Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Tasavvuf dediğiniz yaşam
academia.edu/115502031/Tasav... “Tahammül mülkünü yıktın Hülagû Han mısın kâfir, Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir" Nedim Tasavvuf dediğiniz yaşam, kendi kurallarına kafa tutan bir hayata, asla izin vermez. Ya, zevke sefaya sırt çevirerek Sonsuz bir hayat olan Tasavvuf'un kurallarına göre yaşarsınız ya da zevk ve sefa içerisinde ama fani olan bir hayatı seçersiniz. Sanırım İnsanlar hep bu ikilem içerisinde yaşıyorlar. Ta Hâbil ile Kâbil'den, Moğol istilalarına ve bugüne dek... Çocukluğumun bütün yaz mevsimleri, büyükbabamın insanlar tarafından sürekli ziyaret edilen dergah olan evinin bahçesinde ve çevresinde bulunan göllerin kenarında, ağaç evi adı verilen ağaç tepelerindeki tek göz odanın olduğu çınar ağaçlarında ve özenle aşılanan lale tarhları arasında geçti. Saatler süren bir yolculukla giderdik büyükbabamın evine ve sonbaharın sert, keskin rüzgarları esmeye başlayınca da aynı yoldan geri dönerdik evimize. Yazları şehirdeki evler sıcaklardan kavurulurken, büyükbabamın evi püfür püfür yelin estiği, ferahlık veren serin bir yerdi. Çocukluğumdan bugüne aklımda kalan bütün çocuk oyunları, bu evin, göl kanarlarında, bin bir renkli lalelerin sardığı tarhlar arasında koşuşturduğumuz anlardan hatıra kalmıştır bana. O evin bahçesi biz çocukların, kanatlarımız olsa hiçbir engel tanımadan uçabileceğimiz masalsı yerlerdi. Çocuk cennetiydi, çünkü akrabalarımızdaki bütün çocuklar koşa koşa gelirdi buraya. Kadınlar, bir de çocuklar... Erkekler şehirde işte güçte, bizler de burada... Cuma sabahları evde, bostandan ellerimizle kopardığımız taze salatalıklar, kıpkırmızı enfes kokulu domatesler ve nefis peynirlerle kahvaltı yapıp. Ardından Mesnevi ve Kuşdili gibi hikmetli hikayeler anlatacak olan büyükbabamın yolunu gözlerdik. Sabahtan akşama kadar oyun oynar, enstrüman çalmayı öğrenir ve Cuma namazına kalabalık çocuk grupları halinde namazı büyükbabamın yanında kılmak için yarışırdık. Moğollardan bile betersiniz! Bazen oyunlarımız namaz saflarına taşar, birbirimize gülüşürdük, namazdaki cemaatle namaz kılmaya çalışan büyüklerimizi kızdırırdık. İşte böylesi durumlarda yaşlı amcalar namazdan sonra, bizleri azarlarlar ( "Moğollardan bile betersiniz!") ve dışarıya çıkarmaya çalışırlardı ama büyükbabam ve yanındaki arkadaşları hep bizlere mütebessim bir ifadeyle sahip çıkarlardı. Çocukken, azgın bir afacanlık karşısında, -bu afacanlar genellikle biz çocuklardık- yaşlı amcaların ağzından çıkan bu cümlelere hiçbir anlam veremez geçerdim. Aradan yıllar geçip "kangren zamanlara ayak basınca" anladım serin yaz bahçelerindeki o evin çardağında.. Tarihin çok eski bir döneminden kalma, belki de hafızalarının bile yetişmediği bir zamandan bugüne yetişmiş bir büyük zulmümle kıyaslıyorlardı biz çocukların o namazdaki yaramazlıklarını. Evet, basbayağı Moğol zulmünden bahsediyorlardı. Bize kızdıklarında, "Moğollardan bile betersiniz!" diyorlardı. Camideki yaşlı amcalar, Moğolları biliyorlar ve unutmamışlardı demek! ‘Karın deşen' Moğol Savaşçıları? 