Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

559 syf.
9/10 puan verdi
·
55 günde okudu
Kitapları ne öldürdü?
Bu kitap o kadar da uzun olmamasına rağmen belki de benim uzun sürede onu okumamla, belki de kendi yapısıyla, anlattıklarıyla, belki de yazarın anlatım tekniğiyle benim için hikâyenin de üstüne bir hikayeye sahip. Bu kitabı okurken yaşadıklarımı çok net hatırlıyorum. Bazı yerlerini nerede okuduğumu, nasıl tepki verdiğimi çok net şekilde hala hatırlamaktayım. Üstelik kitabı okurken ne düşündüğümü ve kitabı okuduğum süreçte düşüncelerimin kitabın ilerlemesiyle birlikte nasıl değiştiğini çok net hatırlıyorum ve uzun zamanlar boyunca da unutacağımı sanmamakla beraber her şeyin bir sonu var ve bu yazıyı da bir nebze bu yüzden yazdığımı unutmamam gerekiyor. Her şeyden önce bu kitabın benim beklentilerimi çok fazla aştığını ve tipik bir “ilk başlarda sıkıcı ancak sonra açılıyor” romanından çok daha fazla şey ifade ettiğini, hatta bir adım daha üste çıkarak herkesin okuması gereken bir kitap olduğunu kesinlikle söylemem gerekiyor. Peki neden? Notre Dame’ın Kamburu gerçekten de çok ilginç bir kitap. Kitabın ne kadar iyi olduğuna değinmeden önce belki de ilginçliğinden bahsetmek gerekiyor çünkü gerçekten de ilginç, ilgi çekici, farklı bir kitap bu. Kitabın ilk ve son yarısının konu hariç çok farklı durması, yazarın arada anlatıcı rolün bürünüp araya girip sonra yüzlerce sayfa bunu tekrar yapmaması ama her an durduk yere karşımıza çıkıp kendisinin romanda anlatıcı rolüyle var olduğunu bize hatırlatması, kitabın hiç beklemediğim kadar fazla mizah unsuru içermesi, karakterlerin ilk başta göründüklerinden çok daha fazlaları olmaları, hikayelerin birbirlerine bağlanacağını bilmemiz ancak nereden olacağını kestirmememiz. Kitap gerçekten de çok güzel. Önce anlattıklarına bakalım ve konusu üzerinden gidelim. Eğer yanlış öğrenmediysem bu kitap zamanında yıkılmak istenen Notre Dame kilisesine insanların dikkatini çekmek için yazılmış. Kitap bu amaçla yazılan bir kitap için o kadar güzel ki Hugo gerçekten bir dahi olmalı. Yani insanların dikkatini bir mekâna çekmek isteyen bir yazar bir mekanı ana karakter yapıp (evet, kitabın baş karakteri bir kilise) ancak üzerine bu kadar iyi bir hikaye yazabilirdi diye düşünüyorum. Kitapta anlatılan olay, kiliseyi tamamen işin içinden çıkarsanız bile çok hoş bir hikâyeye sahip ki bu temalı hikayelerden (aşk üçgeni diyebiliriz sanırım) nefret eden biriyimdir. Doğrudan aşk hikayeleri bile dikkatimi çekmez ancak yazarın bu aşk hikayesini ne kadar “aşk” üzerinden ele aldığı tartışılabilir. Kitap çok uzun olmamasına rağmen (Sefiller kadar değil mesela) o kadar fazla sayıda konuya değinmiş ki insan şaşırıyor. Başlarında bir tiyatro oyunu ve bu oyundan dikkatleri tamamen alan bir çirkin kral seçimi yapılıyor. Benim bu etkinliklere bu kadar uzak olmam mekanla ve zamanla alakalı olduğunu düşünüyorum ancak mekân sanırım daha baskın. Kitabın başındaki olaylar silsilesine o zamanlarda yaşayan bir Türk mü daha uzaktır yoksa şu an yaşayan bir Fransız mı