Gönderi

Şamil'in oğlu Cemaleddin esir alınıp St. Petersburg'a getirileli on üç yıl olmuştu. Bu on üç yıl içerisinde Şamil, Zümrüdüan­ka gibi Ahulgo'nun küllerinden yeniden doğmuş ve Kafkasya'ya hakim olmuştu. Rus askerleri, akın akın bu dev gibi adama sal­dırmış ancak geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu on üç yılda, esir olarak St. Petersburg'a gelen kartal yavrusu büyümüş, sessiz ve düşünceli bir subaya dönüşmüştü. Bayraktar Prens Cemaleddin, üvey ülkesine ve Çar'a gönülden bağlıydı. Bütün sadakati ve ide­alizminin merkezine Çar'ı koymuştu. Kendisini bir Rus olarak görmeye başlamış, geçmişini unutmuştu. Artık ne Kafkasya'yı ne babasını ve ailesini ne konuştuğu dili ne de çocukluğunun geçtiği avulu hatırlıyordu. Camileri ve yapılan ibadetleri hayal meyal anımsıyordu. Kimse, Cemaleddin'i Ortodoksluğa geçir­meye çalışmamıştı. Dini meselelerde ona karışan olmamıştı. Muhtemelen Çar, esirinin Müslüman olarak kalmasının gele­cekte işine yarayacağını düşünmüştü. Nikola, Cemaleddin'in Kafkasya' daki temsilcisi olmasını planlıyordu. Böylece dize ge­tirdiği dağlıların aydınlanmasını sağlayacak ve Rus hakimiyetini kabullenmelerini kolaylaştıracaktı. Şamil, kuzeydeki evlerde binlerce İvan'ı, Selifan'ı ve Grişa'yı yu­tan bir dev olarak anılıyordu. Fakat aynı zamanda destansı bir şöhreti de vardı. Bu durum, Cemaleddin'in uzaktan da olsa kö­keniyle gurur duymasını sağlıyordu. Bu, ömrü boyunca babası­nın mirasının peşinde koşan, yabancılar arasında yalnızlık çeken ve hapse atılan L' Aiglon'un coşkun gururuna benzemiyordu. Cemaleddin'in görünüşü, inançları ve ilgileri Ruslarla aynıydı. Dünyayı, birlikte büyüdüğü muhafız alayının genç subayları gibi görüyordu. Onların fikirlerini ve umutlarını benimsemişti. Kaf­kasya'nın Rus hakimiyetine girmesi gerektiğine ve imparator­luğun bir parçası olmanın şanlı bir gaye olduğuna inanıyordu. Kafkasya' daki çatışmaları ve gaddarca eylemleri, kendi milletinin işi ya da babasının emri olarak değil, Rusların giriştiği adil sava­şın korkunç bedeli olarak görüyordu. Ruslara direnen dağlıları suçlamıyordu. Hatta hayranlık duyduğu günler dahi oluyordu. Fakat hakiki medeniyetin ne olduğunu, Batı dünyasının özün­de neyi temsil ettiğini öğrenmek istiyordu. Rus hakimiyetinin, dağlılara barış, adalet ve refah getireceğine inanıyordu. Girdiği askeri sınavları büyük başarıyla geçti. Cemaleddin'i İmparator­luk Muhafızı olarak görevlendiren Çar, onun kendi halkına karşı savaşmasını uygun bulmuyordu. Onun hakkında başka planları vardı. Bir gün akan kan durduğunda, Cemaleddin'i Kafkasya'ya gönderecekti. Şamil'in oğlu ve Çar'ın piyonu olan Cemaled­din' den mükemmel bir vali olurdu. Bu plan yüzünden Nikola, Cemaleddin ve bir Rus prensesi ara­sındaki aşka mani oldu. Rivayete göre delikanlı kıza çok aşıktı. Evlenmek için Çar' dan izin istedi. Çar'ın cevabı çok netti: "istediğin kadar kadınla birlikte olabilirsin ama evlenmeyi ak­lından bile geçirme. Hele ki bir Rus kadınla." Çar, bu konuda kararlıydı. Günü geldiğinde yerel bir yöneticinin kızıyla evlen­direceği Cemaleddin bekar kalmalıydı. Böyle bir evlilik, Ce­maleddin'in aşiretler tarafından kabul edilmesini sağlayacaktı. Bütün ömrünü bir piyon ve esir olarak geçiren Cemaleddin, hayatı gibi aşkını da başkalarının çıkarlarına kurban etti. Fakat Cemaleddin bu durumdan yakınmadı. Çar'a olan bağlılığı sar­sılmamıştı. Grandük