23 Aralık 1851 tarihinde kaleme aldığı bir mektupta Tolstoy, kuzeydeki kardeşine şöyle diyordu: "Sana Kafkasya'dan gurur verici haberlerim var. Şamil'den sonraki ikinci adam olan Hacı Murat Rus hükümetine teslim oldu. Çeçenistan'daki en iyi savaşçı ve atlıydı ama yine de böyle bir adiliği yaptı."
Bu satırlarında, Tolstoy'un bir Avar naibin Rusların tarafına geçmesini çağdaşlarının çoğu gibi aydınlanıp teslim olma diye değil, adice durum olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Çağdaşları, dağlıları ancak valilik eliyle kurtuluşa erebilecek vahşiler olarak görüyordu. Tolstoy'un yazılarında ve dönemin seyyahlarının anlattığı hikayelerde, karmaşık Rus toplumunun protokol kurallarını ve St. Petersburg'un ince zevklerini vahşi bir yurda ve özgür bir halka dayattığını görüyoruz: dağlardan gelen top seslerine rağmen günlük sohbetler, çay fincanlarının şıkırtısı, karılan kartların hışırtısı, sürekli mırıldanmalar...
Yeni kavuştuğu bu doğanın gerçekliği (ve bütün doğayı temsil eden Kazak kızı Marinka) karşısında başı dönen Tolstoy kaçtığı dünyadan nefretle bahsediyordu.
Kulübem, ormanım ve aşkım değil de o kabul salonları, yapma perçemleri görünen briyantinli saçlarıyla o kadınlar, o numaradan peltek konuşmalar, o gizlenmiş çarpık uzuvlar ve muhabbet ediyormuş gibi yapan salonun boş lakırdıları gözümün önüne geliyor. . . O ruhsuz suratlar, o evlenme çağındaki zengin kızlar. . . "Böyle iyi -evlenme çağında zengin kız- bir kızım ama fazla yaklaşma!" Bütün o oturmalar ve mekan değiştirmeler; o insanların arsızca çiftleşmesi; o hiç bitmeyen dedikodular ve ikiyüzlülükler; o kurallar -buna elinle, ona başınla selam ver, şununla sohbet et. Ve son olarak nesilden nesle geçen, insanların içine işlemiş o ebedi bıkkınlık. Tiflis'in salonları, Vali'nin misafirleri arasında sessizce dikilen Hacı Murat'a da böyle gelmiş olmalı. Hacı Murat, gece boyunca gözlerini pencereden ayırmıyordu. Kırmızı brokar perdelerin arasından karanlık ve tehlikeli dağları görebiliyordu. Oğlu, o dağlarda bir yerde, üç metre derinliğindeki berbat bir çukurun içinde çürümeye terk edilmişti. Belki gözlerini bile oymuşlardı. Şamil, avulun birinde ailesini esir tutuyordu. Kaderleri pamuk ipliğine bağlıydı. Hacı Murat' sa Vali'nin sofrasında oturmak ve misafirlerin aklını başından alan suflelerden ve enfes yemeklerden tatmak zorundaydı. Şamil'in söz verdiği koruma karşılığında bütün bunları verse? Şamil, art arda gönderdiği mektuplarda onu affettiğini söylüyor ve iade-i itibarda bulunacağını yazıyordu. Fakat Hacı Murat, Şamil'e güvenmiyordu. Şamil, birinci naibini tekrar yanında görmek istiyordu. Fazla istekli, diye düşündü Hacı Murat. Ya Müritlerin safına geçip de ailesinin çoktan öldürüldüğünü ve kendi ölüm fermanının verildiğini öğrenirse? Bazı geceler, karargaha gizlice giren bir adamı, Dağıstan'da olan biteni haber veriyordu. Hacı Murat'ın sadık taraftarları, toplanıp Şamil'in avulunu basmaya ve Hacı Murat'ın ailesini kurtarmaya söz vermişti. Vorontsov'un kurmay subayları "Bırakalım gitsinler" diyorlardı. "Bizim yerimize onlar uğraşsın. Onu (Şamil'den her zaman o diye bahsederlerdi) öldürmeye başaramazlarsa dahi iki taraf da büyük kayıplar verecektir. Ne kadar çok Tatar ölürse o kadar iyi!" Apoletli omuzlarını silken subaylar, kağıt oynamaya ve ren şarabı ve maden suyu içmeye devam ettiler. Bir sonuç çıkmadı. Hacı Murat, Şamil'in korkunç tehditlerinin kendi adamlarının dahi gözünü korkuttuğunu biliyordu. Rusları samimiyetine inandıramıyordu. Köşeye sıkışmıştı. Bana bir şans verin, güvenin, emrime adam ve silah tahsis edin, Şamil' in avulunu basayım ve bütün Dağıstan'ı kendi sancağım altında toplayayım, diyordu. Kurmay subaylar, "Salıvermek mi? Adam ve silah vermek mi? Saçma! Aptalca bir plan" diyorlardı. Hacı Murat meselesinden gına gelmişti. Vorontsov'un donuk gözlerinde bile bu durum görülebiliyordu. Bazıları, Sibirya'ya sürülmesini teklif ediyordu, bazılarıysa Tiflis'te hapse atılmasını. Bazıları, Hacı Murat'a gösterilen alicenap muameleye kızıyordu. Kadınlar arasında ne kadar büyük bir heyecan uyandırdığını gören bazı adamlar onu kıskanıyordu. Duygusal görünen bu adam, karşısındakilerde hem korku hem de merhamet uyandırıyordu. Karşı cins, bu karışımı dayanılmaz buluyordu. Hacı Murat, valilik sarayındaki değerli bir eşya gibi koruma altındaydı. Hanımlar, iç geçirerek peşinden koşuyor, onunsa gözleri uzaklardaki dağlardan başka bir şey görmüyordu. Aralık ayı yerini Ocak'a bırakmış ve derken bahar gelmişti. Hala hiçbir şey yapılmamıştı.