Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Sahaflar Çarşısının Târihçesi, Çarşı Esnafı ve Sahaflık
youtu.be/TW3RUcX2V_4?si=... İbnülemin Mahmud Kemâl. Tabii tabii tabii. O başda olmak şartıyla. İbnülemin Mahmud Kemâl Bey'in bir hikâyesini anlatayım. Cenâzedeyiz, ama kimin cenâzesiydi hatırlamıyorum, onu maalesef hatırlayamıyorum, bizim Nusret Yeşilçay Hoca da Belediye başimamı, büyük cenâzelere yani ekâbire onu gönderiyorlar. Hoca öyle bir tavır almış ki sanki ölüyü kendi boğmuş, öldürmüş gibi, Nusret Hoca, döndü sâmiîne karşı, "Hepiniz buraya geleceksiniz" dedi. Azarlar gibi. Aynen böyle ama. Der demez, İbnülemin Mahmud Kemâl Bey, "İnşallah sen benden evvel gelirsin" dedi. Hikâyelerinden bir tânesi, vukûâtlardan. Dârüttaallim Kıraathânesine oturuyorduk, itfâiye geçdi. İtfâiye geçince içerim yandı benim, gayr-ı irâdî olarak. "Yâhu bizim Sahaflar Çarşısına bir şey olmasın" diye. Fırladım dışarıya filan, "Sahaflar yanıyor" dediler. Tabii geldik. Bizim oralara yangın geçmedi. Yangın aşağıdan aldı, Râşid Efendi'nin dükkânına kadar geldi. Bu tarafdan da gene aldı, İbrâhim Efendi'nin kitap deposuna filan kadar geldi, orda durdu yangın. Ondan sonra da, zâten lâzımdı Çarşı'nın yapılması, Belediye tutdu, istimlâk etdi burasını, ferdlerden. Onun da hikâyesini anlatayım istersen. Şimdi, istimlâk oluyor Çarşı, Kâmil Nâzım diye bir avukat vardı. Bu adam fiyat artmalarına filan giriyordu. Devlet bir yere fiyat koyduğu vakitde gelip fiyat artırıyor. Müzâyede değil artırma. Vekâlet alıyor ve artırıyor filan böyle. Hattâ Adnan Menderes bu şeylere girmesin diye mahkemeye emir verdi. Belâ oldu hükûmetin başına, böyle bir adam. Şimdi, geldi bu, Çarşı istimlâk oluyor, bana geldi, dedi, "Dükkânına senin ne koydular?" dedi bana. "Benim iki dükkânıma 2850 lira koydular" dedim, o günün parasıyla. "Olmaz" dedi. "Şimdi ben sana bir teklifde bulunacağım". "Nedir o?". "Sen 2850 lirayı al cebine koy, ne kadar arttırırsam ben, devletden ne kadar para alırsam, yarı yarıya alalım" dedi. "Ben senin 2850 lirana ilişmeyeceğim" dedi. "İtiraz etmezsem o parayı alacaksın. İtiraz edersem sen karışmayacaksın bir şeye gene o parayı alıcan, cebine koyucan, ne arttırırsak yarı yarıya". "Hayır" dedim ben, "Olmaz" dedim, "Devlete kazık atmayacağım. Çünkü devlet yapacak, bize tahsîs edecek Çarşı'yı. Bu günah, olmaz öyle şey" dedim ben. Ve maalesef esnaflar içinde biz iki adam bunu kabûl etmedik, birisi o Cemil Bey'in babası subay mütekâidi, ismi Mustafa'ydı onun da, o Mustafa Efendi'yle fakîr kabûl etmedim. Gerisi hepsi kabûl etdiler. Biz gitdiki, satışı yapdık. Ertesi gün, kazma kürekle biizm dükkâna geldiler. "Haydi çık dışarıya, satmışsın dükkânı". "Kardeşim, satdım dükkânı ama beni yıkmakla Çarşı'ya bir şey olmayacak ki. Niye yıkıyorsun beni, bırak oturayım ben, Çarşı yıkılıncaya kadar oturayım". "Hayır! Sen satdın, çıkacaksın sen dışarıya. Niye sen ucuz verdin?". Yemin etdim, bundan sonra devletle bir şey olursa mahkemelik yapalım