tartışılabilir ama ben bu konuda paramı Türk’e basardım. Tiyatrodan çok halkın dikkatinin nereye yöneldiğine dikkat etmek istemiş bence yazar. Tiyatro, anlattığı hikâye için bile izlenilmiyor, genelde insanlar kostümlere bakıyorlar, ve en ufak dikkat dağıtıcı olayda hemen kafalarını bu tiyatrodan çevirip başka şeylerle ilgileniyorlar. Tiyatronun konumu resmen herkes odada otururken açık olan televizyondan farksız desek çok yanılmış olmayız. Çirkin kralın seçilmesiyle kafasını hemen ona çeviren halk, adeta tiyatrodan başka bir şey olması için medet umarmışçasına Esmeralda’nın girişiyle tamamen tiyatrodan tekrardan kopuyor. Halk topluca bir şeyler izlemek, yapmak istiyor ve tiyatro bunlardan en istemedikleri ancak başka bir şey olmadığında da tiyatroya gözlerini çevirip konusuyla hiç ilgilenmeden kostümlere bakıyorlar. Kitabın başında bu piyesin yazarı karakterimiz Pierre ana karakter gibi gözükecek olsa da sonradan gerçekleşen olaylar silsilesinin bir parçası sadece. Ana karakter olmaya uzak olmasıyla beraber olay örgüsündeki yeri yadsınamaz ve belki de Pierre bu garip alemler arasında kalmasıyla, görüşlerinin halktan uzaklığı ve bu uzaklık sebebiyle halkı tanımasıyla zamanının sanatçılarını (yazarlarını) anlatıyor olabilir diye düşünüyorum. Kitabın başlamasından kısa süre sonra ise bu yazarımız yazarlık kimliğinden tamamen kovuluyor ve başına gelen şeyler sonucu bir hırsıza dönüşüyor ancak onun hırsıza dönüşmesiyle beraber yazarımız da ondan uzaklaşıyor ve belki de gerçek ana karakterlere yaklaşıyor. Normalde incelemelerde kitabı bu kadar açıklamamaya çalışırım ancak bu kitap o kadar dolu bir kitap ki normal şekilde anlatamam gibi geliyor ve bahsetmeden geçmek istemiyorum bazı şeyleri. Bu noktadan sonra ise kitap ana olay örgüsüne daha çok yaklaşıyor. Çirkinler kralı Quasimodo, güzeller güzeli Esmeralda, çok da iyi bir karakter olmasa da kahraman Phoebe, başdiyakoz Frollo olayların içine giriyorlar. Bahsetmeden önce temelce özetlemek gerekirse Frollo bir din adamı ve ilişki yaşaması yasak. Yazar burada bastırılan dürtülerin ne kadar kuvvetli verici şekilde ortaya tekrar çıkacağından (Freud’u anımsatmış olabilir) bahsetmek istemiş olabilir. Esmeralda’ya karşı olan hisleri dışında Frollo çok akıllı bir insan. Her ne kadar bir simyacı olsa da kitabın en önemli konularından biri olan matbaanın mimariyi nasıl öldüreceğini anlatan ve bu düşünceye sahip olan insan da kendisi. Bir eliyle kitabı, diğer eliyle kiliseyi gösteren Frollo, burada hem matbaanın yaygın sanat olmasıyla beraber mimarinin “anlam taşıma” özelliğini yitirip matbaaya (yani edebiyata) kaybedeceğini söylerken aynı zamanda matbaa ile ortaya çıkacak ve hızlı yayılacak olan İncillerin insanların din hakkında kendilerine ait görüşler elde edeceklerine ve bu görüşlerin insanları kiliseden uzaklaştıracağına parmak basıyor. Her ne kadar roman çok sonradan yazılmış ve olaylar tamamen biliniyor olsa da 1482 yılında geçen bu romandan sonra 1517 yılında Luther King 95 maddelik reform bildirgesini yayınlamıştır. Böylece gerçekten de