Gönderi

Edmund Burke, Macaulay ve Clive'in daha önce verdiğimiz konuşmalarında ve yazılarında Kumpanyanın ne kadar kötü bir idare sergilediği ortaya konmuştu. İngiliz Kraliyetinin kendi 'mücevherine' el koyması ise meseleye farklı bir boyut katmaktadır. Kraliçe Victoria'nın 1858'deki beyannamesi ile İngilizler, Hindistan'daki idareleri için farklı bir hikaye sunmuşlardı. Elde edilmek istenen "refahın ve toplumsal ilerlemenin yolu iç huzurun sağlanmasından ve iyi bir idare sergilenmesinden geçiyordu." Kraliçe'nin arzuları arasında şunlar da vardı: "Hindistan sanayiinin canlandırılması, kamu yararına işler yapılması ve hükümetin Hindistan'daki bütün insanların faydasına olacak şekilde çalışması." Sonrasında şunları eklemişti: "Onların refahı bize güç, onların mutluluğu bize emniyet getirecektir. Bize şükran duymaları sahip olacağımız en büyük ödüldür." 'Sizi, sizin iyiliğiniz için yönetiyoruz,' şeklindeki bu beyannamenin, en azından kağıt üzerinde, Doğu Hindistan Kumpanyasının sınır tanımayan açgözlülüğünden daha iyi olduğu açıktı. İngiliz monarşisi 1877'de, Benjamin Disraeli tarafından imparatorluğun bir aracı haline getirilmişti. Kraliçe artık bir imparatoriçeydi. Üstelik elinde Hindistan vardı. Toprakları eşi benzeri görülmemiş boyutlara ulaşmıştı. Bunun yanında imparatorluğun ihtişamı artırılmıştı. İngilizler, Hindistan'da har vurup harman savuruyorlardı. Fakat bu şatafat imparatorluğun amaçlarına hizmet ediyordu. Jan Morris' e göre İngilizlerin amacı "hem yerli halkın gözünü korkutmak hem de kendilerini güçlü göstermekti. Prenslerle dolu bir ülkede kraliyet ailesini bilerek mistik bir havaya bürüyerek üstünlüklerini devam ettirmenin bir aracı haline getirmişlerdi. Bu ihtişam stratejisinin bir parçası olarak üç farklı durbar merasimi düzenlenmişti. Kraliçe Victoria'nın Hindistan İmparatoriçesi ilan edilmesinin ardından 1887'de, Genel Vali Lord Lytton tarafından şatafatlı bir durbar merasimi yapılmıştı. I 903'ün ilk gününde Lord Curzon tarafından VII. Edward'ın tahta çıkmasının şerefine çok daha gösterişli bir durbar merasimi düzenlenmişti. Son büyük durbar merasimi ise 19 I l 'de Kral V. George ile Kraliçe Mary'nin, yeni başkent Oelhi'yi ziyaretleri için yapılmıştı. İngiltere, Hindistan'daki en şaşaalı günlerini yaşarken Delhi'ye devasa ve etkileyici, yeni bir başkent inşa ermişti. Bu olaya şüpheyle yaklaşan Fransız devler adamı Georges Clemenceau böyle bir başkent kurulmasını aptallık olarak değerlendirmişti. Denilene göre l 920'de, yeni başkentin kurulacağı bölgeyi görmüştü. O zaman, o bölgede yedi farklı şehrin enkazı vardı. Clemenceau da, "Ça sera la plus magnifique de toutes ces mines - Bu, tüm enkazların en muhteşemi olacak," demişti. Yıllar sonra işletme teorisyeni C. Northcore Parkinson, Yeni Delhi'nin inşa edilmesini kendisinin 'ikinci kanununu' formüle ederken örnek olarak gösterecekti. Parkinson' a göre kurumlar en büyük eserlerini yıkılmadan önce yaparlardı. Morris, Lord Curzon'un Delhi'de düzenlediği durbar merasimini oldukça detaylı bir şekilde anlatmıştır: Filler ve bandolar geçerken mücevherlerle dolu kıyafetleri için mihraceler hürmetlerini gösteriyorlar, alt kıranın dört bir yanından gelmiş insanlar imparatorluk resmigeçidini görmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Adeta 'gerçek bir tiyatro' gibiydi. Curzon, o zaman için nadir bulunan kameralarla durbarı filme aldırtmıştı. (Mahatma Gandi, otobiyografisinde, mihracelerin çektikleri acıya rağmen İngilizleri etkileyerek tahttaki ömürlerini uzatabilmek için yürüyecekleri yolu uzattıklarını, en süslü kıyafetlerini giydiklerini belirtmiştir.) Curzon bu durbar merasimini ülkeyi mahveden bir kıtlıktan iki sene sonra yapmıştı. Bu merasim sayesinde kendisinin bizzat imparatorluğu temsil ettiğini göstermişti. Jan Morris, bu durumu Curzon'un 'ihtişamın tadına bakması' olarak nitelendirirken Niall Ferguson da 'Toryantalizm' göstergesi olarak değerlendirmektedir. Curzon, aile bağlarından aldığı ilhamla eski İngiliz aristokrasisini yansıtan bir merasim yapmıştı (ailesi aslen Normandiyalı idi). Curzon hakkında