Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Hayy Bin Yakzan
Bilinen kısa ismi ile İbn Tufeyl (ö. 1185), bir İslam devleti olarak Ortaçağ’da, Güney İspanya’da kurulmuş olan Endülüs’te yaşamış, pek çok bilim alanında uzmanlaşmış bir Arap Müslümandı. Ünlü kitabının ve kahramanının ismi Hayy bin Yakzan idi. Hayy'in kısaca özetleyeceğimiz öyküsü "yeryüzünün en ılıman ve mükemmel havasına sahip," muhteşem bir Hint adasında başlıyordu. Ada çeşitli bitkiler ve hayvanlarla doluydu. Bu adaya ayak basan ilk insan, küçük bir çocuk olan Hayy bin Yakzan'dı. Yazar, çocuğun gelişini muğlak bıraktığı için iki alternatif teoriyle karşı karşıya kalıyoruz. Bir teoriye göre, kahramanımız bu adada "anne ve babası olmaksızın kendiliğinden" dünyaya gelmiştir. Diğer teoriye göre ise, yakınındaki bir adada yaşayan ve çocuğunun hayatından endişe duyan bir prenses, onu -tıpkı bebek Musa gibi- güvenli bir sahile ulaşması umuduyla denize bırakmıştı. Adaya nasıl gelmiş olursa olsun, bebek Hayy oradaki hayatına yapayalnız başladı. En büyük şansı, romanda "Karaca Ana" olarak adlandırılan bir ceylanın onu sahiplenmesi ve emzirmesiydi. Hayy büyüdükçe, etrafındaki tabiatı gözlemlemeye ve gördüklerinden sonuçlar çıkarmaya başladı. Başlangıçta diğer hayvanların sahip olduğu, ancak kendisinde bulunmayan -boynuz, diş, toynak, mahmuz ve tırnaklar gibi- savunma silahları nedeniyle onları kıskandı. Ancak sonra kendisinin de başka yeteneklere sahip olduğunu fark etti. Alet kullanmak veya ölmüş hayvanların derilerinden ayakkabı yapabilmek için ellerini kullanabiliyordu. Ayrıca düşünme, amaç strateji çoluşturma yeteneklerine sahipti. Çocuk yedi yaşındayken, Karaca Ana yaşlanıp güçsüz düştü ve sonunda öldü. Buna çok üzülen Hayy onu hayata döndürmeye çalıştı. Ama önce neden öldüğünü anlamalıydım bedeninde ölümüne neden olan bir yara bulamayınca, Ortaçağ boyunca büyük bir tabu olarak kabul edilen bir şey yapmaya karar verdi: otopsi. Bedenini açmak için keskin bir kayadan yararlandı ve kalbe kadar inerek buranın boşluklarını inceledi. Karaca‘yı hayata döndüremese de kalbin ve kan dolaşım sisteminin nasıl çalıştığını öğrendi. Bu gözlemlerinden yararlanarak kendi vücut anatomisini çıkardı. Ceset çürümeye başlayınca Hayy -Kur’an’daki Hâbil ve Kâbil kıssasına benzer bir şekilde kargalardan öğrendiği yöntemle cesedi gömdü. Hayy büyüdükçe bilgisi ve tecrübesi de arttı. Tam yedi yıllık bir olgunlaşma süreci geçirdi. Gelişen muhakeme yeteneğini kullanarak tabiat hakkında gittikçe daha çok şey keşfetmeye başladı. Hayvanların kol ve bacaklarını inceledi; onları türlere ve sınıflara ayırdı. Ayrıca ateşi kontrol ederek, yün eğirerek, kendisine bir ev ve kiler inşa ederek tabiattan yararlanmaya başladı. Kuşları evcilleştirerek avlanmada kullandı ve vahşi atlarla eşekleri evcilleştirdi. Tüm bu denemeleri ve gözlemleri sayesinde, "en bilgili tabiat bilimcilerin elde edebileceği türden yüksek bir bilgi düzeyine ulaştı." Bir ondokuzuncu yüzyıl Fransız oryantalistinin deyimiyle "romanın bu kısmı çok ilginç ve ustalıkla düzenlenmiş bir ansiklopedi niteliğindedir.” Hayy, yirmisekiz yaşına geldiğinde fizik bilimine ilgi duymaya başladı. Suyun nasıl buharlaştığını gözlemlerken katı, sıvı ve buhar hallerine geçişini inceledi. Buradan her bir dönüşüm ve hareketin bir sebebi olması gerektiği sonucunu çıkardı. Sonra gökteki varlıkları incelemeye başladı. "Ay ve gezegenlerin batıdan doğuya hareketinden başlayarak, önemli astronomik bilgilere ulaştı." Artık kırklı yaşlara gelmiş olan