edilesiye eleştiriliyor... " Ardından da İngiliz hükümetini ikaz ediyordu: "Lord Curzon'un cesurca yaptığı gibi yarım yamalak eğitim verip tamamıyla provokatör yetiştiren üniversitelere bütçe ayrılmamalıdır. Sanırım, Anglisistler lehine verilen kararın zamanına dönmek için çok geç. Fakat, Herbert Spencer gibilerine Hindistan eğitim sisteminde hususi bir yer verilmesinin belli bir sebebi var mı? Oxford bile sosyalist ve diğer tehlikeli rüyalar görmeye sebep olan felsefe derslerinden vazgeçmeyi düşünürken Hindistanlı öğrencilere felsefe okutmaya gerek var mı?" 19. yüzyılın sonları itibariyle İngiliz eğitim sistemi, İngiliz edebiyatına, felsefesine ve siyasi düşüncelerine vakıf, İngilizce konuşan bir Hindistanlı sınıf yaratmıştı. Fakat daha önce de gördüğümüz üzere bu sınıf, haklarını almak ve eğitimlerinin onları liyakatli kıldığına inandıkları görevlere getirilmek istediğinde ciddi bir dirençle karşılaştı. Elbette, her zaman olduğu gibi asıl sorunun başta kast sistemi olmak üzere Hindistan adetlerinde olduğunu söyleyenler de vardı. Farklı kast sınıflarından öğrencileri aynı dersliğe girmesi Hindistanlı gelenekçilerin korkulu rüyasıydı. Farklı kast sınıflarının aynı derslikte olamayacağı fikri hakkında Duranc şöyle diyordu: "Zaten eren istasyonlarında, tramvaylarda, fabrikalarda bir aradalar. Kase meselesini aşmanın en iyi yolu okullardır." Ama İngilizler gelenekçilerden geldiği iddia edilen itirazları dikkate almayı tercih etti, zira bu durum eğitime daha fazla para harcamamak için işlerine geliyordu. Yine de istisnalar yok değildi. Dalit reformistlerinin önde gelenlerinden Jyotiba Phule bahçıvanlık yapan düşük sınıfa mensup bir ailede doğmuştu. Fakat, nasıl bir öğrencinin Brahmanlar ve diğer yüksek sınıf mensupları ile aynı okulda okuyup zihnini dünya edebiyatı ile kuvvetlendirerek yaşadığı toplumu dönüştürebileceğini göstermişti. Öyle ki Mahatma Phule, Dalit sınıfının güçlendirilmesi ve kadınların haklarını elde etmesi için mücadele etmekle yetinmemiş eşitlik fikrinin küresel çapta savunucusu olmuştu. Gulamgiri (Kölelik) isimli, 1873 tarihli kitabını, köleliği kaldıran 'iyi Amerikan halkına' ithaf etmişti. Doktor B. R. Ambedkar da Phule'nin izinden giderek eğitimin bir kısmını Hindistan'da tamamladıktan sonra yüksek tahsilini İngiltere ve Amerika'da yapmıştı. İngilizlerin seçici olmadıkları, en azından kağıt üstünde sadece yüksek sınıflara mensup olanları değil herkesi eğitmek istedikleri söylenmektedir. Öte yandan, Hindistan'ın yerli liderlerinin ise eğitimin herkes için olup olmaması gerektiğini tartıştığı iddia edilmektedir. Aslında ilk öğretimi mecburi kılan yasa tasarısı, 1911'de 'ılımlı' Heyet lideri Gopal Krishna Gokhale, ardından 1916'da Vithalbhai Patel tarafından verilmişti. Ama her ikisi de yasama konseyindeki oylamada İngiliz ve hükümet tarafından atanmış üyelerce reddedilmişti. Az bilinen bir gerçek ise bu yasa tasarılarına kuvvetli milliyetçi olan Mahatma Gandi ve Surendra Nath Banerjea'nın da karşı çıkmış olmasıydı. Hind Swaraj isimli eserinde Gandi şu satırları yazmıştı: "Eğitimin sıradan anlamı, harfleri bilmektir. Çocuklara okuma, yazma ve aritmetik öğretmeye ilk öğretim denir. Bir köylü ekmeğini dürüstlükle kazanır. Dünyaya dair temel bilgilere sahiptir ama kendi adını yazamaz. Bu köylüye harfleri öğreterek neyi amaçlaşmaktasınız? Mutluluğuna zerre kadar katkısı olacak mı? Eğitimin mecburi yapılması gereksizdir. Bizim kadim okul sistemimiz yeterlidir. Sizin modern okullarınız, bizce faydasızlardır." Bereket ki Gandi'nin bu konudaki tuhaf fikirleri kabul görmedi. Muhtemelen asıl gayesi okuryazarlığa ve eğitime karşı çıkmak değil İngiliz eğitimini reddetmekti. 