Kendi küçük sosyal grubumuzda kendimizi değerli hissetme isteğimiz, sevdiklerimizle bir takım duygularımızı paylaşmak, saygı duyduğumuz insanlara karşı kısmi taklit etme yatkınlığı gibi durumlar, insanın sosyal doğasının doğurduğu çok normal davranışlardır. Fakat insan artık ne kadar isterse istesin küçük yaşam alanını muhafaza edemez çünkü dünya, teknolojinin de gelişmesiyle küresel bir köy haline geldi. Eskiden sözüne değer verdiğimiz bir veya birkaç otoriter figür varken şimdi elimizi sallasak bu figürün binlercesine denk geliyoruz. Nasihatlere, öğretilere, derslere, çözüm yollarına hatta fikirlere global çapta çok fazla maruz kaldığımız için hepsi bizim gözümüzde bayağı ve değersiz hale geliyor. Tıpkı sözüne önem verdiğiniz yaşlı bir komşunuzun, her gün aynı nasihati size fısıldaması gibi sıkıcı bir duruma dönüşüyor. Sözü söyleyen de söz de hükmünü yitiriyor. Yine de büyük bir dünyanın içinde yaşamaya devam ediyoruz ve duruma ayak uydurmak gibi bir özelliği vardır insanoğlunun. Bu adapte olma sürecini çok hızlı yaşayan nesiller olarak henüz sindiremedik. Dünyada her kapının çalınabilir olması, sosyal kıtlıktan çıkan insanlar için büyük bir konfor alanı oluşturdu. O yüzden ulaşılabilirliğe kapılarımızı sonuna kadar açtık. Küçük dünyalarımız varken evde pişen bir yemeği "Kokmuştur, komşuya da götüreyim." iyi niyetiyle dünyada yer edinen insanlara, birden bütün dünyayı komşu ilan ederseniz seyirlik bir durum meydana gelir. Elinde avucunda ne varsa paylaşmak isteyen, anadolu irfanıyla yetişen güruh, gerçekten zarar görene kadar ya da gerçekten zarar göreni görene kadar mahremiyet hürriyetini sürgüne yollayacaktır. Bu hürriyetin sürgünden dönmesi maalesef çok zordur. Ciddi bir bilinç ve irade ister. Çünkü çoktan insanlar sahte övgülerle, beğenilerle yarışa dahil edilmişlerdir. Maalesef bu kocaman dünya köyü, bizim alıştığımız sevimli mahalle ahlakından uzak. İnsanların birlikte büyüme ve mutlu olma kaygısı yok. Bu köyün muhtarı, düzeni en iyi olmaya özendirmek üzerine kurmuş. En iyiye yaklaştığınız ölçüde bu köyde varsınız. İşte bu yüzden hep yarışmak zorundasınız ve rakibiniz bütün dünya insanları. O halde dik durmalı ve hep en iyi yanlarınızla görüntü vermelisiniz. İşte teşhir bataklığının en korkunç yanı. Herkes en güzel yanını sergilese de başkalarının en güzel yanlarını gördükçe kendi güzelliği sıradanlaşıyor. Oysaki herkes ördek sendromu yaşıyor. Ördekler suyun altında ayaklarını çırparak büyük bir mücadele verir. Kimse suyun altındaki gerçekliği görmez. Bu yüzden ördeklerin sakince yüzdüğünü ve efor sarf etmediğini düşünür. Bizler de tüm güzel olanların çabasız ve sürekli olduğu algısına kapılıp başkalarına imreniyoruz. Bu da daha çok, tek başımıza suyun altında çırpınmamıza sebebiyet veriyor ama yarış haline girdiğimiz insanlara poz vermekten geri duramıyoruz. Anlık zaferlerle tatmin olsak da sürekli kazanamayacağımızı bildiğimiz bu yarış hayatı, bizi koca dünyada yalnız başına koşuşturan insanlar haline getiriyor. Bu durumda, yalnızlıktan kurtulmak için bir parça kendimizi göstermek de teşhirin son ayağı oluveriyor. İnsan bu kez de kendini bütün dünyaya kabullendirmek kaygısına düşüyor. Yerel bir lezzeti yabancı bir ülkede satmak için, o ülkenin kültürüyle bezemek kaygısı gibi, insanlar da kendilerini başkalarına kimi zaman kabullendirmek kimi zaman beğendirmek kimi zamansa ispatlamak adına, çiğ köfteyi suşi yosununa sarmışcasına şekilden şekile girebiliyorlar. İşin en ilginç yanı, dışarıdan bakıldığında herkes absürt görüntünün farkında olup şikayetçisi olsa da içinde bulunduğunu fark edemiyor ya da kabullenemiyor.
Velhasıl, bu sahte hayatın ve yarışın çözümü bu köyün muhtarı olmaktan geçiyor. Dünya köylülerinin teşhirlerini, alay konusu yapıp küçük düşürme ahlakı oluşturmadığımız sürece bireysel olarak ne kadar karşı koyarsak koyalım, bu sahte dünyanın vatandaşı olmaktan öteye gidemeyiz.