Oxford'da öğrenciyken dört hiciv yazılmış ve bunlar basında çıkmıştı: "Benim adım George Nathaniel Curzon I Dünyadaki en muhteşem insan I Saçım düzdür, yüzüm parlak I Akşam yemeğimi Blenheim'da yerim."109 Üniversite yıllarında yazılmış bu şiir, sonraki siyasi hayatında atacağı adımlar için de rehber niteliğindeydi. Curzon çocukluğundan beri Kral Naibi olmayı arzuluyordu. İmparatorluğun ihtişamını da bu uğurda kullanmıştı. Curzon'un zirveye ulaştırdığı bu tarza İngiliz yazar David Cannadine 'Ornamentalizm' adını vermektedir. Cannadine'e göre ise Curzon bir 'merasim organizatörü' idi. Cannadine bir kitabında İngiliz imparatorluğunu şunlarla tanımlamıştı: "Kadim ve anakronik, gelenek ve onur, düzen ve boyunduruk, şan ve şövalyelik, at ve fil, resmigeçit ve merasim, kuş tüyünden şapkalar ve ermin cüppeler, başkanlar ve emirler, sultanlar ve naipler, kral naipleri ve genel valiler, tahtlar ve taçlar, üstünlük ve hiyerarşi, gösteriş ve ornamenralizm." Bu iş son ana kadar böyle devam etmişti. Son Kral Naibi Lord Louis Mountbacten' ın merasimde giydiği kıyafetler, siyasi gücün elinden kayması ile ters orantılı gibiydi. Bu gösterişli merasimlerde sadece İngiliz kraliçesi selamlanmıyordu. 'Yerli prensler' şereflendiriliyor, bazıları onurlandırılıyor ve hükümdarlıklarını meşrulaştırmak amacıyla kimileri için aristokratik gelenekler uyduruluyordu. Böylece İngilizler prenslerin uyması gereken bir saray adabı ve Kraliyet'i Babürlü imparatorunun devamı olarak gösteren bir hiyerarşi oluşturmuşlardı. Top atışlarının sayısı çok önemliydi. Söz konusu idarecinin önemine ve iş birliğine olan yatkınlığına bağlı olarak bu sayı dokuzdan 19'a kadar çıkabiliyordu. Sadece beş durumda 21 pare top atışı yapılıyordu. Kime 'ekselansları' diye hitap edileceği belliydi (Birinci Dünya Savaşı'nda Haydarabad Nizamı 'ekselanslarından' 'yüce ekselanslarına' terfi etmişti. Bunun sebebi Birinci Dünya Savaşı'nda yüklü miktarda para göndermiş olmasıydı). Kelime tercihlerine çok önem gösteriliyordu. 'İdareci' (krallık değil) ailelerden gelenlere 'yerli lider' (kral değil) deniliyordu. Böyle kimselerin toprakları için 'prenslik' (krallık değil) ifadesi kullanılıyordu. Bunların hepsi illüzyonun bir parçasıydı. Londra'daki Hindistan Bürosu'nun birbirinin aynısı olan iki kapısı vardı. Bunun sebebi eşit derecedeki iki Hindistanlı hükümdarın aynı anda Büro'ya gelmeleri halinde ikisinin aynı anda binaya girebilmelerini sağlamak, böylece birini öncelememiş olmaktı. Buna benzer daha bir sürü kural vardı. Bütün bu detaylı protokole ve gösterişe rağmen David Gilmour'un da belirttiği üzere, İngilizlerin şımarttıkları Hindistanlı aristokrasiye hiç saygıları yoktu. Curzon bile bu aristokrasiyi şu sözlerle alaya alıyordu: "Biraz İngilizleşmiş, biraz köksüzleşmiş, Avrupalı kadınların peşinden koşan, güya sporla ilgili ama günün sonunda sarhoş gezen genç, yerli liderler." Bununla beraber Hindistanlı soylulara imparatorluk payesi verilmesindeki tek suçlunun İngilizler olduğuna hükmetmişti. 1888'de Hindistan'ın ortasındaki bir bölgede görev kraliyete bağlı olarak görev yapan bir kişi yazdığı bir raporda şunları söylüyordu: "Benim bölgemde İngiliz tarzı eğitim almış olan genç prenslerin ikisi oğlancı, biri aptal, biri de ayyaş. Kraliçe'nin doğum günü için yapılan kutlamalara katılamadılar, çünkü belsoğukluğundan yatıyorlar." 1900'de Curzon da süslü püslü Hindistan prenslerinin züppe, müsrif ve mirasyedi olmalarından şikayet ediyordu. Kraliçe Victoria'ya gönderdiği bir mektupta Dholpur Racası'nın "sürekli sarhoş gezdiğinden," Patiala Mihracesi'nin "bir jokeyden hallice" olduğundan, Holkar Mihracesi'nin "akıl sağlığının yerinde olmayıp berbat alışkanlıklara sahip olduğundan" ve Kapurthala Racası'nın da sürekli olarak Paris'te zamparalık yaptığından bahsediyordu. Elbette, Baroda, Travancore ve Misuru prensleri gibi aklı başında, tebaalarının refahını temin etmek için gayret sarf eden Hindistanlı idareciler de yok değildi. Fakat ahlaken çöküntü içinde olan racaların sayısı çok daha fazlaydı.
73 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.