diye. Velhâsıl, göbeğim patladı o devirde, Belediye Meclisinde Misbah Bey, Siirtli aslen, Misbah Bey'i buldular da bildiklerim, yıkılmayı durdurduar ve beni Belediye'ye kiraya bağladılar, ne kadar oturdumsa kira verdim. Yedi sekiz ay oturduk. Sonra hepsini istimlâk etdiler. Belediyenin malı oldu yani. İstimlâk etdiler, belediyenin malı oldu. Sonra bizi çıkardılar. Bize yardım olmak üzere ve sahaflar dağılmasın, bu sanat ölmesin diye, Evkaf'dan Bayezid Câmisinin bahçesini bize kiraladılar ve bize baraka yapdılar. Ve Çarşı'nın bitimin ekadar o barakalarda biz oturduk, kira verdik Evkaf'a yani. Çarşı bitdikden sonra müzâyedeye girdik, müzâyedeye girdiğimiz vakitde, herkes kendi dükkânını beğendi, çünkü hâriçden kimseyi sokmadılar, yalnız sahaf ahâlisini. Hattâ affedersin ben o vakit reisdim burada, Molla Bey bana dedi ki, Şemseddin Yeşil, "Bana bir kağıt ver kitapçı olduğuma dâir, bulunsun " dedi. Çünkü kayıtda sahaf kaydı var. O da benim arkadaşım, senelerce hukûkumuz var. Dedim "Sen sahaf değilsin, sen kendi kitaplarını satıyorsun" dedim, "Burası sahafhâne". "Sen kendi kitaplarını satıyor diye bir kağıt bana ver" dedi. "Vereyim" dedim, verdim kendisine. Üzerini doldurmuş o, üstünü altını, sahaf olduğuna dâir filan. Orada Belediye Meclisinde satış esnâsında, halk itiraz etdi, orada bulunanlar. Ben dedim ki, "Ben böyle bir kağıt vermedim" dedim. "Ben yalnız onun kendi kitaplarını satdığına dâir böyle bir kağıt verdim" dedim. Gene Misbah Bey, herhalde arkadan bizi dürtdülerdi, "O da kitapçı sayılır, sahaf sayılır, dükkânı var, verelim" dedi. Onun üzerine Molla Bey'e, yani olan hâdisâtı anlatıyorum, ona da o şekilde dükkânı verdiler. Bu dükkânı, burasını ben beğendim, 7 numarayı. Numarası yedi olduğu için burayı ben beğendim. Bir de bir merâsim yapılmış, o merâsimde kimler konuşdu? Hakkı Târık Bey. Sonra o târih mecmuasını çıkaran kimdi, o zât vefât etdi. Reşad Ekrem Bey konuşdu. Bir tâne daha var. Dört cild kitabı vardır. Sahaflardan kimse konuşmadı. Onlar konuşdular. Büyük bir ziyâfet verdik burada. Büyük bir ziyâfet verildi, iftar. Ramazandı, akşam iftar verildi. Bütün bahçe donatıldı, gazeteciler çağırıldı filan. Masalar kuruldu, yemekler yendi, iftar olarak ilan edildi. 1950 kaç oldu şimdi? Allahu a'lem 53 filan. Öyle olması lâızm. Hattâ bir resim vardır. Ali'de var o resim. Hepimizin, eski ihtiyar kitapçıların da resmi var orada. Bir de kethüdâlık meselesi var. Kethüdalık meselesi hakkında ne biliyorsunuz? Yani bu lonca sistemi hakkında, bu çarşıya aksettiği nisbette ne biliyorsunuz yani kitapçılara aksettiği nisbette? Çarşı'nın şeyhi varmış, kahyası varmış ve aynı zamanda şeyhiymiş Çarşı'nın. O gelmeyince dükkânlar açılmazmış. Sabahleyin esnaf gelirmiş, toplanırmış burada kahvede, ondan sonra muayyen saatde şeyh gelirmiş, evvelâ duâ edilirmiş kapıda, benim işittiğime göre eskilerden. Bir de pîrleri var. Pîr ilk îcad eden. Suhuf olmak münâsebetiyle Hazret-i İbrâhim ve Mûsâ Peygamber. Suhuf