Mihail'in Varşova'da bulunan Uhlan ala­yına atandı. Vaktini, Varşova'daki Valilik Sarayı'yla Kış Sara­yı'nda geçiriyordu. Günleri, silah arkadaşlarının hayatları kadar boş geçiyor gibi görünse de durum öyle değildi. Saray' da dikkat çeken isimlerden biri olan Cemaleddin çalışkan biriydi. Birkaç dil biliyor, astronomiye ve müziğe ilgi duyuyor, resim yapmayı seviyordu. Bütün bu başarılarının yanı sıra Kafkasyalılar kadar iyi ata binebiliyordu. Ancak Kafkasyalıların aksine Cemaled­din'in yakışıklı esmer yüzünde hayalci bir ifade vardı. Avarla­rın katı tutumu gitmiş, yerini mülayim bir adam almıştı. İnsani ilişkilerinde müthiş bir denge yakalamıştı. Kadınların yanı sıra silah arkadaşları da onu çok seviyor ve sayıyordu. Saraya gelen birçok Asyalı prensin aksine Cemaleddin, yerel kıyafetlerini pek giymezdi. Gösterişli çerkeskayı dahi giymekten kaçınan Cema­leddin, sanki Batı'yı bütün kalbiyle benimsediğini göstermek istercesine Rus üniformasını giymeyi tercih ediyordu. Kökenini ele veren tek şey, çıkık elmacık kemiklerinin üzerindeki hüzün­lü, meraklı ve çekik kara gözleri ile siyah saçlarıydı. Asyalıların sık parlak saçları süslü kuş tüylerine benzerdi. Orduyu her şeyden çok seven Çar, Muhafız Alayı'ndaki subayla­rı kayırırdı. Muhafız Alayı'nda piyade atlı birlikler vardı. Bazıları uzun boylu olduğu için askere alınırdı. Bütün mensupları kalkık burunlu olan Kurnos Alayı gibi bazı yerlerdeyse askerlerin dış görünüşüne bakılırdı. Kurnos Alayı, kalkık burunlu olan Çar 1.Pavel tarafından kendisine benzeyen askerlerden oluşturulmuş­tu. Preobrajenski Piyade Alayı, Rusya'da kurulan ilk alaydı. Ço­cukluğunu Moskova yakınlarındaki Preobrajenski köyünde ge­çiren Deli Petro için kurulmuştu. İlk başta oynaması için çocuğa verilen canlı oyuncaklar olarak düşünülen bu askerler, sonraki yüzyılda ülkenin en iyi alayına dönüştü. Kışlaları, Kış Sarayı'nın yanındaki Millionnaya'daydı. Kış Kanalı'nın üzerinde yer alan kemerli bir köprüden geçerek Kış Sarayı'na ve Hermitage'ye ula­şabiliyorlardı. Burası, Dekabrist Ayaklanması'nda gösterdikleri üstün sadakatten dolayı bir ödül olarak inşa edilmişti. Uhlan Alayı, birliklerin tatbikat, yürüyüş ve manevra yaptığı büyük bir tören meydanı olan Champ de Mars'taki kışlaya yerleştirilmişti. Genç bir Alman prensesiyken ilk defa St.Petersburg'a giden Ça­riçe, "Petersburg sıra sıra kışlalardan oluşuyormuş gibi görünü­yor" diye yazmıştı. Fakat bu kışlalar göz kamaştırıcı mekanlar­dı. Sütunlarla, avlularla, barok tarzı alçı kaplamalarla süslü bu devasa saraylar, askeri okullara, atlı muhafızlara, Pavlovski Kış­lası'na ve topçu karargahına ev sahipliği yapıyordu. Neredeyse bütün askeri kurumlar, görkemli binalara sahipti. Zafer takları, büyük generaller ve hayatını kaybeden askerler için dikilmiş anıtlarla dolu şehir, adeta şaşaalı bir askeri kampı andırıyordu. Şehrin üniformalı sakinleri, sanki hiç durmadan geçit töreni ya­pıyor, selam duruyor ya da selam alıyordu. Mahmuzların şıkır­tısı, çalınan davulların ritmi, uygun adım yürüyen nöbetçilerin ayak sesleri, yapılan saygı atışlarının gümbürtüsü, gece gündüz şehri inletiyordu. Bu imtiyazlı askeri hiyerarşiye dahil olmak, gençlerin en büyük hayaliydi. Memleketlerinde kalıp aile topraklarıyla ilgilenmeye burun kıvırıyorlardı. Neticede kahyalar bunun için vardı. Dışiş­lerine ya da diğer bakanlıklara girmek de fena