1937'de sekiz bölgede Heyet'e mensup bakanlar seçilip ilk defa eğitim hususunda kontrolü ele aldıklarında Gandi, Wardha Eğitim Planı'nı sunmuştu. Bu Plan'a göre köy zanaadarını da kapsayacak şekilde kırsaldaki çocuklara yedi yıllık eğitim verilecekti. Hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmadı. Oysa, içinde ana dilde okuryazarlık, matematik, bilim, tarih, beden eğitimi, temizlik bilgisi ve zanaat olmak üzere bütün temel eğitimler mevcuttu. Sömürgeci eğitimin neredeyse yok denecek kadar az olduğu kırsalda Wardha Planına karşı çıkmak hiç de kolay bir iş değildir. Nirad Chaudhuri örneğinde gördüğümüz üzere sömürgeci eğitimin sonuçlarından biri Batı tarafından hayatımıza sokulan diller, modeller ve düşünce sistemleri ile Hindistanlıların zihinlerinin sömürgeleştirilmesiydi. Hindistanlılar kendi toplumlarını Batılı entelektüel ve estetik standartlara göre değerlendiriyorlardı (Ashis Nandy bu konuda üçüncü dünya ülkelerinin 'aslında bir Batı inşası olan bir Batılı olmayan' inşa ettiklerinden bahseder). Sömürgecilik, insanların kendi tarihlerini ve kültürel tanımlamalarını yaptıkları araçları tahrif etmiş ve yeniden şekillendirmişti. Buna tepki olarak milliyetçiler de toplumlarının kültürel kimliğine katkıda bulunmaya, şekillenmesine yardımcı olmaya ve dışa vurumunum sağlamaya çalışmışlar, fakat aldıkları sömürgeci eğitim yüzünden ister istemez her şeyi çorba etmişlerdi. Hindistanlılar, sömürgeciliğin kültürel kendilik tanımlamalarını nasıl parçalayıp tahrip ettiğini ancak bağımsızlıktan sonra anlayacaklardı. Hindistanlılar kimliklerini yeniden tanımlamadan ilerleme sağlayamayacaklarını anladıkça bu durum değişmektedir. Kimler, ne ile gurur duyuyorlar, ne olmak istiyorlar sorularını cevaplıyorlar. Hindistanlı milliyetçilerin görevi, sömürgeciliğin sona ermesiyle yeşeren toplumlarının, var oluşunun ve varlığını sürdürmesinin yeni yollarını bulmak amacıyla kendi kültürlerini ifade etmenin yeni araçlarını tespit etmektir. İngiliz sömürgeciliğinden ziyade 20. yüzyılda başlayan Amerikan hâkimiyeti sayesinde İngilizcenin küresel bir dil haline gelmesi Hindistan' ın işine yaradı. Her ne kadar İngilizcenin dünyada kabul edilmesi "İngilizce konuşanlar arasındaki alışverişi ve ticareti kolaylaştırmış olsa da'' Adrian Lester' e göre "bu durum sadece İngilizce bilmeyenlerin ve kadınların İngilizcenin esas dil olduğu küresel ağlardan dışlanmasını artırmıştı." Hindistan'daki mahalli dillerde verilen geleneksel eğitimin, okuryazarlığı artırarak ülkeyi dünyadaki rekabette öne taşıyabileceğini söylemiyorum. Ama bu eğitim de pekala Japonya gibi kendi dilinde eğitim veren ülkelere benzer olarak Hindistanlılara belli başlı meziyetleri ve özgüveni kazandırabilir, Nalanda örneğindeki gibi mükemmel okullar kurulmasını sağlayabilir, sömürgecilik eziyetine katlanmak zorunda olmadan büyüyen ve gelişen bir Hindistan kurulmasına yardımcı olabilir, her zaman en iyi eğitimcilerin, teknoloji uzmanlarının veya İngilizce öğretmenlerinin getirilmesine imkan tanıyabilir ve küreselleşen dünya ile bağlarımızı kurabilirdi. İngilizlerin 200 sene boyunca milli servetimizi sömürmediği bir senaryoda, hiç olmazsa bu kaynaklar bize kalırdı. İngiliz idaresinin esef verici sonuçlarından biri de gerek yok sayarak gerekse planlı bir şekilde Hint biliminin canlandırılması ihtimalini yok etmesiydi. Tekstil ve çelik endüstrilerinin nasıl yok edildiğine zaten değindik. Yine de sıfırı