Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

DOĞRU BAKIŞ, DOĞRU TERCİH NASIL OLMALIDIR?
Herkese göre bir bakış mutlaka vardır. Herkes kendi gönlüne, ilmine, marifetine ve anlayışına göre nasıl anlamışsa öyle bakar, kararını öyle verir tercihini de öyle yapar. Doğru bakış, doğru tercih ise; bütün kulların Allah’a göre bakıp tercihini ona göre yapması, Allah’ın onun için tercih ettiğini tercih etmesidir. Peki, doğru tercih nasıl yapılır? Kul, Allah ile bakarsa tercihini Allah’a göre yapar, dolayısıyla da doğru tercih yapmış olur. Doğru bakmak için imanla, Kur’an’la, Allah ve resulüyle bakmak gerekir. Kul, böyle bakmazsa bu durumda ya nefsine, ya şeytana, ya da herhangi birine göre bakıp kararını ve hükmünü öyle verir, tercihini de öyle yapar. Bu bütün insanlar için geçerlidir. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz bir olaya bakarken onu nasıl anlayıp yorumlamışsa bizim de herhangi bir olaya bakarken onu öyle anlayıp yorumlamamız gerekir. Eğer Resulullah (s.a.v.) Efendimiz gibi bakarsak Allah’a ve resulüne göre bakmış, dolayısıyla doğru anlamış ve tercihimizi de doğru yapmış oluruz. Herkes kendi hayatı üzerinde söz söyleme hakkına sahiptir; ama söz hakkına asıl sahip olan sadece Allah’tır. Allah ayet-i kerimede “dünya da Allah’ındır, ahiret de Allah’ındır”1 buyurur. Eğer mülk Allah’a aitse, kullar da Allah’ın kuluysa o halde hem dünyada, hem ahirette, hem de kulları üzerinde söz hakkına sahip olan sadece Allah’tır. Söz hakkını Allah’a vermezsek mutlaka bir başkasına veririz. Söz hakkını, tercih ve bakış hakkını ya nefse ya şeytana ya da birilerine vermek insanın kendi aklını kullanması değildir; çünkü söz hakkını Allah’tan başkalarına vermek, insanın kendini ve aklını birilerine kullandırması anlamına gelir. İnsan, hiçbir zaman kul olmaktan kurtulamaz; çünkü insanın kul olması onun fıtratında mevcuttur. Kişi, Allah’a kul olmaz, Allah’ı rab olarak, ilah olarak kabul etmezse Allah’ın yerine başka rabler edinir. Hem de bir değil birçok rab edinerek ya nefsine, ya şeytana, ya da başkalarına kul olur; yani insan bir konuda Allah’ın sözleri yerine başkasının sözlerini tercih ederse o tercih ettiği kişinin bakışıyla bakıp onun tercihiyle tercih etmiş olur ki bu durumda ona tabi olmuş, ona uymuş, ona itaat etmiş, onu sevmiş, dolayısıyla ona iman etmiş olur. Böylelikle Allah’ın sözleri yerine tercih ettiği o kişi onun rabbi, onun ilahı olmuş olur. Doğru bakabilmek ve doğru tercih yapabilmek için mutlaka ferasetle bakmak gerekir. Ferasetin olmaması demek; karanlıktaki birinin karanlığa bakarak “ben görüyorum” demesidir. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz “mü’minin ferasetine karşı takva sahibi olun; çünkü mü’min, Allah’ın nuruyla bakar”2 buyurur. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz bu hadiste sanıldığı gibi “mü’minin ferasetinden korkun” dememiş “mü’minin ferasetine karşı takva sahibi olun” demiştir; ama takva kelimesi âlimlerimiz tarafından korku diye tefsir edilince sanki mü’minin ferasetinden korkmak gerekiyormuş gibi bir anlam çıktı; oysaki mü’minin ferasetinden korkulmaz! Peki, mü’minin ferasetine karşı takva sahibi olun demek ne demektir? Mü’min bir şey söylediyse onu ciddiye alın, onun söylediği önemlidir, onun verdiği karar da, yaptığı tercih de doğrudur; çünkü o mü’mindir, imanla, Allah ile bakar, böyle baktığı için bakışı da tercihi de doğrudur demektir. Birinde feraset yoksa bu durumda o, karanlığa bakmıştır. Karanlığa bakıp karanlıktaki karartıları görmüş ve onu anlamaya çalışmıştır ya da yolu görmeden hayal etmiş ve insanlara da bu hayalini anlatmıştır. Böyle yaparak da zannına, şeytanın verdiği vesveseye ve kendi vehmine uymuş, tabi olmuştur. Böyle birinin Allah yolu diye anlattığı bu vehmin, zannın, vesvesenin ciddiye alınmaması gerekir; çünkü Allah ayet-i kerimede “zan ilimden hiçbir şeydir”3 buyurmuştur. Hal böyleyken zannımıza uyar ve Allah’ın bizim için tercih ettiğini tercih etmezsek bu durumda zannı ilmin yerine koymuş oluruz, böylelikle de doğruyu asla anlayamaz, göremez, doğru bakamaz, dolayısıyla doğruyu tercih de edemeyiz. Evet, söz hakkına sahip olan sadece Allah’tır, dedik. Söz hakkını Allah’a değil de başkalarına verirsek sadece ebedi hayatımızı değil dünya hayatımızı da kaybetmiş oluruz. Ebedi hayatı olmayanın dünya hayatı da olmaz. Böyle birinin dünyadayken ne huzuru ne de saadeti olur! Bu yüzden ya sadece kendi kendini oyalamaya ve uyutmaya çalışır ya da kendini bir şeylerle sarhoş etmeye çalışıp gönül feryadını, ruhunun rabbini isteme feryadını bastırır, görmezden gelir; ama hiçbir zaman mutlu olamaz. İnsan sadece bedenden ibaret değildir ki zahiri olarak ona istedikleri verildiğinde mutlu olsun! Biri böyle düşünür, mutluluğu sadece bedenin isteklerinin yerine gelmesinde zannederse herhangi bir hayvan gibi, mahlûk gibi düşünmüş olur. Hâlbuki insan; Allah’ın yeryüzündeki halifesi, Allah’ın kendi ruhundan nefhettiği, melekleri ona secde ettirdiğidir, yerde, gökte, her ne varsa hepsini hizmetine verdiği varlıktır. Dolayısıyla Allah ondan Hz. İnsan olmasını, kendisine nefhettiği ruh olmasını, göklere, yerlere, dağlara yüklemeyi teklif ettiği emaneti taşımasını(4) ve o emanetin hakkını vermesini ister. Allah’ın insana verdiği emanet; Allah’ın kuluna nefhettiği ruhtur. Dolayısıyla o emanete sadakat; Allah’ın nefhettiği ruh olmak, Hz. İnsan olmak, Allah’ın nuru ve Allah’ın güzelliği olmaktır.
·
56 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.