sayılmazdı; ama hiçbiri, orduya katılmak kadar itibar sağlamıyordu. Üniversite bittikten sonra entelektüel bir hayat sürmek, akıllarından dahi geçmiyordu. Kiev'deki Aziz Vladimir Üniversitesi'nde öğrenciler arasında yayılan hürriyet yanlısı görüşler, tehlikeli bir devrimci eğilim olarak görülünce Çar, 1839 yılında şehre çok sert müdaha­lelerde bulundu. Dekabristleri unutmamıştı. Ölünceye kadar da unutmayacaktı. Ayaklanmacıları bastırmaya giderken giydiği as­keri paltoyu, Kış Sarayı'ndaki odasında yanından hiç ayırmıyor­du. Bu üniforma, hayatını kaybettiğinde yatağının üzerindeydi. Devrimci Prens Pyotr Kropotkin, anılarında askeri okulların en prestijlisi olan Corps des Pages askeri akademisine giden genç ve soylu öğrencilerden bahsediyor. Katı bir askeri disipline sa­hip olan okulda, öğrencilere bazı imtiyazlar ve eğlence fırsatları tanınıyordu. Başkentin imkanlarından faydalanan öğrenciler, düzenli olarak opera ve saraya gidiyordu. Prens'in dediğine göre o dönem St. Petersburg iki kampa bölünmüştü: İtalyan operası sevenler ve Fransız operası sevenler. Hangisinin daha iyi olduğu konusunda düellolar düzenleniyordu. Göz kamaştıran altın sır­malı üniformalarını giyen öğrenciler, okula ayrılan locaları dol­duruyordu. Fakat her nedense opera, radikal hareketlerle ilişki­lendirilmeye başlandı. I Puritani ve William Teli adlı operalarda yer alan devrimci parçalar her zaman büyük alkış alıyordu. Bugün bildiğimiz şekliyle Rus operası henüz gelişmemişti. O günlerde, bestecilerinin zihinlerinde filizlenen Kitezh, Boris Go­dunov, Rusalka, Yevgeni Onegin ve Prens İgor gibi milliyetçi ope­ra eserlerinin yazılmasına daha yirmi yıl vardı. Rimsky-Korsa­kov, deniz harp okuluna yeni girmişti. Muhafız alayında öğrenci olan Musorgski, genç kızlardan oluşan hayranlarını piyanodaki maharetiyle mest ediyordu ancak Boris'in hayatını anlatan o muhteşem aryaları bestelemesine daha çok vardı. 1847 yılında ilk opera eseri Esmeralda'nın istediği başarıyı yakalayamamasından dolayı üzgün olan Dargomijski, yorulmak nedir bilmeden Ru­salka üzerinde çalışıyordu. Eserini 1855 yılında tamamlayacaktı. Asabi bir çocuk olan Çaykovski, ailesinin karşı çıkmasına (Mü­ziğin sağlıksız bir etkisi olduğuna inanıyorlardı) ve herhangi bir müzik eğitimi olmamasına rağmen, kendi yazdığı bir valsı mürebbiyesine ithaf etti ve 1852 yılında istemeye istemeye Hu­kuk Okulu'na girdi. Tıp ve Cerrahi Akademisi'nde kimya ve fen eğitimi alan Borodin, füg sanatı üzerine yoğunlaştı. Droşkiye ve­recek parası olmadığından amatör bir yaylı sazlar dörtlüsünün provalarına katılmak için karlı yolda on kilometre yürüyordu. Prens İgor adlı eseri, ölümünden sonra 1888 yılında yayınlandı. Rusya'da 1850'lerin ilk yılları, müzik alanında bir geçiş döne­miydi. Bazı yeni yetme entelektüeller, Nikola'nın çok beğendiği Glinka'nın Çar için Bir Hayat adlı operasının modasının geçtiği­ni düşünüyordu. Prens Kropotkin'in aksine Cemaleddin, monarşiyi ya da rejimi eleştirmiyordu. Prens gibi fabrikada çalışma koşullarını ve iş­çilerin hayatlarını iyileştirme sevdasına da kapılmamıştı. Onun gözünde Rusya harika bir ülkeydi ve medeniyet St. Petersburg'da kemale ermişti. Paris'in salonlarından memleketine bakan Tur­genyev'in Rusya hakkında neler yazdığını bilmiyordu. Zaten duysa da inanmazdı. Turgenyev şöyle diyordu: "Rusların sorunu şu: Tatar geçmişimizi henüz geride