Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Gelin Hep Birlikte İnsanoğlundaki Nefisleri Tanıyalım .
🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀 Nefsî tezkiye . 🍀 Nefsi tezkiye; öncelikle onu küfür, cehâlet, kötü hisler, yanlış îtikadlar ve fenâ ahlâklardan temizlemektir. Yâni şer’-i şerîfe aykırı her türlü îtikâdî, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra da, îmân, ilim, irfân, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takvâ hasletleriyle terbiye ve tezyîn ederek, onu rûhâniyetle doldurmaktır. Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu sûretle rûhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu da ancak nefse karşı irâdeyi güçlendirecek olan riyâzât yoluyla, yâni yiyip içme, uyuma ve konuşmada îtidâle riâyet gibi usûllerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta nefsi dizginlemenin usûlü; kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak) ve kıllet-i kelâm (az konuşmak)’dır, denilegelmiştir. Çünkü bunlar riyâzât ile nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Fakat her hususta olduğu gibi, bu usûlleri tatbikte de îtidâli elden bırakmamak gerekir. Çünkü beden, Allâh’ın insanlara bir emânetidir. Yâni kul, nefsini tezkiye ederken ifrat ve tefritten sakınmalı, onun azgınlıklarına set çekeyim derken, riyâzât ve mücâhedede aşırılığa düşmemelidir. Çünkü din, bütün hâl ve davranışlarda îtidâli emreder. İnsanlara her türlü ifrat ve tefritten uzak durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak sûrette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, bu, matlûb da değildir. Buna göre nefsin tezkiye edilmesi, nefsânî temâyüllerin ilâhî emirler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir. Nefsin terbiye ve tezkiye edilmesi, beşerî âkıbetin felâket veyâ saâdet olarak gerçekleşmesinde en belirleyici faktördür. Bu terbiye ve tezkiye için evvelâ ilâhî irâdeye râm olup şehevî ihtiraslar ve çirkin hâllere karşı koymaya çalışmak îcâb eder. Her mü’min, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hîçlik ve câhilliğini idrâk ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemâliyle kavramalı ve fiillerine bu idrâk ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdirde, -Kur’ânî tâbirle- “kötülüğü şiddetle emreden”[1] nefs, mezmûm sıfatlardan arınıp makbûl bir hâle gelir. Nefsi emmare . 🍀 Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrîk eden en süflî durumdaki isyankâr nefstir. “Emmâre” çok emredici demektir. Bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne maksadı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibârettir. Şehvetin esîri, şeytanın avânesi olmuş; keyfine, zevkine, günâha düşkün olan nefstir. Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek, onun arzularına tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir. Aslında nefs-i emmâre, sâhibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. Nitekim bu husûsu İbn-i Atâullâh el-İskenderî şöyle îzâh eder: “...Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki senin aleyhine çalışır. Üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. Oysa şeytan bile hiç olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Çünkü Ramazan’da şeytanlara kelepçe vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devâm eden cinâyet, hırsızlık ve ahlâksızlık vak’aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir.” Cenâb-ı Hakk’ın: “Muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder.” (Yûsuf, 53) âyet-i kerîmesindeki beyânı, bu mertebedeki nefse dâirdir. Diğer taraftan insanın mânevî âlemdeki mevkii itibâriyle nefs-i emmâre, hayvanât içerisindeki