bulan, Galileo, Kopernik ve Kepler'den asırlar önce çok daha doğru matematik hesaplamaları yapan Aryabhata'yı ve modern cerrahinin kurucusu Susruta'yı yetiştiren bir medeniyetin sözde müsamahakar ve istikrarlı olan Pax Britannica332 döneminde bile bilimsel ve teknolojik gelişme gösterememesi çok acıdır. Matematik dâhisi Ramanujan dehasının kabul görmesi için Cambridge'e gitmek zorunda kalmıştı. Evet, 1930'da C. V. Raman Nobel Fizik Ödülü'nü almış, S. N. Bose, yaşarken değil ama 2013'te iki ödüle layık görülen ve kendi adını alan Boson molekülerini keşfetmiş, Bose'nin adaşı ve hocası Jagadish Chandra Bose bir fizikçi, biyolog, biyofizikçi, botanikçi, arkeolog ve bilimkurgu yazarı olarak çığır açmıştı. Yine de iki asırlık İngiliz sömürge idaresinde bahse değer başka bir bilimsel ilerleme yoktu. Halbuki, bu iki asırlık dönemde İngilizler, bu alanlarda ciddi ilerleme kaydetmişler, ancak Hindistan'da bu araştırmaları yapacak hiçbir kuruma destek vermeyerek bilim ve teknolojiye katkı sunması muhtemel Hindistanlıları köreltmişlerdi. Öncelikli sorunları başka olan Hindistan, bilim ve teknolojide kendine gelmek için zaman kaybetmişti. Böyle olunca da ciddi ölçüde beyin göçü vermişti. Çalışmalarını yurtdışında sürdürmek üzere Hindistan'dan ayrılan üç bilim insanı, Nobel kazanmışlardı. Ancak, artık yabancı memleketlerin bayraklarını taşıyorlardı. Öte yandan Hindistan'daki gelişmesi engellenmiş ve kadük kalmış araştırma kurumları, parlak zihinleri elde tutmak için çabalıyordu. (Neyse ki uzay ve roket sanayilerinde görüldüğü üzere bilimsel çalışmaların ilerlediğine dair işaretler var. Bu ilerlemelerin İngiliz sömürgeci idaresi ile hiçbir alakası yoktur. Tamamı bağımsız Hindistan'ın çabalarının mahsulüdür.) Benim gibi İngiliz eğitimi almış İngilizce konuşan Hindistanlıların, İngiliz eğitim sistemini uyguladıkları için İngiltere'ye saldırmalarının tuhaf göründüğünü biliyorum. Ama sadece bir dereceye kadar tuhaf. Zira, ben İngilizceyi Hindistan'da öğrendim. Üstelik, benim İngilizcemi imtihana tabi curan bir İngiliz yoktu. Hatta Hindistan'ın ortak dili olması hasebiyle bu dili seviyorum. Ama sömürgecilik zulmünün bir sembolü olduğu için değil. Ben de dahil olmak üzere İngilizce eğitim almış birçok Hindistanlı Shakespeare ya da P. G. Wodehouse'u küçümseyecek değiliz. Aksine, İngilizce olmaksızın onların şaheserlerinden istifade edemeyeceğimizi de biliyoruz. Hindistan kökenli bir İngiliz arkadaşım, 2015'te Londra'daki hararetli, fakat benim olmadığım bir tartışmada, Oxford' a ilişkin düşüncelerim hakkında birden fazla kişinin eleştiri getirdiğini söyledi. O toplantı yapılırken ben Hindistan'daydım. Gerekçeleri ise benim Woodhouse' a ve İngiliz diline olan hayranlığım ve Oxford'da Woodhouse Cemiyeci'ni kurmammış. Bu Cemiyet hem kendi alanında bir ilkti. Hatta şu an dünyanın farklı yerlerinde şubeleri var ama Londra'daki merkez konumunda. Söylemek istedikleri şuna çıkıyordu: Hem İngiliz sömürgeciliğini eleştirip hem de İngiliz edebiyatının duayen isimlerinden birine hayran olmak tutarsızlıktır. Bundan daha yanlış bir eleştiri olamaz diye düşünüyorum. Bazılarının Wodehouse hayranlığını, İngiliz sömürgeci idaresine duyulan bir özlem olarak gördüğü doğru. 