bırakamadık. Hâlâ yarı bar­bar bir halkız. Ellerimizi yıkamak yerine Paris'te yapılmış deri el­divenler giyiyoruz. Bazen saygıyla eğilip birbirimize nazik laflar ediyoruz, sonra dönüp hizmetçilerimizi kırbaçlıyoruz." Milli Eğitim Bakanlığı, kısa süre önce bir dizi okul açmış ve üni­versitelerde Doğu dilleri kürsüleri kurmuştu. Kazan'da, Çin, Er­meni, Arap, İran, Türk-Tatar ve Moğol kürsüsü açılmıştı. Vali ve yönetici adaylarının bu uzak bölgeler hakkında eğitim alması amaçlanıyordu. Tüccarlar ruble, çay ve kürk karşılığında ya da takas yoluyla iş yapmayı biliyordu ancak üniversitelerde açı­lan bu yeni kürsüler, hükümetin yayılmacı niyetini gösteriyor, Çar'ın ülkesine biçtiği medenileştirme görevini yansıtıyordu. Fakat altın gençlik, bu faydalı Doğu çalışmalarıyla ilgilenmedi. Bu görevi, kendileri kadar imtiyazlı olmayan devlet memurlarına bırakmışlardı. Ancak sarayda istisnai bir durum söz konusuy­du. Çar'ın oğlu Konstantin, özellikle oryantalizmi öğrenmeye meraklıydı. Türklere dair her şeye tutkuyla yaklaşan Konstantin, öğrendiği bilgileri Türkiye'yi işgal planı için kullanmayı düşünü­yordu. Kaderinin bu olduğuna inanıyordu. Muhtemelen adı, bu inancını daha da pekiştirmiştir: İslam İmparatorluğu'nun külle­rinden doğan yeni Bizans'a hükmeden Rus Konstantin... Bu hayal, çok eski bir Rus kehanetine dayanıyordu ve Roma­novların atalarının tamamı bu hayalin peşinden koşmuştu. Bel­ki de bu düşünce nedeniyle Çar'ın şahsi korumalarının tamamı Asyalı bey ve soylular arasından seçilmişti. Ruslar, egzotik üniformalar giymeye bayılıyordu. Kendilerini çekik gözlü Moğol ya da Çerkes beyleri, bir şemhal ya da emir gibi hissediyorlardı. Ya da duygusal bir duruşa, hem hüzünlü hem de gizemli bir hava­ya sahip, bir zamanlar vahşi bir esirken Batı'yı benimseyen Ce­maleddin gibi . . . Fakat St. Petersburg'daki oryantalizm modası bundan öteye geçmiyordu. Oryantalizmin derin köklerini, Do­ğu'nun kültürlerini, inançlarını ve dillerini göz ardı ediyorlardı. Yüzyılın başından beri Kafkasyalılarla, İranlılarla ve Türklerle savaşmayı adet edinmişlerdi. Günün birinde hepsini işgal ede­ceklerdi; o kadar. Cemaleddin'in de aralarında bulunduğu St. Petersburg'daki genç aristokratlar, şaşaalı hayatlarına devam ediyordu. Kağıt oynu­yorlar, at yarışı yapıyorlar, aşk yaşıyorlar, üniforma siparişleriyle alay terzilerini meşgul ediyorlardı. Üniformaları gerçekten göz alıcıydı. "Saray baloları için altın şeritli, kırmızı, dar bir ceket; şehirdeki balolar için yeşil ceket ve mavi pantolon; yemek ve da­vetler için yeşil askeri redingot; görevde giymek için altın şeritli, beyaz kumaş ceket, dizlere kadar uzanan çizme, altın kaplamalı zırh ve başlık . . . Hussarların, başlıklarının tepesinde imparator­luğun simgesi olan kartalı bulundurması zorunluydu. Saraydaki balolara katılan Muhafız Alayı' na mensup subaylar, beyaz kumaş dizlik, ipek çorap, tokalı ayakkabı, merasim kılıcı ve üç köşeli şapka giyerdi. Piyadeler siyah, atlılar beyaz şapka takardı. Diğer alaylar da ihtişam konusunda Muhafız Alayı'ndan geri kalmazdı. Alayda düzenlenen davetlere büyük özen gösterilir­di. Alaylarda görevli Fransız aşçılar, enfes yemekler hazırlama konusunda birbiriyle yarışırdı. Yüklü meblağlar harcanarak Macaristan'dan ithal edilen "Tokay'' şarapları çok revaçtaydı. "Çuka balığını (kıymetli bütün balıkları) şampanyayla kaynatıp çorba yaparlardı." Ruslar, bu