Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Sevgilinin Ölümü
Onu deli gibi sevmiştim. İnsan niçin sever? Dünyada tek bir varlığı istemek, kafamızda tek bir düşünce, kalbimizde tek bir arzu, dudaklarımızda tek bir isim yaşatmak. Garip bir şeydir bu; öyle bir isim ki, kaynaklarından fışkıran su damlaları gibi, ruhumuzun derinliğinden dudaklarımıza kadar yükselir; bu ismi her yerde, her an bir dua gibi yavaş sesle fısıldar ve sürekli tekrarlarız. Burada serüvenimizi anlatacak değilim ben; aşkta tek bir serüven vardır zaten; hep aynı şeydir o; tanıştık, anlaştık, seviştik; hepsi bu kadar. Tam bir yıl onun sevgisiyle, onun kollarının arasında, onun okşayışlarıyla, onun bakışlarıyla, onun sözleriyle sarhoş, onun varlığından kopan her şeye o kadar bağlı, o kadar sarılıp sarmalanmış, öylesine hapsolmuş yaşadım ki, vakit gece miydi, gündüz müydü, ben diri miydim, ölü müydüm, bu dünyada mı, başka âlemlerde mi yaşıyordum, bilmiyordum. Ama öldü işte. Nasıl öldü? Niçin öldü? Bunun da pek farkında değilim. Yağmurlu bir akşam, iliklerine kadar ıslanmış olarak döndü eve; ertesi gün öksürmeye başladı; bir hafta öksürdü, sonra yatağa düştü. Ne olmuştu? Başından neler geçmişti? Bilmiyordum. Doktorlar geldiler, yazdılar, çizdiler, çeşit çeşit ilaçlar verdiler, hiçbiri kâr etmedi. Bir kadın tutmuştum. Bu kadın, doktorun verdiği ilaçları içiriyordu. Ben boğazım hıçkırıklarla düğümlenmiş halde konuşuyordum onunla. Alnı terliydi, avuçları ateşler içinde yanıyordu; bakışları parlak ve mahzundu. Kesik kesik bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Neler söyledik birbirimize? Unuttum artık bunları; hepsini, hepsini unuttum. Bir sabah şafak sökerken son nefesini verdi. Titrek dudaklarından uçup giden bu hafif, bu ölgün nefesi çok iyi hatırlıyorum. Hastabakıcı kadın hıçkırmaya başlamıştı ve ben, her şeyi anlamıştım. Ondan sonrasını hatırlamıyorum artık. Bir papaz gördüm: “Metresiniz,” diye konuşmaya yelteniyordu. Bunu söylemeye hakkı yoktu. O, benim metresim değildi; anam, babam, kardeşim, sevgilim, Tanrım, her şeyimdi. Bu kaba herifi kovdum, onun yerine bir başkası geldi. İyi kalpli, iyi huylu bir adamdı; bana ‘sevgilimden’ söz açınca acı acı ağladım. Gömülme işi için binbir şey soruyorlardı; hiçbiri hatırımda kalmadı; yalnız tabutu ve tabutu çivileyen çekiçlerin tok seslerini hatırlıyorum. Ahhh, Tanrım! Onu bir çukura gömdüler. Birkaç kişi, birkaç dost mezarlığa kadar gelmişlerdi. Daha fazlasını görmek istemedim. Kaçtım, deliler gibi, serseriler gibi dolaştım sokaklarda. Bir otelde sabahladım o gece ve ertesi sabah uzun bir yolculuğa çıktım. Dün tekrar Paris’e döndüm. Tekrar evimize gittim. Her şey bıraktığım gibi yerli yerinde duruyordu. Panjurlar kapalıydı; mobilyaları hafif bir toz tabakası kaplamıştı; yatak odasının duvarında bir kombinezon asılıydı; baş yastığında bir çukur vardı. Onun hayatından geriye kalan bu eşyayı görünce, öylesine yırtıcı, öylesine kahredici bir acıya kapıldım ki, pencereyi açıp kendimi boşluğa fırlatma arzusunu güçlükle yenebildim. Bu ev bizim aşkımıza, bizim mutluluğumuza yuva olmuştu. Bu evin duvarlarına, bu