Hayy'ın aklında felsefi düşünceler oluşmaya başladı. Tüm bu hayret verici tabiat olaylarının başlangıcı nasıl olmuştu? Bu soruya cevap olarak döneminin iki taban tabana zıt temel teorisine ulaştı: evren ya yoktan yaratılmıştı veya ezelden bu yana vardı. Yazara göre "her iki teori hakkında da ciddi şüpheleri vardı. O yüzden aklında iki görüşten birisi egemen olmayı başaramadı." Herhangi bir delile ulaşmadan sonuç çıkarmayan Hayy, bu konuda bir karara varamadı. "Birkaç yıl boyunca, her iki görüşün artı ve eksilerini değerlendirmeye devam etti." İbn Tufeyl "her iki görüşün de lehinde önemli argümanlar vardı; bu yüzden iki görüşten birisi zihnimde baskın çıkamadı" diyordu. Bu yüzden Hayy, evrenin başlangıcı hakkında kuşkuculuğunu sürdürdü. Böylece hem Ortaçağ'da hem de günümüzde pek sık görülmeyen, dikkatlice ölçüp-tartılmış bir kararsızlık hâlini sürdürdü. Öbür yandan Hayy'ın bir yaratıcının varlığı konusunda hiç kuşkusu yoktu. Çünkü her iki teorinin de bir yaratıcının varlığına işaret ettiğini görmüştü. Eğer evren yoktan yaratılmışsa, mutlaka bir yaratıcı olmalıydı. Eğer ezelden beri daima var idiyse, o zaman da -bizzat Aristo tarafından geliştirilen bir fikir olan- ilk hareket ettirici bulunmalıydı. Hayy sonunda "mutlak anlamda kendi kendine var olan, en yüce ve en kudretli bir varlığın" bulunduğu kanaatine ulaştı. Bu kanaate hiçbir vahiy, peygamber ve dinin yardımı olmaksızın, yalnızca kendi aklını kullanarak ulaşmıştı. Bir başka deyişiyle “bir inanan”dan daha çok “bilen” haline gelmişti. Bu arada Hayy'da bir ahlak duygusu da gelişti. Adada ona ahlakı öğretecek başka birisi bulunmadığından, çevreyi gözlemleyip, diğer varlıklara önem ve değer verme biçiminde bir ahlak anlayışı oluştu. Yaratıcının canlılara olan şefkatini gözlemleyerek, bitkilerin de iyiliğini gözeten bir vejetaryen hayatı yaşamaya başladı. Meyve yediğinde tohumlarını saklayıp yeniden ekti. Ayrıca "bol olan meyveleri seçerek herhangi bir türü tamamen yok etmemeye dikkat ediyordu." Kitaptan, kahramanın kendi kendine bu tür kurallardan oluşan bir ahlak anlayışı inşa ettiğini öğreniyoruz. Hayy kırkdokuz yaşına geldiğinde, öyküde beklenmedik bir gelişmeye tanık oluyoruz: adaya sürpriz bir yabancı geliyor. Yabancının geldiği ada Hayy'ın gizli cennetinden çok uzak değildi. Bu adada bir dine -İbn Tufeyl'in ifadesiyle bir mezhebe- sahip insanlar yaşıyordu. Romanın bu aşamasında o adadan iki kişi tanıtılıyor. Birisi adanın prensi olan Salaman, diğeri ise onun iyi dostu Absal. İki adam birbirinden çok farklı kişiliklere sahip olmalarına rağmen, iyi dost idiler. Absal felsefeye, "eşyanın mahiyetine ilişkin derin araştırma ve gözlemler yapmaya" meraklıydı. Ayrıca inandığı dinin kutsal kitabının halkın anladığından daha derin ve gizli anlamlar içerdiğine inanıyordu. Buna karşın Salaman, basit düşünen bir adamdı. Kutsal kitaba sadakatle itaat ediyor; derin anlamlarını araştırmadan, kitabın "lafzi" yönüne inanıyordu. "Eşyanın özgürce incelenmesi; eşya ve olaylar hakkında fikir yürütülmesi gibi şeylerden uzak duruyordu." Absal'ın halktan uzak duruşu, onları huzursuz etmeye başlayınca, o da adadan ayrılmaya karar verdi. Daha önce güzelliğini işittiği ıssız bir adaya -Hayy'ın adası- gitmek için bir tekne kiraladı. Adaya çıktıktan kısa süre sonra, iki adam karşılaştı. İkisi de çok şaşırdı. Ama en çok şaşıran, daha önce hiç insan görmemiş olan Hayy idi. İkisi arkadaş oldular. Absal, Hayy'a insan dilini öğretti. Hayy ona hayatını ve öğrendiklerini anlattı. Absal, onun yalnızca