şaşaaya hayrandı. Eğlenceler birbi­rini takip ederdi: Önce yemek yenir ardından dans edilir ve içki içilirdi. Sonra çingene kabaresine, operaya, Fransız ve İtalyan tiyatrolarına ve baleye gidilirdi. Bir subayın balerin metresinin olması, iki-üç tane safkan atının ve iyi bir arabasının olması ka­dar önemliydi. St. Petersburg'daki her şey devasa büyüklükteydi. Sanki Çar'ın heybetli cüssesi ve gururuna ayak uydurmaya çalışıyordu. Kla­sik ve rokoko tarzındaki binalar, Avrupa'ya pek benzemiyor­du. Büyüklükleri, Asya'nın sonsuzluğunu çağrıştırıyordu. Ba­zen İtalyan tarzı görünüşün ardında Moskof izlerine rastlamak mümkündü. Şapelin yaldızlı kubbeleri, taştan yapılan Aniçkov Sarayı'nın ciddi görünümünü birden değiştiriyordu. Yüksek du­varların arkasından efsanevi bir Rus ateş kuşu gibi yükselen bu kubbeler, göz alıcı egzotik görünümleriyle Puşkin'in "altın kub­beli Moskova" diye sevdiği eski Slav başkentini hatırlatıyordu. St. Petersburg, kurucusu Deli Petro'nun öngördüğü gelişimi büyük ölçüde başarmıştı. Ülkenin Batı'ya açılan penceresi olan şehir, halkın gözünde Batılı bir başkentti. Şehre Batılı gözlerle bakan kişilerse, abartılı ölçülerle tasarlanmış başkentin Slav karakterini koruduğunu düşünüyordu. Şehirdeki büyük evler, neredeyse hanedanın sarayları kadar geniş ve ihtişamlıydı. Neva nehrine bakan Vorontsov Sarayı, ailenin renkleri olan kırmızı beyaza boyanmıştı. Tauride Sarayı masma­viydi. Bazı evler leylak, bazıları da fümeydi. Fontanka Kanalı'nın yanındaki Yusupov Sarayı, sarı rengiyle insanların gözlerini ka­maştırıyordu. Kış Sarayı, ilk başta fıstık yeşiline boyanmıştı. Sü­tunları, beyaz ve altın sarısıydı ancak daha sonra rengi bordoya çevrildi. Evlerin avlularında ve sütunlu kabul salonlarında ko­şuşan üniformalı uşaklar ve köleler meşreplerine göre davranı­yor, gönderilen haberleri taşıyor, odun ve su getiriyor, dedikodu, hırsızlık ve casusluk yapıyor, yalan söylüyor ve kendi aralarında kavga ediyordu. Fakat hiçbiri ihmalkarlık yapmıyordu. Efendile­riyle yakından ilgilenen Rus hizmetçilerin hayatı, hizmet ettikleri ailelere bağlıydı. Saray mensupları ve soyluların ilginç bir yaşam tarzı vardı. Gece yarısı başlayan ziyafet ve balolar, sabahın ilk ışıklarına kadar sü­rerdi. Genelde saat gece 11 civarı ziyarete gidilirdi. Bu saatte ka­pıyı çalan bir misafirin ev sahibinin henüz uyanmadığını öğren­diği dahi olurdu. Akşam saat 6'da yemeklerini yiyen hanımlar, gece canlı görünmek ve "ciltlerini dinlendirmek" için istirahate çekilirdi. Gözde öğünleri, gece saat 2'den önce verilmeyen ak­şam yemekleriydi. Gece, sabah saat 4'ten önce bitmezdi. Sabah saat 9-1 O' a kadar insanlar evlerine çekilir ve şehre sessizlik hakim olurdu. Saat on buçuktan önce sokakta sütçü ve askerlerden baş­ka kimse olmazdı. Sokağa çıkan az sayıdaki insan, Kış Sarayı'nda Çar'ın çalışma odasının yeşil lambasının yandığını görürdü. Çar, sabah saat S'te çalışmaya başlardı. Bütün sabah çalışır, önündeki resmi evrak ve askeri raporlar yığını (Her sabah gelen raporların çoğu Kafkasya seferi hakkındaydı) hiç azalmazdı. Saray mensupları gibi Çar da öğleden sonra vaktini şehirde do­laşarak geçirirdi. Kış günü hava kararmadan iskelenin kenarın­da ya da adalarda kızak yarışı yapmak oldukça revaçtaydı. Fakat akşamki eğlencelere hazırlanmak için evlerine dönen aristok­ratların aksine Çar, bakanları kabul etmek için çalışma