zehirli yılana teşbîh edilegelmiştir. fiüphesiz ki böyle bir teşbîhle, nefsin tehlikelerine ve fecî âfetlerine dikkat çekmek murâd edilmiştir. Nitekim şâir Nev’îzâde Atâî, bu hakîkati şöyle dile getirir:                                  Döndü ahlâk-ı zemîme mâre                                  Şâh-ı mârânı anın emmâre "Her kötü ahlâk, bir yılana benzedi. Bu yılanların şâhı da, nefs-i emmâre oldu." Bu yüzden akl-ı selîm sâhibi her mü'min, nefs-i emmâre ile dâimî bir cihâd hâlindedir. Bu cihâdda akıl ve irâde kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha büyük bir ziyân düşünülemez. Zîrâ nefs, pek çok ulvîliklere mazhar olan nice kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifâde ile, ebedî hüsrân ve bedbahtlığına âmil olmuştur. Ancak Allâh’ın yardım edip koruduğu ihlâslı kullar bundan müstesnâdır. Nitekim Mısır azîzinin hanımı Züleyhâ ile Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- arasında geçen şu hâdise pek ibretlidir: Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere Yûsuf -aleyhisselâm-, büyüyüp gelişmiş, güzelliğiyle gösterişli bir genç olmuştu. Onun bu hâli, yaşadığı evin hanımı olan Züleyhâ’yı değişik düşüncelere sevk etmişti. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde bu hâdiseyi şöyle bildirir: “...Kadın, O’nun nefsinden murâd almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve: «–Sana söylüyorum; haydi beri gel!» dedi. O ise; «(Hâşâ), Allâh’a sığınırım! Zîrâ kocanız benim velînîmetimdir; o bana güzel davrandı. (Bana güzel bir mevkî verdi). Gerçek şudur ki, zâlimler aslâ felâh bulmaz!» dedi.” “Andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işâret ve îkâzını görmeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte böylece Biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (bürhânımızı gösterdik). Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yûsuf, 22-24) Yûsuf -aleyhisselâm-, Allah Teâlâ’nın lutf u keremiyle mânevî yardımlara nâil olmuş ve böylece nefs-i emmâreyi temsîl mevkiindeki Züleyhâ’ya meyletmekten kurtulmuştu. Biz âciz kullar da, Cenâb-ı Hakk’a takvâ ile yönelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hâllerinden uzak bulundurmak mecbûriyetindeyiz. Nefsi levvame .🍀 Levm etmek, kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allâh’ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdânı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefstir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara düşmekten de kendini kurtaramaz. Rûh-i sultânî, hayvânî rûhun esâretinden kurtulup ondan ayrıldığı için, günahların hemen akabinden pişmanlık zuhûr eder. Kul nefsini kınar ve istiğfarda bulunur. Ancak nefs, henüz mağlûb edilemediğinden tevbede tam olarak sebatkâr olunamaz. Böyle kimseler, kötülüklerden vicdânen rahatsız olsalar bile, hâriçten gelen menfî tesirleri reddedebilecek dirâyet henüz kendilerinde gelişmediği için günahlardan kurtulamazlar. Meselâ arkadaşlarını kıramadığı için onlarla birlikte günâha dalmak gibi... Böyleleri, ekseriyâ yaptığı hasenât ile mesrûr, işlediği seyyiât ile de mahzundur. Şehevî arzuların taşkınlıklarından kendini korumaya ve onlara direnmeye çalışmaktadır. Tevbe temâyülleri kuvvetlenmiştir. Kalbi bir miktar nurlanmış ve o ölçüde de gafletten uyanmıştır. Böyle kimselerin, Allah Teâlâ’nın emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri ekseriyetle Allâh içindir. Ancak ilâhî ilhâmların bahşettiği huzûr ve sükûna tam mânâsıyla kavuşamadıklarından, Allâh için yaptıkları sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler. Yâni nefs-i emmârenin bâzı kötü huyları devâm etmekte, ancak kul bu hâlinden dolayı kendini kınamaktadır. Nefsin vâsıl olduğu bu merhalenin ismi, Kur’ân-ı Kerîm’deki: “Levvâme (pişmankâr) nefse kasem ederim…” (el-Kıyâme, 2) âyetinden gelmektedir. Nefsi mülhime .