1988'de, gazeteci Richard West, Hindistan'daki Wodehouse hayranlarının 1 930'ları, yani İngiliz idaresini özleyenler olduğunu söylemişti: "O zamanlar İngilizler kendi dillerini sever ve ona kıymet verirlerdi. Okul çocuklarına bile Shakespeare, Wordsworth, hatta Klpling okutulurdu ... Malcolm Muggeridge Hindistanlılar için son İngilizler diyor. Bunun sebebi öz be öz İngiliz olan bir yazarı bu denli sevmeleri olabilir." Wodehouse kendisi hakkında yazsa bu kadar saçmalamazdı. Hindistanlıların Wodehouse'u sevdikleri doğru. Ama aynı Hindistanlılar Kipling'ten tiksiniyorlar, sömürge idaresinden ve onu öven bütün eserlerden nefret ediyorlar. Kaldı ki Hong Kong'daki bir bankada kısa süreliğine aldığı bir görev dışında Wodehouse'un hiçbir sömürgecilik bağlantısı yoktu. Üstelik, kitaplarında da İngiliz sömürge idaresinden neredeyse hiç bahsetmez. Bunun istisnası olarak 1935'te yazdığı, Bir Portakalın Suyu adlı kısa bir hikaye vardır: "Hindistan'da neden kargaşa var? Çünkü, orada yaşayanlar nadiren, ancak bir avuç pilav yerler. Mahatma Gandi'nin sulu güzel bir et, ardından puding ile Stilton peyniri yediği gün, bu Sivil İtaatsizlik denen saçmalığın sona erdiğini göreceksiniz." Ama Hindistanlılar bu lafların güldürmek için edildiğini biliyorlar. (Gandi de mizah sahibi bir insandı. 1947'de iyi pişmiş bir et yemek yerine kralın kuzeni ve son genel vali Lord Mountbatten ile yediği son yemekte, misafirine keçi peyniri ikram etmişti. Hem de bu peynir peştamalı ile kralı görmek için İngiltere'ye gittiğinde yanında götürdüğü keçinin sütünden yapılmıştı. Bu anıyı Büyük Hindistan Romanı isimli kitabımda, peyniri mango ile değiştirerek işlemiştim.) Wodehouse, Hindistan milliyetçilerinin siyasi doğruculuk yapmadan hayranlıklarını ilan edecekleri İngiliz yazarlardan biridir. Katju'da doğan ve Hindistan milliyetçisi bir babanın kızı olan Saroj Mukherji, 1948'de Lord Mountbatten'ı Wodehouse'un eserleri ile tanıştırdığını anlatır. İngiliz İmparatorluğunu temsilen o masada bulunan kişinin değil de hararetli bir Hindistan milliyetçisinin 'öz be öz İngiliz' olan bu yazarı okumamış olması dikkat çekicidir. Aslına bakılırsa yazılarında siyasi, toplumsal ya da felsefi içeriğin olmaması, Waugh'nun tabiri ile Wodehouse'u İngilizliğin tuzaklarından azade 'huzurlu bir dünya' kurmasını sağlamıştı. Diğer İngiliz romancılar, karakterlerinin yaşantıları ve yaşam şartları ile okuru boğarken Wodehouse ise hem İngiliz hem de Hindistanlı okurlarına adeta periler diyarından sesleniyordu. Hindistanlı okurları, endişesizce Wodehouse'un kitaplarını okuyabiliyorlardı. Zira, mizah dolu bu kitaplarda Londra Drone Kulübü'nden Matcham Scratchings köyüne kadar Hindistanlıların vize almadan gezebilecekleri bir hayal alemi vardı. Fakat bir pasaporta ihtiyaçları vardı. O da İngiliz diliydi. İngilizce, İngilizlerin Hindistan'da bıraktıkları şüphesiz en büyük mirastı. Eğitimli ve çoğu zaten birden fazla dil bilen Hindistanlılar bu dili hızlıca öğrendiler. Hem dili sevdiler hem de dil işlerine yaradı. Siyasette sömürgecilerin dilini milliyetçiliğin dili haline getirdiler. Çok daha büyük bir düşünce ve eğlence dünyasına açıldılar. Hindistanlıların Wodehouse gibi darbımesellere yer veren ve Hindistanlıların güya saygıda kusur etmemesi gereken sömürgecilerin temel değerleri ile dalga geçen bir yazarı sevmelerinden daha doğal bir şey olamazdı. (İki asır boyunca İngiliz soyluları tarafından yönetilen bir ülkede şu cümleler, elbette okuyanlara keyif verirdi: "Bir anda üç milyon beş yüz bin yavrusu olduğunu gören ve hepsini bağrına basmaya can atan erkek morina balığının aksine İngiliz aristokrasisi genç oğullarına ters ters bakıyor.") İngiliz dilinin bana kazandırdıklarına minnettarım. Ancak, yurttaşlarımın maruz bırakıldığı sömürüyü, tahrifatı ve köklerinden koparılmayı kabul etmem mümkün değildir
·
46 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.