odasına giderdi. Yaverleri, bu yoğun programdan dolayı son derece zor­lanıyordu. Şehirdeki sosyal hayata katılma umutlarını yitirmiş­lerdi. Ancak Çar'ın maiyetinin dışındakiler ve Cemaleddin'in coşkulu muhafız arkadaşları için eğlencenin sonu yoktu. Da­ğıstan' daki bir avulda dünyaya gelen bu çocuk, Kafkasyalıların bildiği tek eğlence olan yiğitovkaları unutmuştu. O, artık St. Pe­tersburg' daki elit sınıfın bir parçasıydı. Günlerini Kış Sarayı'nın malakit ve altın salonlarında geçiriyordu. Hayatı, sıradan bir fanininkine benzemiyordu. Bahtına gül gibi bir yaşam çıkmıştı. Kasım ayının başlarında yağan ilk karla birlikte bütün şehir, göz kamaştıran bir beyazlığa bürünürdü. Her yeri sessizlik kaplar­dı. Binaların çatılarını, yaldızlı kubbeleri saran buz, pırlanta gibi parlardı. Şehir, devasa ve göz alıcı bir yılbaşı biblosuna, bir kar küresine benzerdi: masal gibi, sarılmış ve ıssız... Binlerce kı­zak, karlarla kaplı yollarda uçarak giderdi. Arabacıların Poidi! Yol açın! diye bağırması, Venedik'teki gondolcuları hatırlatırdı. Kalın paltolar giyen bu arabacılar tuhaf tahta oyuncaklara ben­zerdi. Kollarını iki yana açar, bir çift kürk eldiven geçirdikleri elleriyle dizginleri sıkıca tutarlardı. Donmuş sakallarından buz parçaları sarkardı. Poidi! Yol açın! Fakat artık onların da çağı geçti. 1930'ların başlarına kadar Rusya'nın taşra bölgelerinde bu arabacıları görmek mümkündü. Bu arabacılardan birinin arka­sında giderken devrilip külüstür droşkiden fırladığımızı hatırlı­yorum. Arabacı, Tanrı'ya feryat etmişti (O zamanlar Rusya' da bu durum hoş karşılanmazdı). Zaten arabacılar da miadını doldur­maya ve ikonalar gibi geçmişin güzel hatıraları arasında yerini almaya başlamıştı. Neva Nehri donunca, koca koca taburlar çelik gibi sağlam ve dibi görünmeyen bu buz kütlesi üzerinde geçit töreni düzenlerdi. Bir kıyıdan diğerine lambalar dizilir ve at yarışları yapılırdı. Ren­garenk giyinmiş patenciler, yeni çıkan Viyana valsleri eşliğinde buzun üzerinde süzülürlerdi. Her sene geyikleriyle birlikte ku­tuplardan gelen Laponlar, buzun üzerine kurdukları kamplarda kürk satardı. Çadırlarını Kış Sarayı'nın yakınlarına kuran bu La­ponlar, şehrin ihtişamına pek aldırış etmez, buzda açtıkları de­liklerde balık avlardı. Şehir, işte böyle görünüyordu. Her tarafı kaplayan karların ara­sında, mujiklerin sürdüğü kağnıların ve çanların hüzünlü sesi duyulurdu: Katedrallerin büyük bronz çanları, buzun üzerinde son sürat giden kızaklara asılmış gümüş çıngırakların şakırtısı. . . Kaynayan semaverin tatlı sesi ve bütün evlerin merkezinde yer alan peç adı verilen büyük çini sobaların çıtırtısı, bütün odaları sarardı. Sonbahar ayları boyunca kağnılar, şehrin dışındaki kara ormanlardan getirdikleri odunları hiç durmadan St. Petersburg'a taşırdı. Yakacak odun olmasa şehir mahvolurdu. Getirilen bu odunlar, evlerin bahçelerinde çatıya kadar dizilirdi. Odun kıtlığı, büyük bir felaket demekti. Ormanlar hızla yok olmaya başlamış­tı ama yapacak bir şey yoktu. Zenginler, göz alıcı kabul salon­larında sıcaktan bunalırken fakirler, birkaç kopek karşılığında handaki sobanın üzerinde yer alan çıkıntıya oturup ısınmak için sıra bekliyordu. Hava çok soğuktu. Sıcaklık, genelde eksi yirmi derece civarında olurdu. Evlerde kullanılan çift pencereler, içe­rinin boğucu derecede sıcak olmasına neden olurdu. Dolayısıyla kansızlık ve verem