Feth Ali'yi artık mücadeleden vazgeçmiş, Tavuskuşu Tahtı'nda kendini kaderin akışına bırakmış olarak görüyoruz. Ancak bu zoraki ara, en azından Fars geleneklerine ve tahayyülüne uygun olmalıydı. Saray hareminde (enderûn), yaklaşık sekiz yüz huri vardı. Hokand Hanı'nın üç bin kişilik haremiyle kıyaslandığında, bu pek de büyük bir rakam değildi. Bu kadınların çoğu Şah'ın eşi ya da cariyesiydi. İranlı hokkabazlar, saray tablolarında çatık kaşlı ve kasıntılı, zarif ama bir o kadar da tuhaf bir grup olarak tasvir edilir. Kınalı ayaklarını havaya kaldırıp ellerinin üzerinde duran, nar tabağı, turkuaz ve altın renkli şerbet ibrikleri ya da bazen tek bir gül ile hokkabazlık yapan cambazlar olarak resmedilirler. Sarayın yanında, çeşmeler, etrafı duvarlarla çevrili bahçeler, badem ve kavak ağaçları vardı. Beyler, hadımlar, erkekler, kadınlardan oluşan saray ahalisi erselik bir grubu andırıyordu. İran saray tasvirleri adetlere harfiyen uyardı. Zarafet ve güzellik kuralları, aşk ve iktidar sembolleri bulunurdu. Avrupalıları resmederken uyulan bir gelenek vardı. Avrupalılar ay yüzlü ve badem gözlü resmedilirdi ancak diplomatları törelere göre Şah'ın huzuruna çıkarken giymek zorunda oldukları kırmızı çoraplarından tanıyabilirdiniz. İngiliz kadınlarıysa kucaklarında taşıdıkları küçük köpekten belli olurdu. İranlılar, İngiliz kadınların tüylü köpeklerini yanlarından hiç ayırmadığını gözlemlemişti. Feth Ali Şah'ın çeşitli zevkleri vardı. Bölgeye özgü son derece zehirli akrepleri avlamayı severdi. (Newmarket kulvarları gibi olmasa da) düzenlenen at yarışları büyük coşkuya yol açar; İngiliz jokeyleri de yarışlarda boy gösterirdi. İngilizler, İranlılar'ın gözünde hep iyi bir yere sahipti. Şah, genç Strachey'e büyük sevgi duyardı. Bu meşhur Adonis o kadar yakışıklıydı ki İngiltere'nin bölgedeki itibarı için bölüklerce asker kadar değerliydi. İranlılar, Strachey'nin adını İstarji diye söylerdi. Şah, Strachey'e o kadar düşkün, o kadar hayrandı ki arkadaşının yokluğunda onu hatırlamak için, pembe yanakları ve insanın içini eriten gözleriyle tipik profilinin tablolarını yaptırmış ve ikametgahına astırmıştı.
Şah'ın bir türlü gözünün önünden gitmeyen bu beyefendiye düzdüğü methiye, Doğu' da o kadar ünlendi ki Afgan hükümdarı Dost Muhammed, Strachey adlı başka biriyle tanıştığında Feth Ali'nin mısralarını okumaya başlayacaktı. Ve kadınlar... Gülhek'teki ikametgahında büyük bir havuz vardı. "Şah, havuzun kenarında oturmayı severdi. Yukardaki balkondan havuza kayan haremi neşe dolu kahkahalar atardı. Onları tek tek yakalayan Şah, bu latif kadınları kucakladığı gibi havuza atardı." Sir John Chardin'in yazdığı gibi, "Bir haremin, unutturamayacağı dert yoktur." Şah'ın çok sayıda varisi vardı. 1826 yılında en az seksen altı oğlu, oğullarından yüz yirmi dört erkek torunu, elli üç evli kızı ve kızlarından yüz otuz beş erkek torunu vardı. Şah'ın ikinci nesil erkek torunlarının sayısı üç yüz yirmi yediydi. Yetmişli yaşlarına geldiğinde, üçüncü ve dördüncü nesil torunlarının sayısı binlere ulaşmıştı. Feth Ali Şah ne kadar ataerkil olursa olsun, tasvirleri, Abraham'dan ziyade vejetaryen olmadan önceki muhteşem Nebukadnezzar'a benziyordu. Kara sakallı Şah'ın heybeti Asurluları andırıyordu. Aile