matbaa düşünceyi ortaya çıkarmış, özgür düşünce de kiliseyi yıkmıştır. Frollo bunu çok önceden görebilecek kadar akıllı bir insan olmasına karşın, yıllardır bastırdığı duygularının bir anda çok kuvvetli bir şekilde ortaya çıkmasından ötürü bu duygularının eseri olmuştur. Bu noktada Esmeralda’ya olan aşkı “Ya benimsin ya kara toprağın.” şekline gelmiştir. Burada ise bu durumun tam karşıtı olan, aşkını aynı yoğunlukta ancak çok daha farklı bir şekilde yaşayan çirkin Quasimodo’yu görüyoruz. Quasimodo gerçekten çirkindir. Her ne kadar kitapta onu sevsek de yüzüne bakacağımız zaman iğreneceğimiz bir insandır. Kitapta kadınlar Quasimodo geçerken gözlerini kapatırlar. Kendisi çirkinliğinden ötürü bebekken ailesi tarafından kilisenin bahçesine terk edilmiştir. Bu noktadan sonra onu Frollo sahiplenmiş ve yetiştirmiştir. Frollo onu kilisede zangoç yapmıştır. Bu Quasimodo için sevdiğiyle evlenmek gibi bir şeydir çünkü Quasimodo Notre Dame’ın kendisidir. Notre Dame’ın çıkıntıları ve girintileri kendi vücudunda oluşmuştur, her ne kadar çan çalmaktan kulakları sağır olmuşsa da kiliseyi işitebilen tek kişidir. Kendisinin hayatı tamamen zangoçlukla geçerken Frollo ondan Esmeralda’yı kaçırmasını ister. Ancak bu esnada kendisi Phoebe isimli şövalyeye yakalanır ve Esmeralda Phoebe tarafından kurtarılır. Böylece Quasimodo yargıya giderken Esmeralda ise Phoebe’ye kurtarıcısı olarak âşık olmuştur. Sağır bir yargıç tarafından yargılanan sağır Quasimodo, aralarında hiçbir mantıklı konuşma geçmemesine rağmen bir şekilde meydan cezasını çarptırılır. Bu esnada Esmeralda, hayatını adadığı Phoebus ile buluşur ancak gece onunla yatmakta emin değildir. Her ne kadar çok aşık olsa da, bu olay kendisi için çok önemlidir ve kendini geri çeker. Bu esnada Phoebus ile anlaşıp içeriye bir şekilde giren Frollo Phoebus’u bıçaklar. Burada kitapta hiç değinilmemesine rağmen Phoebus arkadan bıçaklanmıştır. Suç atılan Esmeralda ise Phoebus’un önündedir ve en basit kanıtla suçu temize çıkarılabilir ancak Hugo burada ikinci kez yargı eleştirisi yapar ve “büyücü, cadı” olduğu için yargı Esmeralda’yı ve hatta keçisini de cezaya çarptırır. Esmeralda ne olursa olsun iyi niyetli hareket eden bir kızdır ve Quasimodo meydanda cezasını çekerken ona su ikram eder. Hayatı boyunca Frollo hariç kimseden en ufak bir iyilik dahi görmeyen Quasimodo ise ona o an aşık olur. Quasimodo, Frollo, hatta biraz Phoebus, üçü de Esmeralda’ya aşıktır ancak çok farklı şeyler yaşarlar ve hissederler. Yazar burada harika bir noktaya değinmiş bence. Aşk denilen şeyi bir kalıba sokup tamamen onun üzerinden anlatmaktansa üç farklı insanın farklı şeyler yaşadığı ve hepsinin aşk şeklinde göründüğü olaylar anlatır. Quasimodo, Esmeralda’yı çok seviyordur, onun için her fedakarlığı yapar, kendisini onun için yeterli görmez. Belki de platonik aşkın bir örneği olabilir. Frollo ise Esmeralda’ya sahip olmak ister. Onu başkasıyla göreceğine onu kendi elleriyle öldürmeyi bile tercih eder. Aklından bir an bile Esmeralda’yı çıkarmaz. Phoebus ise, sadece farklı bir