hastalıklarına sık rastlanırdı. Altı kilometre uzunluğundaki dümdüz Nevski Bulvarı, kuzeyde­ki ıssız topraklara açılırdı. Yolun kenarında katedraller, saraylar oteller, restoranlar ve dük.kanlar bulunurdu. Gostiniy Dvor adlı büyük pazarda kurulan derme çatma ahşap tezgahlarda kürk, Fransız ipeği, eski kıyafet, tuzlanmış balık, pırlanta, çalıntı mal­lar, turşu, doğudan getirilen kaşmir kıyafetler ve ahşap oyuncak­lar gibi birçok mal satılırdı. Pazarda tezgah açan kalın kaftanlı ve sakallı tüccarlar, işten güçten, yemekten, ağırlık ve ölçülerden konuşur, kendi halinde yaşardı. Kadınlardan bahsetmeyi sever­lerdi. Evliliklerinden bıkanlar, cingöz bir köylü kızıyla evlenmeyi hayal eder, bazıları da çocuklarını evlendirmek istediğini anlatır­dı. Hele o tüccar sınıfının çay ve kvas eşliğinde tadını çıkardığı mükellef sofralar yok mu? Tezgahlardan çekirdek eksik olmazdı. Hiç durmadan çitlerlerdi. Tezgahın üzerindeki ruble ve fış tomarları uçmasın diye üzerine turşu tabakları konurdu. Hepsi okuma yazma bilmese de kurnaz iş adamlarıydı. Hesaplarını abaküsle yaparlardı. Tezgahlarının üzerine astıkları uyduruk tabelalarla, okuma yazma bilmeyen halkı çekmeye çalışıyorlardı. Sosyete, tüccarları ve ailelerini pek kabul etmezdi. Ancak zaman zaman dara düşen genç aristokrat­lar, borçlarını ödeyebilmek için bir tüccar kızıyla evlenir, sorunu çözüldükten sonra hayatının sonuna kadar eşine kötü davranır­dı. Sosyete, eşleriyle tanışmak zorunda kalmadıkları müddetçe bu tür evlilikleri göz ardı etmeyi tercih ederdi. Adam kendi dün­yasına döner, kadın da kendi hayatına bakardı. Ataları gibi mis­kin bir hayat süren kadın, hiç durmadan yemek yer, geç saatlere kadar uyumaz ve hizmetçileriyle dedikodu yapardı. Neredeyse bütün günü yan gelip yatarak ve kedisini severek geçirirdi. Kaz tüyüyle hanımının ayaklarını gıdıklayan köle kızları onu uyut­maya çalışırdı. Kış Sarayı, her sene yılbaşında kapılarını halka açardı. Çar ve ai­lesi, köylüleri, tüccarları, din adamlarını, dilencileri yani toplu­mun bütün kesimlerini kabul ederdi. Mermer salonlarda dilediği gibi dolaşan halk, grandüklere hayranlıkla bakardı. Kirli elbi­seleriyle dilenciler, göğüsleri madalya dolu muhafızlar ve kürk astarlı kırmızı kadife kıyafetler giyen nedimelerle aynı ortamda bulunurdu. Bu manzarayı gören yabancı ziyaretçilerin ağzı açık kalırdı. Saray mensupları ve halk, bu törenin demokrasinin bir tezahürü olduğuna inanırdı. Bu adetten nefret eden uşaklar, bir yandan ziyafet sofrasıyla ilgilenirken diğer yandan altın tabak­larda ikram edilen havyar ve tatlıları adeta yağmalayan pejmürde kılıklı kalabalığı izlerdi. İhtişam, düzenlenen saray balolarında doruk noktasına ulaşırdı. Davet edilen bir grup seçkin insan, yaldızlı arabalarıyla saraya gelirdi. Atlı uşakların eşlik ettiği misafirlerin önünde, meşale ta­şıyan kahyalar yürürdü (Yüzyılın sonuna kadar devam eden bu adet, saray avlusunda dönmeye çalışan hantal arabaların neden olduğu kargaşa nedeniyle terkedildi). Avlunun ortasında, sahne­yi andıran ilginç görünümlü demir bir yapı bulunurdu. Burada gece boyu ateş yanardı. Ateşin yanında bekleyen arabacılar, bal ile zencefilin karıştırılmasıyla yapılan ve sbiten adı verilen sıcak içeceklerini yudumlardı. Üstleri sıkı sıkı örtülen atlar, değirmen misali ateşin etrafında döner, ağızlarından çıkan nefes buz gibi havada buğuya dönüşürdü. Sarayda görevli