sahifeden geliyor. İlâhi sahifelerin, kütüb-i semâviyye bağlıyorlar. "اِنَّ هٰذَا لَفِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰىۙ* صُحُفِ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى inne hâzâ le fi's-suhufi'l-ûlâ, suhufi ibrâhîme ve mûsâ". Meselâ Kur`ân-ı Kerîm'de sahaflığa âid âyet-i kerîme bu. Duâ edildikden sonra herkes içeriye, dükkânlarını açarlar, girerlermiş bütün başdan aşağı. Yani toplanmayınca halk, duâ edilmeyince girilmezmiş. Sonra burada olan ikinci hâdisât, şimdi bunu Yahudi'den işittik, Yako'dan, çok mühim, burada kitapçı Yako vardı, bizim mücellidimiz. Sahafların mücellidi bu adam. Doksan küsur yaşında vefât etdi. Tanıyor musun Yako'yu? Hayır Oğlu Kemâl'di burada Bakırcılar içerisinde. O Yako geldi buraya, eski esnafı anlatıyor. Burdaki bulunan sahafları anlatdı bana. Dedi ki bana, "Allah sana benim kadar hayırlı ömür versin, uzun ömür, sıhhatli ömür versin. Osmanlı'dan, eski esnafdan, Osmanlı'dan, bir tek sen kaldın" dedi bana. Daha evveliyatdan işittiklerim. Meselâ bir adam benden kitap aldı ve bu adam kitabı eksik buldu, içerisinde formasını. Gelip kahyaya şikayet ederse, "Bana filanca eksik kitap sattı" derse, gelip ona yolsuz veriyorlar. Evvelâ tenbih ediyorlar, "bir daha sefere, müşteriye böyle eksik kitap verme, bu sanatın şerefi vardır" diyorlar. Bu kahya devlete mi bağlı? Yooo, yooo, yooo! Gelenekden geliyor, esnafın hürmet etdiği zât. Manevî bir kudrete mâlik yani. Sonra bir daha aynı şey tekerrür etdi. Geliyor, dükkânını kapama cezâsı veriyor, "bir hafta kapalısın" diyor. Gene bir daha tekerrür etdiği vakitde, o vakit esnaflıkdan atıyorlar dışarı. Ve diyorlar ki, "Bu adam esnaflığa yaramaz" diyorlar ve dükkânını kapatıyorlar, kimin kalfası o işe elyaksa o dükkânı ona veriyorlarmış. Çünkü hazırda kalfalar var. Ve adedden fazlalaşmıyor kitapçı. Meselâ yirmi kitapçı varsa yirmi, yirmi bir olmuyor, on dokuz da olmuyor. O yirmiye dikkat ediyorlar. Ve hangisi elyaksa, kefâletle çünkü, efendi diyor ki, "Bu adam benim kalfamdır, bu adam elyakdır, dükkan açması" diyor, ona veriyorlar. "Pabucu dama atıldı" kelimesi ondan kalma. Yani dükkânı elinden alındı. Buna dikkat ediyorlarmış. Sonradan, Cumhuriyetden sonra filan, bu âdetler bozulmuş. Ama demin bir şey diyordunuz, herkesin bir çeşidi var diyordunuz, o çeşidi başkasına vermez. Zaten o da o eski geleneğin bir devâmı olduğu anlaşılıyor. Tabii. İşte bu şekilde böyle, bir emir yok. Hulûsi Bey'in kendi vicdânı, işte demin anlatdığım hikâye. "Kardeşim ne istiyorsun?". "Bin lira". "Bin yüz lira vereyim bana ver". "Hayır, senin kalemin değil o. Bin liraya Mahmud Efendi alacak" diyor. "Senin kalemin bu dînî kitaplardır, matbu olan kitaplardır ve gramerlerdir filan" diyor. "Senin çeşidin bu" diyor. O yazma Mahmud Efendi'ye âid yâhud Râif Bey'e âid. Evliyâ Çelebi'de birinci cildde geçiyor biliyorsunuz, orada pâdişahın önünden geçerlermiş bütün esnaf, orada tahtırevanın önüne koyarlarmış binlerce kitabı. Bayramlarda da