kadınla beraber olmak isteyen erkektir, ancak çapkındır ve âşık olmasını çok iyi bilir. Bu üç karakter üzerinden aşka çok iyi değinen kitapta Quasimodo Esmeralda’yı kurtarır ve kiliseye saklar. Kilisede en ağır suçlular bile dokunulmazdır. Frollo kıza kilisede sahip olmaya çalışır ancak bunu başaramaz ve hayatında ilk defa Quasimodo’dan dayağı yer. Hayatı boyunca hiç başdiyakoza karşı gelmeyen Quasimodo, onun Esmeralda’ya dokunmasına izin vermez. Ancak Quasimodo bunu Esmeralda’ya olan aşkından değil, Esmeralda’nın bu durumu istememesinden dolayı yapar. Kendisi Esmeralda’nın Phoebus’a olan aşkının farkındadır ve her ne kadar kendisi de âşık olsa da iki aşığın arasına girmek istemez. Frollo son ana kadar Esmeralda’ya sahip olmaya çalışır ancak başaramaz. Esmeralda’nın resmiyette eşi olan, ancak pek de ilişiği bulunmayan Pierre, Esmeralda ve keçisi arasından seçmini yapar ve keçi Djali’yi kurtarır. Esmeralda’yı almaya gelen çingeneler, sonrasında amaçlarını unutup kiliseyi mahvederken Quasimodo ile aralarında bir savaş geçer. Hugo ilk sahnede gibi son sahnede de karakter olarak halkı kullanır. İlk sahnede tiyatro izleyen halkın hareketlerini gözlemleriz, ayrı gayrı hareket etmezler, aralarından biri konuşursa da hepsinin ağzından konuşur. Son sahnede de çingelener tek bir halk halinde kiliseye gelirler. İlk başta Esmeralda’yı almaya geldilerse de sonradan yağma moduna geçerler. Bu esnada kral Paris’tedir ve olan bitenden haberdardır ancak halkın bu hareketini kendisinden daha az seviyede olan yöneticilere bir isyan olarak görür ve bunun için sevinir. Halkın Frollo’yu indirmesine karışmayacaktır çünkü kral bu yöneticilerin hakkından çok harcama yaptıklarını düşünüyordur ancak Hugo’nun değinmek istediği gibi kral halkına çok uzaktır ve durumu yanlış okumuştur. Halkın kiliseye savaş açtığını öğrenen kral, halka ne kadar uzak olduğunu bir kere daha ispatlayıp ordusunu halkın üzerine sürer ve kitabın sondan bir önceki aşamasını izleriz. Çok fazla anlattım ama sonunu anlatmayacağım. Kitap çok kısa olmasına rağmen uzun soluklu bir dizi olabilecek kadar içeriğe sahip gerçekten. Hugo uzun zamandır aklında olan konuları bu kadar iyi bir hikayeyle bağlayıp o kadar iyi anlatmış ki kalkıp alkışlamamak elde değil. Kesinlikle en beğendiğim kitaplardan biri oldu. Kiliseyi inciğine cinciğine kadar anlatması çoğu insanı kitaptan bezdirmiş olsa da kilisenin de aslında bir kitap olduğunu unutmamak gerek. Kendisinin de dediği gibi her sütün bir paragraftır. Mimarinin detaylarında okumak yapmak mümkündür. Ancak biz şu an bu okumayı yapamıyoruz. Paris’i bu kadar sevmesi ve böyle seve seve anlatması hoşuma gitti. İsterdim ki İstanbul için de aynı kitap olsun ve biz Ayasofya’mızı doya doya okuyalım ancak yok maalesef. Kitabın üslubu insanlara sıkıcı gelse de kesinlikle öyle olduğunu düşünmüyorum. Kitabın çıktığı zamanın aksine inanılmaz fazla kaynağa sahibiz, isterseniz internette kilise de 3d tur bile yapabilirsiniz. Bu muhteşem kitabın geçtiği kiliseye mutlaka bir bakın derim. Genel olarak kitabı ne kadar