hizmetçilerin üniformaları, neredeyse misafir­lerinki kadar göz kamaştırıcıydı. Çariçe, Şehrazad'ın sarayından fırlamış gibi görünen siyahi uşaklarını yanından ayırmazdı. Baş­larında bir sarık ve kuş tüyü bulunan bu uşaklar şalvar giyerdi. Sarayda görevli ulaklar, 18. yüzyıldan kalma üç köşeli, tüylü şap­kalar takardı. Bütün hanedan mensuplarının maiyetinde uşaklar, nedimeler, mabeyinciler ve yaverler bulunurdu. O dönem sara­yın müdürü olarak görev yapan ihtiyar Kont Ribeaupierre, Ça­riçe II. Katerina döneminde bir uşak olarak göreve başlamış ve saray adetlerinin inceliklerine hayatını adamıştı. Protokol kural­larını çiğnediğini düşündüğü durumlarda Çar'ı dahi eleştirdiği olurdu. Dev gibi cüssesiyle misafirlerini karşılayan Çar, baloyu her zaman Polonez dansıyla açardı. Dans etmeye bayılan Çariçe, göz alıcı parkelerin üzerinde salınan iki bin misafirine katılır ve sabaha kadar dans ederdi. Muazzam büyüklükteki Kristal avizelerde otuz bin mum yanar­dı. Ya da balo salonunu çevreleyen yeşim sütunların etrafına yerleştirilen mumlar, ihtişamlı sarayın büyüleyici hazinelerini aydınlatırdı. "Burada insan elmasların üzerinde yürüyor" diye yazıyordu Horace Vernet. "Ayaklarımızın altında inciler ve zümrütler var. Görmeden inanamazsınız." 1 553 yılında Korkunç İvan'ın sarayını ziyaret eden bir İngiliz memleketine şöyle yazı­yordu: "Hayatımda bu kadar şatafatlı insanları ne gördüm ne de duydum." Mücevherlere Doğulular gibi yaklaşan Ruslar, bir tür­lü ölçülü davranmayı beceremiyordu. Adeta elmastan bir nehri andıran kolyeler bellerine kadar sarkıyordu. İnci gerdanlıklar halat kalınlığındaydı. Tabak büyüklüğündeki büyük broşlar, gü­vercin yumurtası kadar büyük yakut ve zümrütlerle süslenmişti. Balo salonunun etrafı, en az onun kadar ihtişamlı küçük salonlar­la doluydu. Çiçek bahçeleri, gizli buluşmalar ve siyasi entrikalar için oldukça uygun mekanlardı. Çariçe, sevdiği misafirlerini ma­lakit salonda kabul ederdi. Kubbeli odalar, silah odaları ve sadece kağıt oynamak için kullanılan, Mağrip'ten getirilen eşyalarla dolu bir Arap odası . . . Hanedanın kullandığı merdivenin iki yanına dizilen muhafızlar, gösterişli üniformalarıyla hazır olda beklerdi. Bu halleriyle, Grevin Müzesi'ndeki hizmet ve sadakati temsil eden eserlere benziyorlardı. Binanın her yerine yerleştirilen devasa ay­nalar, bu ihtişamı yansıtırdı. Sayısız kemancının çaldığı şarkılar eşliğinde dans eden misafirlerin taktığı mücevherler, insanların gözünü kamaştırıyordu. Saraylı hanımların önünde eğilen ya­verler, onlarla Polonez dansı yapmaya başlıyordu. Ayağını sert­çe yere vurup dansa devam eden askerler, hanımların gönlünü kazanmaya çalışıyordu. Bu kalabalığın içinde bulunan Cemaled­din, Smolnili güzellerden birinin önünde mahmuzlu çizmelerini yere vurarak dans ediyordu. Çariçe'nin en genç nedimesi olan bu hanım, belki de Batılı bir eğitim alıp güzelliğiyle sarayı şeref­lendirmesi için kuzeye gönderilen Gürcü prenseslerden biriydi. Aynalar, büyüleyici bir dünyayı yansıtıyordu. Cemaleddin, bu dünyaya kendini iyice kaptırmıştı. Hiç bitmeyecek zannediyordu. Ancak dışarıda müthiş bir soğuk vardı. Avlulara sığınan perişan haldeki yoksullar açlık ve soğuktan can veriyordu. Kutuplardan Çin'e, Sibirya'dan ve Kafkasya'daki savaş meydanına kadar uza­nan bütün Rusyalara, ıssızlık çökmüştü.
614 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.