🍀 Nefsin bu mertebesinin “mülheme” tâbiriyle ifâde olunması da Kur’ân-ı Kerîm’deki: “Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip, ona fücûr ve takvâsını ilham edene andolsun!” (eş-Şems, 7-8) âyetlerinden gelmektedir. Nefs-i mülheme, ilhâma mazhar olan nefstir. Nefsin bu merhalesini yaşayanlar, ilâhî emir ve yasaklara güzelce riâyet bereketiyle, ledünnî hakîkatlerden, mârifet ve keşiften de bir nebze nasibdâr olmaya başlarlar. Kul, aşk ile rûhlar âlemine müteveccih bir hâle gelir, taraf-ı ilâhîden bâzı ilhâmlara ve kısmen Rabbânî esintilere mazhar olacak bir kıvâma ulaşır. Lâkin bu ilham esintilerinin Rahmânî olup olmadığını anlayabilmek için, bir mânevî rehberin kontrolüne mutlak sûrette ihtiyaç vardır. Zîrâ girilen mücâhedede nefs mağlûb durumda ise de, yine boş durmayıp rûh-i sultânîyi gâlip mevkiinden düşürmek için gizli hîle ve vesveselerle kalbi meşgûl etmeye devâm eder. Bu sebeple mülheme mertebesindekilerin Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslîmiyetleri, kâmil mânâda değildir. Yâni zâhirî ve fiilî kemâlât, henüz bâtında gerçekleşmemiştir. Kötü ve çirkin huylar, çoğu kez fiiliyâta geçmese de hâlâ mevcuttur. Zâhirî sebep ve illetler âleminden hakîkat iklîmine henüz geçilememiş ve bu sebeple de tereddüt, kuruntu, gönül darlıkları, vehim ve ihtiraslar tamamen atılıp, teslîmiyetin huzur ve saâdetine kavuşulamamıştır. Gönüller, geçim ve ikbâl kaygıları gibi çeşitli tûl-i emellerle muzdariptir. Bugünün rızkına nâil oldukları hâlde yarınki rızıkları için endişe duyarlar. Zâhiren Cenâb-ı Hakk’ın “Rezzâk” sıfatını kabul ederlerse de belki farkında olmaksızın, kalben duydukları endişeyle bu sıfat-ı ilâhiyyeye îtimatsızlık mevkiinde kalabilirler. Bu ve benzeri diğer hâllerde de; Allâh’ın takdîrine rızâ, O’na teslîmiyet ve tevekkül, -henüz kalben ve tahkîkî olarak gerçekleşmediğinden-, sûretâ ve taklîdî bir şekilde îfâ edilmektedir. Yine bu merhalede, nefsin arzu ettiği şeyleri terk edip, istemediklerini yapmak sûretiyle, nefs terbiyesinde bir nebze muvaffak olunmuştur. Ancak rûh-i hayvânî mağlûb olmuşsa da rûh-i sultânîden kaynaklanan temiz huylar ve güzel ahlâk henüz tam olarak yerleşmemiştir. Bunun yerleşmesi, sâdece nefsin hoşlandıklarını terk edip hoşlanmadıklarını yapmakla, yâni sırf riyâzet ve mücâhede ile mümkün olmaz. Bunlarla birlikte “zikrullâh”a da ihtiyaç vardır. Fakat kalb, dünyevî endişe ve ihtiraslarla meşgûl bulundukça, zikrin safâsına ve netîcede itmi’nâna eremez. Zikrullâhın, âdâbına riâyetle îfâ edilebilmesi için de ehlullâhın mânevî irşâd ve rehberliğine ihtiyaç vardır. Ne zaman ki kul, bir tedâvî ve telâfî maksadıyla değil de, derin bir zevk ve lezzet hâlinde, aşk ve vecd içinde Rabbini zikretmeye başlarsa, o an zikrin gerçek safâsına nâil olur. O zaman Rabbânî ilhâmlarla kâinâtın sırlarına vâkıf olur, orada sergilenen ilâhî kudret akışlarına hayran kalır ve gönlü mutmain olur Cenâb-ı Hakk’ın: “(Resûlüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır.” (en-Nahl, 125) buyruğundan hisse almaya başlar, sözleri güzel ve hikmetli olur. Çünkü o, artık ilhâma mazhar olmuş bir kuldur. Bu minvâlde mesâfe alındıkça da hayvânî rûh, yâni nefs, sultânî rûhun emrine râm olmaya ve bu sâyede de süflî temâyüllerin iğvâsından kurtulmaya başlar. Müsâmaha, sabır ve tahammül gücü artar; tevâzû, kanaat ve cömertlikte yüksek bir seviye kazanır. Nefsi mutmainne .