Gönderi

Karargahını Vedan avuluna taşıyan Şâmil, muharebelerden kalan vaktini burada geçiriyordu. Gâzî Molla'nın hayatını kay­bettiği avulun anısına, köye Dargiye-Vedan adını verdi. Burası, erişilemez bir sığınak olarak tasarlanmıştı. Köye ulaşmak için uçurumlarla dolu dağ yollarından geçerek korkunç yokuşları tırmanmak gerekiyordu. Halk, muazzam bir atmosfere sahip bu karargaha "Büyük Avul" diyordu. Şuanat'ın kuzeni ve Mozdoklu Ermeni bir tüccar olan Atarov, ardında avula dair ilgi çekici bir hikaye bıraktı. Atarov, 1850 yılında Müritlerin karşısına çıkıp kuzenini ziyaret etmek için izin istemeye karar verdi. Casuslar, aracılar, Rus askerler ve Şamil'in elçileri arasında uzun süren müzakerelerden sonra Mozdoklu tüccar yola çıktı. Atarov'u yol­cu eden Rus muhafızlar, "Ss Bogom!" -"Tanrı yardımcın olsun!" dedi. Bir daha onu göreceklerini ummuyorlardı. İstavroz çıkaran muhafızlar, ben olsam kuzenim için bunu yapmam, diyordu. Dağın eteklerinde verilen işareti gören mürit, atıyla ormanın içinden çıktı ve tüccarı karşıladı. Bu atlı, Şamil'in naiplerinden biriydi. Tüccar, naibin arkasında vahşi ama oldukça neşeli gö­rünen yirmi Çeçen atlının daha olduğunu söylüyordu. Bir hafta süren yolculuk, oldukça çetin geçecekti. Gün boyu kavurucu sı­cakta hiç durmadan at sürüp dağları aşan kafile, yemek yemek ve uyumak için sadece birkaç saatliğine mola veriyorlardı. Yol, gittikçe daha da zorlaşıyordu. Çeçenler, karşılarına çıkan sarp kayalıkları kolayca aşıyor, atlarını da peşlerinden sürüklüyordu. Ama normalde hareketsiz bir hayat süren tüccar için bu hareket­leri yapmak çok güçtü. Müritler, ne yorulmak biliyor ne de so­lukları kesiliyordu. Sanki bu adamlar fani bir insan değildi. Hiç durmadan "La ilahe illallah" diye bağırıyorlardı. Tüccar o kadar yorulmuştu ki etrafındaki dehşet verici adamlardan korkacak dermanı dahi kalmamıştı. Nihayet Dargiye-Vedan göründü. Avuldan çıkan atlılar, kafileyi karşılamaya geldi. Şamil'in kalesi, etrafı dağlarla çevrili yüksek bir yaylada yer alıyordu. Sarp kayalıkların arasındaki dar bir ge­çitten ulaşım sağlanıyordu. A vulun arkasında sık ağaçlarla kaplı yamaçlar vardı. Önündeki korkunç uçurumun dibinde Çilo ır­mağı kayaları dövüyordu. Kalenin etrafı, arası sıvayla doldurul­muş iki sıra kalın kazıkla çevriliydi. Kalenin tek girişi vardı ve bu kapı birbirine bitişik evler, bütün araziye hakim bir nöbetçi kulesi ve Avrupa yapımı büyük bir top tarafından korunuyordu. Yan tarafta, cami ve sakialardan oluşan küçük bir yerleşim yeri vardı. İmam'a bakan naip ve Müritler burada yaşıyordu. Gece gündüz başından nöbetçi eksik olmayan barut ambarı ile erzak deposunun yanında dağdan getirilen suyla doldurulan büyük bir su deposu ile atları yıkayıp temizlik yapmak için kullanılan devasa büyüklükte bir taş havuz bulunuyordu. İç kalenin orta­sında yer alan Şamil'in evini, seçkin Müritler koruyordu. Şamil, bu adamlar olmadan dışarı adım atmazdı. İmam bir yere gide­ceği vakit, Müritler ellerinde kılıçları onun etrafını sarar ve ona refakat ederdi. Şamil'in iki katlı küçük evi, caminin hemen yanında yer alıyordu. Evin düz çatısından bütün dağ görünüyordu. Kapının dışında ha­rıl harıl çalışan ustalar atlara nal çakıyor, eyer ve dizginleri tamir ediyor, dağlıların giydiği yumuşacık deri çizmelerden yapıyor, en önemlisi de silah yapımında kullanmak üzere demir dövüyor­lardı. Ermeni misafirin anlattığına göre avulda oldukça becerikli bir saat tamircisi de bulunuyordu. Saatler, en