Onu ötekilerin üzerine çıkaran bir şey daha vardı; masasında açık bir kitap duruyordu. O lokantada masasında kitap okuyan tek kişi olmamıştı bundan önce. Tereza'nın gözünde, kitaplar gizli bir kardeşlik bağının işaretleriydi. Kendisini çevreleyen kaba saba dünyaya karşı tek bir silahı vardı çünkü; belediye kitaplığından aldığı kitaplar, her şeyden önce de romanlar. Fielding'den Tho mas Mann'a kadar sürüyle roman okumuştu. Romanlar, Tereza'ya yetersiz bulduğu yaşamından düşsel bir kaçış imkanı vermiyorlardı sadece; elle tutulup gözle görülen nesneler olarak da anlam taşıyorlardı; sokakta, koltuğunun altında kitapla yürümek müthiş hoşuna gidiyordu. Geçen yüzyılda zarif bir baston, şık beyler için ne anlam ve önem taşıyorsa, Tereza için de kitap aynı şeydi. Onu başkalarından farklı kılıyordu.
(Kitabı şık beylerin zarif bastonuyla karşılaştırmak tam yerinde bir benzetme olmadı. Şık bir beyin elindeki baston onu farklı kılmaktan öteye gidiyordu; onu çağcıl kılıyor, son modaya uyduruyordu. Kitap ise Tereza'yı farklı kılıyordu ama modası geçmiş de yapıyordu. Elbette, başkalarına ne kadar eski moda geldiğini göremeyecek kadar gençti. Transistörlü radyoları kulaklarına ya pıştırmış yanından geçip giden delikanlılar öyle budala geliyordu ki Tereza'ya. Onların çağcıl oldukları aklına bile gelmiyordu.)