beğendiğimi anlamışsınızdır. Bu kitap gerçekten de herkesin okuması gereken bir kitap ve ben bunu kolay kolay söylemem. Anlattığı şeyleri mutlaka herkesin bilmesi gerekiyor. Yaşıyor olsaydı gidip Hugo’nun elini öperdim ya da onların adetinde saygı göstermek nasıl yapılıyorsa onu yapardım işte. Ancak kitap bu kadarla kalmamalı. Sadece okuduklarımız değil, düşündüklerimiz de olmalı. Sizce kitapları ne öldürdü. Bu konu hakkında mızmızlanmak hiç istemiyorum ancak insanların eskisi kadar kitap okumadıkları aşikâr. Biz bir elimizi kitaba uzatırken elimizi neye koyacağız? Bence önce radyoya koyacağız, sonra ise ekranlara. Radyo programları ve müzikler gelişen teknolojiyle insanların anlatıları için çok iyi bir yere dönüştü. Her ne kadar çok büyük bir devrim olmasa da özellikle sonrasında yaşanan ekran devrimiyle beraber en eski zamanlarda tiyatronun (bu kitapta da görmek mümkün) ne kadar önemli olduğunu şu an sinemayla beraber yaşıyoruz. Anlatılan hikayeler sinemada anlatılıyor, insanların tarihi olarak neler yaşadığını sinemada görüyoruz. Sinemadan daha kısa, parça parça halinde olan diziler ortaya çıktı, daha da kısalarak videolar haline dönüştüler ve şimdi YouTube’dan çıkamıyoruz resmen. Yanlış anlaşılmasın, ben bu durumu eleştirmiyorum. Yalnızca insanoğlunun anlatacak şeylerini kendinden taşırması sonucu “iletişim” kavramının ne kadar yayıldığına ve hangi araçla yayıldığına dikkat çekmek istiyorum. Bugün ellerimizde daha da küçük ekranlar ve daha da kısa videolar var. Her insanın anlatılacak bir şeyleri var. Bir zamanlar bu yıllarca inşası süren mimariyle oluyorken bugün 10-15 saniyelik videolarımız var. Yani kitabı da öldürdüler. “Artık neden böyle binalar yapmıyoruz? Neden kitaplar okunmuyor?” sorularının cevabı bu kitapta açık bir şekilde verilmiş. İnsanların ana kaygısı estetik değil, anlatmak, iletişim. Bu noktada estetik kaygıları bulunan ve iletişim kurarken estetik kaygılarına dikkat ederek bunu yapanlara “sanatçı” diyoruz belki de. Hayatımızın büyük bir kısmını iletişim kurarak geçiriyoruz. Bu sadece sohbet muhabbet değil, videolar, tiyatro, sinema, reels videoları, kitaplar, mimari, heykel sanatı, bunların hepsi insanların anlatacak hikayelerini farklı iletişim yollarıyla bir diğer insanlara, hatta ömrüne bağlı olarak bir diğer nesle anlatmasından ibarettir. Şu an bu yazıyı yazmam da bu iletişimin güzel bir örneğidir. Peki gelecekte ne olacak? Yapay zekalar, sanal gerçekliklerin havada uçuştuğu bir ortamda kim, kimi öldürecek? Sizce şu an herkesin bağımlısı olduğu bu kısa videoların yerini ne alacak? Daha da kısa bir yöntem bulunacak mı? Köklerimize geri mi döneceğiz. Frollo gibi bunu net bir şekilde söyleyebilmeyi isterdim ancak bunu zaman gösterecek diyor ve tahminlerimi kendime saklıyorum. Ancak şu kesindir ki insanoğlu her zaman hikayelerini diğer insanlara anlatmaya devam edecektir.
Notre Dame'ın Kamburu
Notre Dame'ın KamburuVictor Hugo · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202232,6bin okunma
·
95 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.