hediye verirlermiş pâdişaha filan. Bir mesele de olmuş. Evliyâ Çelebi'de mi, ben gbir yerde ördüydüm onu ama hatırlamıyorum. Paşanın birisi bir kitap satıyor sahaflara, sonra aynı kitabı aratıyor, çok ucuz fiyata almışlar, çok büyük bir fiyata satıyorlar. Paşa dövdürüyor esnafı. Sahaf-ı bî-insâf diye ordan kalmış. Ama sahaf-ı bî-insâf tabiri, Nizâmettin onu tefsir ederdi, işte sahafların dükkanı dar olduğu için hürmet edilecek kitaplar bazen yere de koyarlarmış filan, onun için sahaf-ı bî-insaf demişler. Yoooo! Değil, böyle hâdise. Paşa bizâtihî kitabı sattırıyor sonra aratıyor. Sattığı yerden almak için geliyorlar, çok fâhiş bir fiyat istiyor. Meselâ on liraya vermiş on altuna, bin altun istiyorlar. Ve mesele ortaya çıkıyor. Paşa yatırıyor, dövdürüyor, falaka çektiriyor. Sahaf-ı bî-insaf ondan kamış, benim işittiğim böyle. Bir yerde okudum. Size bir şey soracağım, bu sahaflığın dışında. Avrupa'ya Amerika'ya bu kadar gittiniz geldiniz, onlarla bizi mukâyese etdiğinizde, neler gördünüz? Eyvah, hüsran! İngiltere'ye gittim, Amerika'ya gittim, kitapçılarla temâs ettim, Arap diyârına gittim. Şark şöyle böyle fakat İngiltere ve Amerika'da bir kitapçıya yapılan hürmet en yüksek bir profesöre yapılan hürmet gibidir. O kadar hürmet ediyorlar. Ben de bundan anlıyorum ki, orada ilme itibarın netîcesi bu. Peki bizde eskiden varmış bu itibar. Biz kaçırmışız onu. Câhil olmuşlar. Sahaf nedir, kitap nedir bilmez olmuşlar. Bir âlime demişler ki meşhûr bir âlime, "Sen bu kadar ilme nasıl sâhib oldun?" demişler. "Ben sahaflar çarşısına doğru ayağımı uzatmadım" demiş. Bu kâide var yani. "Sahaflara doğru ayağımı uzatmadım, yatmadım" demiş. "Hürmet etdiğim için Allah bana bu ilmi verdi" demiş. Şimdi bu terbiyeyi alan adam, kitap ne demekdir, kitapçı ne demekdir, işte senin takdîrine onu havâle ederiz yani. Bir bu var bir de umûmî olarak yani şu memleket nasıl onlar hizâsına gelebilir? Sizce, kısaca. Ne vakit fikir hürriyeti verilecek halka. Fikir hürriyeti. Tam olarak böyle ve ilme kıymet verilecek, âlime kıymet verilecek o vakit sahaflar kıymetini bulur. Yoksa ve illâ yazıkdır. Çok güzel. En basit tezgahdar bile hâfızası kuvvetli oldu mu bir hocadan bir profesörden daha çok kitap biliyor. Çünkü her gün elinden geçiyor. Tabii. Gelip soruyorlardı. Bak onu da iyi söyledin, hatırıma geldi. İyi söyledin hatırlattın. "Ben şu bahisde bir şey arıyorum hangi kitapta bulurum?" diye profesörler gelip soruyorlardı bize. Ve biz bulup açıp önüne koyuyorduk yani. Evveliemirde bizim kıymetimiz şurdan. Her kitap bir insandır. Yani Kur`ân okuyan, anlayan bir insan, Allah'la konuşuyor demekdir, İslâm itikâdına göre. Peygamber'in hadîsini okuyan adam, Peygamber'le konuşuyor demekdir. İbn Sînâ'nın kitabını okuyan adam, İbn SÎnâ ile konuşuyor demekdir. Hocalarımız bizim bunlar. Şumüllü olarak, umûmî olarak temâs etdiğimiz zevâtın rûhâniyyeti var. Eserleri var, onlarla karşılaşıyoruz
·
36 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.