🍀 Kullukta tahkîke yükselmek ise şeriat, tarîkat, hakîkat ve mârifet sıralamasındaki “hakîkat mertebesine” vâsıl olmak demektir. Erişilen bu kemâlât, mes’ûliyet anlayışında da yüksek bir hassâsiyeti berâberinde getirir. Şöyle ki, şer’an âkıl-bâliğ olmayanlar, dînin hükümlerinden mes’ûl sayılmazlar. Mes’ûliyet ancak âkıl-bâliğ olanlara âittir. Bunun gibi, tasavvufî yollardan birine intisâb eden bir sâlik de, seyr ü sülûkünü tamamlayıncaya kadar, mâsum bir çocuk gibi kabul edilerek tarîkat âdâbına dâir kusurları cihetiyle hoşgörülür. Zîrâ tarîkatte sâlik, ancak seyr u sülûkünü tamamladığı anda “rüşd”e ermiş sayılır. Artık, şeriat gibi tarîkat âdâbına dâir işlediği kusurlardan da mes’ûl olur. Ancak “hakîkat” cihetine dâir kusurlarından henüz mes’ûl sayılmaz. Bu mes’ul olmama durumu, mutmainne mertebesine adım atınca mes’ûliyete dönüşür. Zîrâ mutmainnede “hakîkat” cihetiyle de rüşde ermiş olur. Bu sebepledir ki şeriatte mübâh olan bâzı şeyler, tarîkatte küçük günah gibi telâkkî edilir. Tarîkatte küçük günah olan şeyler ise, hakîkat ve mârifette büyük günah gibi ciddî ve mühim addedilir. Meselâ şeriatte, doyduktan sonra yemek israftır. Tarîkatte ise doyuncaya kadar yemek israftır. Hakîkatte, kifâyet miktarını Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır. Mârifette de, bütün bunlara ilâveten nîmetlerdeki ilâhî tecellîleri görmeden yemek israftır. Zîrâ Cenâb-ı Hak her şeyde kendi varlığına bir işâret sunmaktadır. Diğer bütün hususlarda da durum bunun gibidir. Nefsi radiyye .🍀 Bu âyet-i kerîmede ifâde buyrulan “sabredenler” zümresinden olabilmek, ancak Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine -velev ki o takdîr, umulduğu ve beklendiği gibi tecellî etmese bile- râzı olmak ve aslâ isyâna düşmemekle mümkündür. İşte nefs-i râdıye de, ilâhî irâdenin hayır veya şer olarak tecellî eden bütün kazâ hükümlerine tereddütsüz teslîm olup rızâ gösterenlerin, aslâ şikâyet etmeyenlerin makâmıdır. Bu makâmın imtihanları öncekilere nisbetle daha ağırdır. Zîrâ insan mânen yükseldikçe iptilâlar artar. Nitekim Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mâruz kalır.” (Tirmizî, Zühd, 57) İnsan, ancak nefs engelini aştıktan sonra, iptilâ ve meşakkatlere lâyıkıyla sabır gösterebilecek ve onları verene karşı râzı olabilecek bir dirâyete erişir. Bunlar, mâneviyat yolunun cilveleridir. Onun için büyük mükâfâtlar, dâimâ büyük mukâvemet, sabır, sebat ve tahammüllerin ardından gelir. Bu mertebedeki mü’minlerin nazarında, hayatın gam ve sürûru birdir. Zîrâ dünyâya kalben bağlanmadıkları için, hayâtın sevinç ve kederleri onlar için müsâvî hâle gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdîr olunmuşsa hepsini Cenâb-ı Hak’tan bilip râzı olurlar. Aşağıdaki şu mısrâlar, bu hâli ne güzel ifâde eder: Hoştur bana Sen’den gelen, Ya gonca gül, yâhud diken! Ya hil’at ü yâhud kefen Kahrın da hoş, lutfun da hoş! Gâyet kolaylıkla söylenebilen şu kıtadaki gerçeklerin yaşanmasındaki büyük güçlük, iyi kavranmalı ve takdîr olunmalıdır. Ancak râdıye makâmında gerçekleşebilen bu veya benzeri sözleri, nefsinde bir varlık vehmine kapılarak veya taklid hevesiyle, vaktinden önce ve fütûrsuzca terennüm etmekten sakınmak gerekir. Zîrâ bu takdirde onlar birer iddiâ mâhiyetini taşırlar ki, Cenâb-ı Hak kulunun söylediği bu sözde samimi olup olmadığını imtihan ederse, pek çok kulun bu yolda yaya kalacağından korkulur! Râdıye makâmındaki bir kul, esrâr-ı ilâhîye muttalî olmaya başlar. Vahdet-i ilâhîyi kâmil mânâda idrâk ederek, mânâ âlemindeki kemâlâtı müşâhedeye nâil olur. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının husûsî tecellîlerine mazhariyetle şereflenir. Onun şahsiyeti, hayrın, güzelin ve doğrunun feyyâz bir menbaı hâline gelir. İlâhî emir ve yasaklara huzûr ile ittibâ eder. İbâdetler, hâlisâne ve Allâh için îfâ edildiğinden, aslâ yorgunluk vermez. Zîrâ yorgunluk veren ibâdetlerin içyüzünde, ya mertebeler aşmak ya da kerâmet ve keşfe nâil olmak veyahut buna benzer maksatlar vardır. Bir kimse böyle emeller peşinde olursa, o emellerle kendi kendisinin yolunu tıkamış ve bütün emeklerini boşa harcamış olur. Böyle olunca da zikri ve fikri unutturan bir yorgunluk belirir. Bunun için, seyr u sulûkün başından sonuna kadar Allah rızâsından başka hiçbir emel beslenmemelidir. Hak Teâlâ, biz kullarına şah damarımızdan daha yakındır. Mühim olan bizim de bu yakınlığı idrâk ederek Rabbimizin yakınlığına nâil olabilmemizdir. Cenâb-ı Hak kullarından râzı olur. Yeter ki, kulları da O’nun yolunda gayret etsin, O’nun takdîr ve kazâsına rızâ göstersin, muhâtab olduğu ilâhî imtihan tecellîlerini olgunlukla karşılayabilsin ve O’ndan râzı olsun. Nefsi marziyye .🍀 Cenâb-ı Hakk’ın bizzat râzı ve hoşnût olduğu bir nefs olan merdiyyede kötü huylar yok olmuş, güzel huylar ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Öyle ki; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet, cömertlik, affedicilik ve hassâsiyet onda bir lezzet hâlindedir. Bu mertebedeki bir mü’min, nefsini en güzel bir şekilde muhâsebe ve murâkabe eder. Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytânî hîlelere karşı boş bulunmaktan sakınır. Yine bu mertebede kul, her hâlükârda ve bütün mevcûdiyetiyle Hakk’a teslîm olmuştur. Allah’tan gelen kahır veyâ lutuf tecellîlerinin her ikisine de gösterdiği rızâ bereketiyle ebediyet âlemine göçerken, ilâhî rızâ ile müjdelenerek kendisine Cennet hil’ati giydirilmiştir. Yukarıda da zikredilen: “Sen O’ndan, O da senden râzı olarak dön Rabbine!” (el-Fecr, 28) âyetindeki “Rabbin de senden râzı olarak” hükmü, bu hâli ifâde etmektedir. Ayrıca Beyyine sûresinin 8. âyetindeki: “...Allâh onlardan hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan hoşnût olmuşlardır...” beyânı da bu hakîkatin diğer bir ifâdesidir. Bu hâl ve hakîkatlere nâil olan bir kul, artık hâdisâtı “hakka’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. Allâh’ın izniyle bâzı gaybî sırlara vâkıf olabilir. Cenâb-ı Hak; rızâ, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle böyle kullarının -âdetâ- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli… olur. Onların hâline, kâline ve güzel ahlâkına tesir kuvveti ihsân eder. Yâni nefs-i râdıye makâmında müşâhede ettiği kemâlât tecellîlerini, şimdi bizzat nefsinde tatmakta ve o hâllerle hâllenmektedir. Sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ gibi hasletler, onun davranışlarının hâkim vasfı durumundadır. Nefsi kâmile .🍀 Nefs-i kâmile, tezkiye netîcesinde arınmış, sâf, berrak, ulvî ve olgun nefstir. Bütün mârifet sırlarının tahsîl edildiği ve ancak Cenâb-ı Hak tarafından vehbî olarak lutfedilen bir makamdır; Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edilmez. Kader sırrına mebnî, ilâhî bir ihsandır. Nefs-i kâmileye erişenlere umûmiyetle irşad hizmeti tevdî edildiğinden bu makâma aynı zamanda “İrşad Makâmı” da denilir. Cenâb-ı Hak, bu makamdakilerin hâl ve davranışlarındaki mükemmellikle, insanları gafletten îkaz edici bir tesir halkeder. Böyle zâtlar, bir fâsık ile görüşseler, o fâsığın hâlini anlar, kalbî hastalıklarının ilâcını, hâl lisânıyla kendilerine bildirirler. Fâsık, eğer kalbi mühürlenmemişse insafa gelir ve pişmanlıkla gafletten uyanır. 🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀 🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀🍀
··
1 artı 1'leme
·
130 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.