aklını kullanarak Allah'ı keşfetmesine ve diğer bilgilerine çok şaşırdı. Çünkü görmüştü ki, "Aklın ve kendi adasındaki dinin öğretileri birbiriyle tamamen uyumluydu." Sonra Absal, Hayy'a kendi hayat hikâyesini ve ada halkını anlattı. Halkının inandığı "mezhep" ya da dinden söz etti. Bu dinin esasları ve uygulamaları Hayy'a mantıklı geldi ve ada halkını tanımak istedi. Absal bunun iyi bir fikir olmadığını düşünse de, arkadaşını kıramadı. Şans eseri, tam o günlerde oradan geçen bir gemi adaya uğradı ve iki adam Absal'ın adasına gitti. Adaya vardıklarında Absal, Hayy'ı kendi halkına tanıttı ve hayret verici hayat hikâyesini anlattı. Ayrıca onun bilgeliğini övdü. Hayy halkın oldukça uysal olduğunu, dinin "harici ibadet ve emirlerini yerine getirmeye" önem verdiklerini gördü. Ancak bu ibadetlerin onların "ölçüsüzce yiyip içmelerini" ve kendisine ahlaksızca veya akla aykırı gelen işleri yapmalarını önlemediğini fark etti. Bu yüzden onları aydınlatma amacıyla kendi görüşlerini ada halkına anlatmaya başladı. Oysa halk, onun felsefesini anlayacak olgunluktan uzaktı. Hayy bunu anlayınca, "onlarla yumuşak bir tarzda gece gündüz görüşerek hem birebir hem de herkes önünde öğretilerini anlattı." Beklentisinin tam tersine, bu anlattıkları "halkın ona karşı nefretlerini artırdı ve ondan uzak durmaya başladılar." İbn Tufeyl'in anlattığına göre, adalılar aslında kötü insanlar değildi, ama yine de; Tabiatlarındaki kusurlar nedeniyle, doğru yolu seçmedikleri gibi, doğru kapıyı aramamışlar, doğru bir yöntemi de benimsememişlerdi. Bunun yerine, tıpkı dünyanın geri kalanı gibi sıradan yöntemlerle bilgi öğrenmeye çalışmışlardı. Hayy sonunda halktan umudunu kesti; zira "onlarla tartışmak” yalnızca inatlarını arttırıyordu. Halk aklını değil, dinini rehber almak istiyordu. Hayy da Prens Salaman'ın onları "yalnızca kurallara uyan ve ibadetlerini yapan insanlar" olarak yönetmeye devam etmesi gerektiğini anladı. Zira onlar için "yeni fikirler öğrenme ve akıllarını kullanma yerine, dindar atalarını taklit etmeleri" daha iyi idi. Bu dindar halkla karşılaşması Hayy'ı hayal kırıklığına uğratmıştı. Sonunda onları kendi hallerinde bırakıp, Hayy'ın adasına döndüler. Hayal kırıklığına yol açan karşılaşmalarının sonunda Hayy ve Absal, bu kavmi kendi sıradanlığı içinde bırakıp, Hayy'ın dünyasına dönmeye karar verdiler. İbn Tufeyl öyküyü, "böylece ölene kadar bu adada Tanrı'ya hizmet etmeye devam ettiler" sözleriyle tamamlıyordu. Hayy bin Yakzan güzel ve okumaya değer bir öyküydü ama asıl önemli olan yönü bu değildi. Thomas More'un Ütopya'sıve George Orwell'in Hayvan Çiftliği gibi felsefi bir romandı. Hatta yaygın kabule göre, o zamana kadar yazılmış ilk felsefi romandı. Romanın amacı bir fikri açıklamaktı. Buna göre insan akıl ve araştırma yoluyla hem tabiatı keşfedebilir hem de varoluş ve ahlaka dair en büyük soruya cevap bulabilirdi. Kitap aynı zamanda bireye, bilhassa aklını kullanmayı bilen bireye övgü niteliğindeydi. Birey, modern dönem mütercimlerinden birisinin ifadesiyle "toplumun, dilin ve dinin yardımı olmaksızın ve bunlar tarafından engellenmemesi kaydıyla" hakikati bulabilirdi. Günümüzde kimi okura bu fikirler çok çarpıcı gelmeyebilir. Zira hepimiz modernitenin içinde yaşıyoruz ve çoğumuz modernitenin felsefi önkabullerini benimsiyoruz. Oysa İbn Tufeyl'in romanını yazdığı devirde, savunduğu ilkeler oldukça olağandışı, hatta devrimci nitelikteydi. Etkileri devrim niteliğinde oldu...
·
83 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.