evin eşyasına, bu evin her köşesine onun teninden zerreler karışmıştı; onun nefesi, kokusu sinmişti her yana. Sokak kapısına yöneldim ve büyük boy aynasının karşısında durdum. Sokağa çıkarken o, bu boy aynasında kendisini süzer, üstünün başının eksiksiz ve derli toplu olup olmadığını uzun uzun incelerdi. Ayakta, tüylerim ürpererek bakıyordum bu aynaya; ona benden daha fazla sahip olmuş bu bomboş, dümdüz, derin cam parçasına bakıyordum. Elimle dokundum, buz gibi soğuktu. Acı veren, hüzün veren ayna. Yakıcı ayna. Yaşayan, yaşatan korkunç ayna. Üzerinde yansılarının kayarak silindiği aynalar gibi; kalplerinde yaralar açan olayları, gönüllerinde fırtınalar koparan yaşantıları kolaylıkla unutanlara ne mutlu. Evden çıktım. Mezarlığa gittim. Onun mezarını buldum; gösterişsiz mermer bir haç; haçın üstünde şu kelimeler: Sevdi, sevildi, öldü... Alnımı toprağa koydum, hıçkırmaya başladım. İşte o buradaydı, bu toprağın altında çürüyüp gitmişti. Bu ne korkunç şeydi Tanrım! Uzun süre, uzun bir süre kaldım orada. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Birdenbire çılgınca bir arzuya kapıldım: Bu son geceyi sevgilimin yanında geçirmeliydim. Ama beni görürlerse çıkarırlardı mezarlıktan; çünkü mezarlıkta gecelemek yasaktı. Bir hileye başvurmak zorundaydım; başladım bu kayıp gitmiş hayatlar dünyasında başıboş dolaşmaya. Yürüyor, yürüyordum. Bu diyar, öteki diyardan, yaşayanların diyarından ne kadar da küçüktü; oysa ölüler, yaşayanlardan çoktu. Hayatta olan bizlere; kaynakların sularını, bağların şaraplarını içen, tarlaların ekmeğini yiyen bizlere yuvalar dar geliyordu; ölülere, toprağa düşen insana ise basit bir mezardan başka hiçbir şey kalmıyordu. Toprak onları alır, unutulmak onları örter ve her şey orada biter. Bakımlı mezarların bir ucunda bulunan bakımsız mezarlar çarptı gözüme. Burada mezarlar çökmüş, haçlar eğri büğrü olmuş ve çürümüştü. Bu mezarlığa yarın, üst üste başka ölüler gömülecekti. Yaban gülleriyle dinç, kara servilerle süslü bir yerdi burası; insan etiyle beslenen muhteşem, hüzünlü bir bahçe. Ve ben burada yalnızdım: Ölüler diyarında yaşayan tek canlı. Gür bir ağacın sık dalları arasına gizlendim; gemi kalıntısına sarılmış kazazedeler gibi ağacın gövdesine sarıldım ve havanın iyice kararmasını bekledim, sonra tekrar toprağa indim, bir gölge gibi ağır, sessiz adımlarla tekrar yürümeye başladım. Uzun süre yürüdüm. Onun mezarını bulamıyordum artık. Ellerimin ve dizlerimin üstünde sürünerek, başımı mezarlara çarpa çarpa ilerliyor, ama mezarı bulamıyordum. Yolunu bulmaya çalışan körler gibi, taşlara, haçlara, parmaklıklara dokunuyor, çiçeklere, çelenklere sürtünüyor, parmaklarımı kitabelerin üstünde gezdirerek karışık isimler okuyordum. Nasıl bir geceydi bu Tanrım, nasıl korkunç bir geceydi. Ay ışığı yoktu; zifiri karanlık koyu bir perde gibi yeryüzüne abanmıştı. Bu eğri büğrü, daracık yollar, sıra sıra serviler, mezarlar arasında aldı beni bir korku, bir dehşet: Sağımda, solumda, önümde, arkamda mezarlar, mezarlar, mezarlar. Mezarlardan birinin üstüne çöküverdim, çünkü bacaklarımda bedenimi taşıyacak güç kalmamıştı