babası olarak sınıflandırılamayacak kadar fiyakalı ve sefih biriydi. Tasvirlerinde müthiş endamıyla heykel gibi otururken görünüyordu. Sırtındaki inci ve pırlantalarla süslenmiş kırmızı kadife kaftanı, sanki kıymetli taşlardan yapılmış bir zırh gibiydi. Doğulular, kıymetli taşları Batılılar gibi süs ya da yatırım olarak değil ince bir haz kaynağı olarak görürdü. Saatlerce bu taşları sevip okşarlardı. Evcil hayvanlarını sevmek İngilizleri ya da arabaları Amerikalıları nasıl memnun ediyorsa, bu taşlar da Doğulular üzerinde aynı etkiyi bırakıyordu. Bu mücevher tutkusunu, (zenginlerin) ev hayatının bütün boyutlarında görmek mümkündü. Altından yapılan kuş kafesleri kıymetli taşlarla süslenir, kocaman zümrüt taşlarından kahve fincanı yapılırdı. Şah'ın kütüphanesinde, saf altın çerçeveli bir yerküre bulunuyordu. Yerküredeki denizler zümrüttendi. Ülkeler için farklı kıymetli taşlar kullanılmıştı. İranlı aşıklar, sevdiği kadının cazibesini mücevherlere benzetirdi. Savaş şiirlerinde, Babürlülere ait şu savaş şarkısındaki gibi teşbihlere geniş yer verilirdi:
Havayı kesti eflatun kılıçlar,
Döndü saf yakuta bıçaklar....
Rivayete göre Feth Ali'nin mücevherlerle donatılmış elbisesi, yetmiş beş kilo geliyordu. Tasvirlerinde elinde gördüğümüz upuzun tespihi, kocaman zümrüt ve incilerden yapılmış. Yüksek ve sivri astragan papağının tepesindeki elmas sorgucu, insanın gözünü alıyor. Sorgucun etrafında, uçlarına inci taneleri takılmış kara balıkçıl tüyleri sarkıyor. Ayağında, yüksek topuklu, mücevherlerle süslü burnu kalkık çarıkları... Mücevherlerle işlenmiş pazubentleri, dirseklere kadar kollarını kaplıyor. Siyah beyaz olarak resmedilen yüzünde, bir Matisse kanvasının serbestliğine sahip kırmızı fırça darbeleri görülüyor. Sürmeli gözleri ışıldıyor. Kara kaşları, sanki iki yay gibi... Kara sakalının altındaki solgun yanaklarında yer yer canlı kırmızılıklar görülüyor. Rivayete göre ülkesindeki en güzel sakala sahip Şah'ın sakalları, Astragan papağı kadar kara ve kıvırcıktı. Üzeri mücevherlerle işlenmiş yastıkların, kristal kadeh ve nargilelerin arasında, yanında adeta nakış gibi dizilmiş oğullarıyla dimdik oturuyor. Bu, bir aile tablosuna benzemiyor. İranlıların sanat eserlerinde ve bahçelerinde göze çarpan zarif resmiyet anlayışını, suçlulara verilen cezalarda da görmek mümkündü. Görevini ihmal eden bir vali, ceza olarak Tebriz şehir meydanında falakaya yatırılmıştı. Değnek yiyen valinin altında güzel bir Şiraz halısı seriliydi. Şah'ın kuzenlerinden biri, Ruslar karşısında mağlup olunca aynı cezaya çarptırıldı. Adamın fazla küçük düşmesini önlemek ve acısını hafifletmek isteyen Şah, cezanın uygulanacağı yere bizzat geldi. Rütbesine hürmeten ilk değneği, Şah'ın veliahdı Abbas Mirza vurdu. Lord Bloomfield'ın St. Petersburg'dayken İran'dan aldığı bir mesaj, Şah'ın siyasi suçlular için yeni bir ceza icat ettiğini bildiriyordu. Tüm hükümetin gözleri önünde bu kişilerin önce dişleri çekiliyor; ardından kafalarına çakılıyordu. Yeni yılın ilk günü Şah'ın sarayın balkonuna çıkıp tebaasını selamlaması adettendi. İngiliz elçi Albay Shiel'in eşi, bu görkemli töreni izlemek istiyordu. Duyduğuna göre Şah'ın sırtındaki