1162'de bütün zamanların en büyük zorba komutanlarından biri olarak tarihe geçmiş Cengiz Han, Orta Asya'da Uygurların Moğol ve Tatarlara zulümler yaptığı ülkede dünyaya geldi. Kör ve acımasız azgın bir şiddetin tam ortasında yaşadı. Önce göçebe Moğol ve Tatar kabilelerini düzenli bir ordu haline sokmaya çalıştı. Bunu yaparken, bir anda kendini azametli büyük bir ordunun başında buldu. Akhalteke atının yularından tuttu, atıyla ordularını Çin içlerine kadar seferlere götürdü. Ölümünden yedi yıl önce, 1220'de ordularından biri Batı Asya'ya daldı ve Buhara'yı yakıp yıktı, oradan Otrar'ı aldı. Şehrin valisinin ağzına eritilmiş gümüş dökerek öldürdü. Sonra Semerkant'ı yağma etti, ahalinin en işe yarar kesimi olan alimleri ve zanaatkarları köleleştirdi. Geri kalan halkı ise katletti. Birgün zulmedilen kadınlardan biri diz çökerek, cellatlarından merhamet dilendi. Canını bağışlarlarsa eğer, değerli bir inci vermeyi önerdi askerlere rüşvet niyetine, askerler kabul etti. Kadın, saklamak için iri inciyi yuttuğunu söyledi onlara. Kadının orada karnını deştiler, içinde bir sürü inci buldular. Halkın hazinensinin yeri keşfedilmişti. Cengiz Han'a haber verildi; Han tez elden buyruk verdi: "Bulabildiğiniz canlı olan herşeyin karnını yarın, yuttukları gizli hazineleri ortaya çıkarın." O günden itibaren Moğollar girdikleri her yerde işlek hançerleri, keskin kılıçları, paslı kamalarıyla önce insanların karınlarını yardılar; hazine aradılar canlıların içinde. Sonra şehirlerin sulama tesislerini yıktılar, her yeri dümdüz ettiler, çekirge sürüsü gibi yayılıyorlardı her yere. 1227'de Cengiz Han öldü. Ölümü, korkudan ölmek üzere olanları kısa bir süre için diriltti. Ama sevinenlerin sevinci kısa sürdü, torunu Möngke, kardeşlerinden Kubilay'ı Çin'e, Hülagu'yu da batıya, İslam ülkeleri üzerine saldı. Hülagu'nun hedefi, bir milyon nüfusu olan Bağdat'tı. Bağdat surlarla çevrili bir kentti. Hülagu kuşatma uzmanlarından oluşan özel bir Çin birliği getirtmişti beraberinde; bir de çelik yaylarla donanmış disiplinli süvari birliğini... Çinliler ve hepsi okçu, acımasız atlılar ordusu; Bağdat'tan önce Kafkasya ve Mezopotamya şehirlerine yöneldiler. Tarihçiler derler ki, büyük Moğol hükümdarı Möngke'nin Hülagu'ya verdiği talimat katıydı: "Hükmüne boyun eğenlere iyi davran, ama asilere acıma, onları ez! Yoluna çıkan bütün kaleleri, surları yerle bir et. Turan'dan Persler'e ilerle ve orayı aldıktan sonra daha batıya geç. Kafkasya ve Mezopotamya'nın kökünü kazı. Moğolları her daim tasalandıran kaleleri yık..." Hülagu Han, Möngke'nin emrini harfiyen yerine getirdi. Önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkarak daldılar Kafkasya ve Mezopotamya'ya. İnsanlara kıydılar önce; ağaçları, evleri, tarlaları, velhasıl canlı olan her şeyi parçalayıp ateşe verdiler. Çocukların bacaklarından tutup uçurumlardan attılar. Kadınlara tecavüz edip boğarak, parçalayarak öldürdüler. Masum halkları vahşi katliamlarla yokettiler. Canını kurtarıp mağaralarda saklanan çok az kişi hariç, bütün halkları kılıçtan geçirdiler. Hülagü Han'ın Zulmünden Kaçan Araplar Aynı gemlenemez öfkeyle Bağdat'a saldırdılar bu kez. Adı Arapçada "sığınak arayıcısı" anlamına gelen Halife Mustasım'ın direnmeye fazla mecali yoktu. Aradığı sığınak hiçbir yerde yoktu. Ama hemen teslim olmaya da niyeti yoktu. Gevşek bir direniş, Hülagu'yu kaygılandıracak bir şey değildi, sadece öfkesini büyüttü, o kadar. Ocak 1258'de başlayan kuşatma, 10 Şubat'ta