artık. Kalbimin çarpıntısını dinliyordum. Kulağıma acayip sesler geliyordu; belirsiz, anlaşılmaz uğultulardı bunlar; derin geceden mi, insan kadavraları saçılmış toprağın altından mı, yoksa doğrudan doğruya bilincini yitirmiş kafamın içinden mi geliyorlardı? Bilmiyordum. Karanlık çevreme bakınıyordum. Böyle ne kadar kaldım orada? Korkudan felç olmuş gibiydim; sarhoş gibiydim; köpekler gibi ulumak, uluya uluya gebermek istiyordum. Birdenbire sarsıldım: Bana, üstünde oturduğum mezarın kapağı kımıldıyormuş gibi geldi; evet, evet, yanılmıyordum; birisi içerden sırtıyla kapağı kaldırıyordu. Bir sıçrayışta kendimi karşıdaki mezarın üstüne attım ve olan biteni gördüm: Kapak taşı dimdik doğrulmuştu, içindeki ölü dışarıya çıkmaya, kambur sırtıyla hâlâ mezar kapağını kaldırmaya çalışıyordu. Karanlık geceye rağmen görüyordum bunu; çok iyi görüyordum. Mezar taşındaki yazıyı okudum: Burada Jacques Olivant gömülüdür. Elli bir yaşında öldü. Herkesin sevgisini kazanmış, namuslu, temiz bir insandı. Tanrı’nın rahmetine kavuştu ve mekânı cennet oldu. Şimdi, mezarından çıkan ölü de mezar taşına yazılmış olan bu satırları okuyordu. Uzun uzun okudu, sonra yerden sivri bir taş aldı, yazıları dikkatle kazımaya başladı. Çukur gözlerini harflere dikerek, teker teker, yavaş yavaş hepsini kazıdı, sonra, vaktiyle işaret parmağı vazifesini gören kemiğinin ucuyla, fosfor gibi parıldayan harflerle şu satırları yazdı: Burada Jacques Olivant gömülüdür. Elli bir yaşında öldü. Kaba davranışlarıyla, mirasına konmayı tasarladığı babasını öldürdü. Çoluk çocuğuna çok eziyet etti. Çalabildiği kadar çaldı ve sersefil öldü. Yazısını bitiren ölü, kendi eserine hayran hayran baktı. Bense çevreme bakınca dehşete kapıldım. Gördüm ki, bütün mezarlar açılmış, ölülerin hepsi dışarı çıkmıştı. Jacques Olivant gibi onlar da mezar taşlarına yazılan yalanları silmişler, onların yerine gerçek kimliklerini, gerçek karakterlerini gösteren şeyler yazmışlardı. Gördüm ki, hepsi de hayatları boyunca yakınlarına, çoluk çocuklarına karşı gaddar, kinci, namussuz, iftiracı, yalancı, hilekâr, gammaz, kıskanç, hoyrat davranan yaratıklar olmuşlardı; lekesiz sayılan o iyi huylu babalar, sadık eşler, itaatkâr oğullar, bakir kızlar, namuslu tüccarlar çalmışlar, çırpmışlar, aldatmışlar; en iğrenç, en karanlık, en yüz kızartıcı işlere karışmışlardı. Ve şimdi, hep birden mezar taşlarına, yaşayanların bilmedikleri ya da bilmez göründükleri gerçekleri yazmışlardı. Acaba o ne yazmıştı? Melekler kadar masum ve temiz olan o, ne yazabilirdi ki? Bir şüphe kalbimi burktu ve bu kez, artık onun mezarını kolaylıkla bulacağıma inanarak, yarı açık sandukalar, kadavralar, iskeletler arasında koşa koşa yürüdüm. Kefeninin ucuyla güzel yüzünü yarı yarıya örtmüş olmasına karşın uzaktan tanıdım onu. Mermer haçın üstünde az önce okuduğum Sevdi, sevildi, öldü... kelimelerini silmişti. Onların yerine şu satırları okudum: Sevgilisini aldatmak için evden çıktı, yağmura tutuldu, soğuk aldı ve öldü. Beni, gün doğarken, bir mezarın üstünden yarı cansız kaldırmışlar.
·
151 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.