kaftanın rengi, ruh halini yansıtırdı. Hz. Peygamber' in rengi olan yeşil renkli bir kaftan giyiyorsa manevi yanı kuvvetli, mavi giyiyorsa iyiliği üzerinde gibi . . . Ancak Shiel Hanım'ın o gün evde kalması gerekmişti. Belki de onun için böylesi hayırlı olmuştu. Şah, halk ve bakanların huzuruna hoşnutsuzluğunu belirten kırmızı kaftanıyla çıkmıştı. İşaretiyle birlikte, perişan haldeki elli mahkum, elleri ve ayakları bağlı olarak meydana getirilmişti. Cellatların kılıç darbeleri, mahkumların başlarını gövdelerinden ayırmıştı. Şah, halkını selamlamış ve sarayına çekilmişti. Topa tutarak idam, Afganistan'da 1920'lerin ortalarına kadar büyük rağbet gören olaylardandı. Hükümet üyeleri ve diplomatik misyonların mensuplarının, törene resmi kıyafet ve madalyalarıyla katılmaları istenirdi. Topa tutulan mahkumlardan birinin parçaları, batılı bir elçinin yüzüne gelince bu adetten vazgeçildi. Adli hata olarak tarif edebileceğimiz bu olay, diplomatik misyonlar arasında o kadar çok protestoya yol açtı ki uygulama terkedildi ya da sadece yerli seyircilerin huzurunda yapılmaya başlandı. Ancak İranlı hükümdarlar ne kadar gaddar ya da otokrat görünürse görünsün, Rus elçilerin gözünü korkutmayı hiç başaramadı. Yermolov, Kafkasyalıların karşısında sergileyeceği acımasız ve kurnaz tavrını burada da göstermişti. Çar'ın elçisi olarak İran' da bulunduğu dönemde protokol kuralları gereği Şah'ın huzuruna çıkmadan çizmelerini çıkarması ve kırmızı çorap giymesi gerektiği söylenince bu talebi katiyetle reddetmişti. İngilizler daha yumuşak başlılardı. Kendilerinden istenen her şeyi yerine getiren İngilizler, kırmızı çorapları giymiş ve huzurda bulundukları süre boyunca ayakta beklemişlerdi. Fransızlar da öyleydi. General Gardanne'nin kırmızı çorap giymeye itiraz etmediğini duyunca Yermolov "Hürriyetin kırmızı başlığından sonra esaretin kırmızı çorapları!" diye homurdanmıştı. Saray görevlilerini kenara itip ayağında çizmeleriyle Şah'ın huzuruna dalmış ve Tavuskuşu Tahtı'nın yanı başına kurulmuştu. Yermolov'un bu tavrı karşısında Şahların Şahı'nın ağzı açık kalmıştı. Yermolov, sadece bir elçi değildi, aynı zamanda Güney Rus Orduları Başkomutanı'ydı. "Ben konuştuğumda, İranlılar sadece benim sesimi değil, aynı zamanda yüz bin askerin sesini duyuyor gibiydi." Cengiz Han'ın soyundan geldiğini iddia etmesi Şah'ı çok etkilemişti ve Yermolov Şah'ın bunu unutmasına izin vermeyecekti. Yermolov'un gür sesi gibi şahsiyeti de derin etki uyandırdı. "Belimdeki silahıma, dev gibi korkunç cüsseme ve gür sesime güveniyordum. Bu denli yüksek sesle bağırabilen birine itaat edilmesi gerektiğine inanıyorlardı." Bazen işler istediği gibi gitmediğinde deli numarası yapıyordu ya da Şah'ın ne kadar mükemmel biri olduğunu düşününce gözyaşlarını tutamadığını söyleyip hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Övgü dolu, kibirli ve tumturaklı laflarına karşı koymak zordu. 1828 yılında yapılan savaşta mağlup olduğundan beri Ruslar'a büyük saygı gösteren İran, Kafkasya'nın bağımsızlığı için mücadele eden Müslüman kardeşlerine hiç yardım etmedi. Abbas Mirza'nın Tebriz'deki sarayında sürgünde bulunan Alexander Batonişvili, hala intikam arzusuyla yanıp tutuşuyordu. İranlıları harekete geçmeye çağıran Batonişvili, Rus işgalcileri Gürcistan topraklarından atmak istiyordu.