Halife'nin teslimiyle son buldu. Hülagü Han Bağdatı ele geçirdikten sonra Bağdat'ın ileri gelenlerini Bağdat'ın en büyük Cami'sinde toplayarak Minbere çıkıp şu konuşmayı yaptı: " Ey İslam olanlar bir düşünün bakalım, siz ne günah ve hata ettiniz ki; Allah'ınız beni sizin üstünüze bir kılıç yapıp gönderdi." Halife'yi öldürmeden önce, yapımı nesiller boyu sürmüş olan o görkemli camilerin, saray ve hastanelerin yakılıp yıkılmasını, halkının topluca katledilmesini ve tekmil şehrin talan edilmesini izlettirdiler ona. Sonra Hülagu Han, Halife'yi yanına alıp büyük hazinenin yerini aramaya gitti. Buldular hazineyi. Hülagu bir tepsiyi tepeleme altın doldurdu ve Halife'ye zorla yedirmeye kalkıştı. Halife onca altını yiyemedi tabi. Sıra öldürülmesine gelmişti. Sardılar Halifeyi büyükçe bir Kirmanşah halısına ve askerlere, "üstüne çıkıp tepinin" buyruğunu verdiler. Uzun süre askerlere çiğnettirildikten sonra atların ayaklarının altına attılar cesedi. Halifeyi eze eze öldürdüler, kanını dökmediler! Moğollar bozkır kültürüne sıkı sıkıya bağlıydılar. Bu kültüre göre, saltanat kanı, yani asil kan dökülmemeliydi, aksi takdirde bütün âlem onlara düşman kesilirdi. (Sanki hiç düşmanları yoktu!) Canını kurtarmayı başaran varlıklı Arapların bir kısmı, Mezopotamya dağlarına sığındılar. Tek tük ateşler yanıyordu dağlarda hâlâ, insan neslini yok etmişti Moğollar. Yıllar sonra, dağlara sığınmış varlıklı Arap aileleri, zamanla kendi dillerini unutup Mezopotamya dillerini konuşmaya başladılar. Daha sonra da Mezopotamya ve Anadolu halkının başına Emir, Seyit ve Şeyh olarak geçip saltanat kurdular. Örneğin, Hakkari Miri sülalesinden ve Elazığ'ın Palu ilçesinde Bekrân sülalesinden gelenler Arap kökenlidirler. Barış mı, Tasavvuf mu ikilemi Yoksul Mezopotamyalı ve Kafkasyalıların tekrar çoğalması çok uzun zaman aldı. Ama Moğol korkusu derilerinin altına nüfuz etmişti bir kere; hiç unutamadılar. Hep tedirgin yaşadılar ve o korku onları hep göçebeliğe mahkûm etti. Bir daha bayındır şehirler kuramadılar, kendilerine özgü bir mimari geliştiremediler, köprü inşa edemediler, velhasıl uygarlıkla at başı yürüyemediler, yerleşik hayata geçemediler. Hep dağlarda göçebe olarak yaşadılar. Hep bir yere konup, oradan başka bir yere gittiler. Ve o yüzden bir sürü şeye yetişemediler, akranlarından geri kaldılar, her şey için geç kaldılar. Bütün bunların müsebbibi Moğol ve Tatar vahşetiydi! Bu yüzden "Moğollardan bile betersiniz!" bir aşağılayıcı hakaret olarak dolaşıyor yaşlıların dilinde. Öte yandan barış içinde yaşaması haram edilmiş bir halk, hep Tasavvuf'tan medet umar. Ama Tasavvuf dediğiniz yaşam, kendi kurallarına kafa tutan bir hayata, asla izin vermez. Ya, zevke sefaya sırt çevirerek Sonsuz bir hayat olan Tasavvuf'un kurallarına göre yaşarsınız ya da zevk ve sefa içerisinde ama fani olan bir hayatı seçersiniz. Sanırım tarihler boyunca Kafkasya, Anadolu ve Mezopotamya halkları hep bu ikilem içinde yaşadılar ve yaşıyorlar. Ta Hâbil ile Kâbil'den, Moğol istilalarına ve bugüne dek... Tasavvufa bu kadar güvenmeleri, Tasavvuf'un hiçbir zaman onlara ihanet etmemiş olmasıdır belki de. Ama Barış ta, yabana atılacak bir olgu değil hani. Çünkü Cennet, Barış ve Hoşgörü'nün bir diğer adıdır.
·
67 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.