çok arzulanan ga­nimetler arasında yer alıyordu. Baskına giden dağlılar, saatlere mücevherden daha fazla değer veriyordu. Müritlerin önde gelen­leri, yerel yöneticiler ve Türk elçiler arasında birbirine saat hediye etme adeti vardı. Ruslar, kendileriyle işbirliği yapan yerel aşiret reislerine altın çalar saat hediye ederdi. Bu muazzam coğrafyada aynı anda çalan sayısız saat, böcek vızıldamasını andırırdı. Mozdoklu tüccar, Anna Uluhanova olarak tanıdığı kuzenine ka­vuşmuştu. Oldukça sıhhatli ve mutlu gördüğü kuzeni, Atarov'u kendi odasında karşıladı. Türk tarzında döşenen odada, duvar­dan duvara uzanan bir sedir vardı. Yerde güzel halılar seriliydi. Tesettürlü olan Şuanat, ancak kuzeniyle yalnız kaldıklarında yü­zünü açmaya razı oldu. Başkaları İmam'ın arkasından konuştuk­larını düşünmesin diye ana dilleri Ermenice yerine Kumukça ko­nuşmaları gerektiğini söyledi. Zira burada her hareketi izleniyor, her lafı dinleniyordu. Şuanat, tam ailesinin nasıl olduğunu soruyordu ki birden kapı açıldı ve Şamil eşikte belirdi. Önce ne yapacağını bilemeyen Şuanat kızardı ve kekelemeye başladı. Şamil'in arkasındaki ko­rumalarını görünce hemen kendini toparladı ve örtündü. Kızıl sakalı, mahmur ela gözleriyle etkileyici biri olan Şamil, misafi­rine son derece cana yakın davrandı. Atarov'un yanına oturan Şamil, Dargiye-Vedan' a gelme cesareti ve azmi gösterdiği için misafirini takdir etti. Atarov, avula gelmesine izin verdiği için Şamil'e teşekkür etti. "Aslında başkalarına da izin verirdim ama kimse bu yolculuğu göze alamıyor" dedi Şamil gülümseyerek. "Ailemiz" nasıl diye sordu. Artık Şuanat'ın akrabalarını kendi akrabası olarak görüyor gibiydi (Şuanat'ın bir baskında esir alı­nıp Şamil'in haremine verilmesi, Mozdokluların gönlünde bir yaraydı. Ama mutlu mesut bir evlilikleri olan Şamil ile Şuanat, yaşananları çoktan unutmuştu). Rus çayının yanında Şuanat'ın yaptığı enfes keklerden yediler. İmam Fransa, Macaristan ve Rus ordusunun durumu hakkında oldukça isabetli sorular soruyordu. Misafirinin hediyelerini takdim etmesine müsaade etti. Atarov, Şamil'e güzel bir köstekli saat, Şuanat'aysa altın bir kol saati getirmişti. Hediyeyi beğenmişti ancak bir Hristiyanın elinden almak istemedi. Saati kocasının yanına sedirin üstüne koyan Şuanat, Şamil'in bir gavura dokunup elini kirletemeye­ceğini izah etti. Şuanat, uzun zaman önce Müslüman olmuştu. Atarov, ailesinin teklifini yineledi: Şuanat'ı geri almak için yük­lü miktarda altın ödeyeceklerdi. Ama Şuanat, geri dönmeyi bir kez daha reddetti. O, mutlu ve aşık bir kadındı. İmam, gülüm­semekle yetindi. Veda hediyesi olarak kendisine iyi bir at verilen Ermeni tüccar, ertesi gün avuldan ayrıldı. Dargiye-Vedan'a gelirken yanın­da olan naip, otuz müridiyle birlikte yine ona eşlik ediyordu. "Adamlarımdan biri, İmam'ı gördün mü diye sorarsa, görmedim de. Sadece kuzeninle görüştüğünü söyle" dedi Naip. Müritler buna inanmaz ki, bana gülerler, dedi Atarov. "Sana kimse gülemez" dedi naip büyük bir ciddiyetle. Parmağıyla gırt­lağını kesermiş gibi yapıp "Seni işte böyle öldürürler" dedi. "Bi­liyorsun, bizim için Şamil, yüce bir varlık, Allah'ın halifesi. Bir gavurla aynı sofraya oturup yemek yemez ya da konuşmaz. An­ladın mı? Dilini tut, ağzından laf kaçırma." O günden sonra Şamil, bir daha hiçbir yabancıyla yüz yüze gö­rüşmedi; ta ki esir alınan Rus prensesler ve Madam Drancy avu­luna getirilene dek.
53 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.