Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

İmparatorluğu'nun birçok halkın birbirine kaynaşmış nüfusları ile dolu yeni ve büyük kentleri zararı telafi ede­ memiş; Yunanistan'ın daha geniş bir politik örgütlenme bulmak için çaba har­ cadığı ittifaklar kısa sürede iç yozlaşma ve dış şiddetin etkisi altında çökmüştü. Gücünü kendi sınırlamasından alan Yunanistan'ın eski ulusal ruhu, en derin ve en temel karakterinde bile Yunan yaşamının doğuya ve batıya doğru sınır­ sız genişlemesinden zarar görüyor gibiydi. Yunan olmak eşsiz bir ayrıcalık ol­ maktan çıkmamıştı; fakat bir Yunan olmak şimdi Yunanları hala ayırt eden ve tanımlayan bir şeyde, yani Yunan kültüründe pay sahibi olan herhangi biri ol­ mak anlamına gelmekteydi - ve Yunan kültürü artık tek bir ulusla sınırlı de­ ğildi. Doğunun engin nüfuslarından hiçbiri tüm dünyaya sunulan bir kültürü kendilerine mal edememiş ve içlerinden birçoğu özgür insan olabilmek için Yunan olmamışsa bu Yunan hümanizmasının suçu değildi (ki Batıda bunu so­ nunda sadece Roma yapabilmişti). Bununla birlikte, bu genişletilmiş Yunan topluluğuna tüm boylardan ve halklardan sayısız kişi girmişti. Ulusal bir ya­ şam biçimine ve hissiyata ihtiyaç duymadan yaşayabilecek herkesin erişimine açıktı: Zira tüm Yunanları ve Yunan topluluklarını birleştiren kültür şimdi /ıi­ lime dayanmaktaydı ve bilim ulusal sınır tanımıyordu. Böylelikle, kendisini bu kadar heterojen bir eğitimli kitleye yol gösterici ola­ rak sunabilen bilim, nihai şeklini almamış olsa da, istikrarlı bir duruma ulaşmış olmalıydı. Geçmiş yüzyılların tüm özlem ve çabalarının ardından sonunda kendi kaynaklarından tatmin olan bir döneme ulaşılmıştı; uzun süren huzur­ suz bir arayışın artık meyvelerini vermeye başladığına inanılıyordu. Özellikle felsefede, bireylerin yeni sorulara yanıtlar bulup çıkarma ya da eski sorulara yeni çözümler arama çabalarında sergiledikleri doyumsuz şevk ve cüretkarlık­ ta gözle görülür bir gevşeme vardı. Çeşitli düşünce okullarının sabit ilkelerine uygun olarak formüle edilmiş birkaç büyük yapı, bilgininin kesinlik ve istikra­ rını arayanlara hala bir sığınak sunmaktaydı; bunlar yüzyıllar boyunca sonun­ �a onlar da parçalanıncaya kadar önemli değişimler geçirmeden kendi gele­ neklerini sürdürdü. Felsefenin dizginlerinden ilk kez tamamen serbest kalan belirli bilimler özgürce hareket ehneye ve kendi yasalarına göre çeşitlilik içinde gelişmeye başlamıştı. Şimdi bile özgünlük ve zarafetten yoksun olmayan sanat da geçmişin ezici başarılarından gözü korkarak taklitçi konumuna düşmeyi reddetmişti. Fakat artık bir halkın kendine özgü adetleri ve yaşam tarzıyla uyum içinde bilgelik ve dünya bilgisi mürebbiyesi konumunda değildi. Sanat eğlendirici bir hobi haline gelmişti: Kültürün karakterini ve içeriğini belirleyen bilimdi. Ancak bu yaygınlaşmış bilime dayanan kültür tüm bilimin mizacını paylaşıyordu. Bilimin ayakları sıkıca yaşama basıyordu: İnsanların zihinlerini bu dünya ile meşgul ediyordu; bilinebilir olan ve asla yeterince bilinir olama­ yacak şeylerin muhitini terk etmeye ve hiçbir zaman bilimsel bir araştırma ko­ nusu olamayacak bilinmez bölgeye ulaşmaya pek istekli değildi. Bilinmezlerin esrarengiz dünyasının kasvetli dehşetlerine özlem duymadan, soğukkanlı bir akılalık, anlaşılır ve düşünülebilir olana neşeli bir bağlılık - bu, Helenistik ça­ ğın bilimini ve kültürünü Yunan kültürel gelişiminin diğer aşamalarından da­ ha belirgin bir şekilde ayırt eden mizaçtır. Bu dönemde eğer hala canlı ve etkili bir mistisizm kalmışsa, kendisini çekingen olarak arka planda tutuyordu; gün­ delik yaşamda daha ziyade mistisizmin tam tersini fark ederiz; Polybios'un Ta­ rih anlabsından, hakim akılalığın kasvetli sonuçları, çıplak bir temkinlilik, çokbilmiş ve ayık bir sağduyu, anlabcırun ve hakkında yazdıklarının donuk gözleriyle yüzümüze bakar. Bu Kahramanların ve Kahramanlığın çağı değildi. Daha zayıf ve daha hassas olmuş bir kuşak yaşama tutunuyordu. Politik yaşa­ mın ve onun görev taleplerinin gerilemesiyle birlikte birey hiç olmadığı kadar kendisi için yaşamak özgürlüğünü elde etmişti.2 Ve özgürlüğünün, kültürü­ nün, mükemmel bir uygarlığın tüm görkem ve cazibesiyle zenginleşmiş içe dönük, özel bir yaşamın hazinelerinin keyfini sürdü. Tüm geçmiş onun adına düşünmüş ve uğraşmıştı; boş durmadan, ama telaşlı bir meşguliyeti de olmak­ sızın, Yunan yaşamının uzun süren sonbaharının yarı serin güneş ışığında mi­ rasına yaslanmış dinleniyordu. Ve kendisini çevreleyen bu cömertçe serpilip gelişmiş dünyanın çeşit çeşit renkleri ve sesleri kaybolduğunda yerine ne gele­ bileceğini bilmek umurunda değildi. Bu dünya onun her şeyiydi. Ölümsüzlük umudu ya da korkusu bu çağın eğitimli insanları üzerinde çok az etkiye sahip­ ti.3 Hepsinin bir şekilde ve az çok bağlı olduğu felsefe, kendi meşrebine göre bu umudu beslemeyi veya sakince bir kenara koymayı telkin ediyordu: Yaygın okulların hiçbirinde ruhun ebediyeti veya yok olmazlığı öğretisi, bir sistemin merkezi öğretisi olarak ciddi bir öneme sahip değildi. Yönetimin ipleri doğa bi­ liminin elindeydi; ilahiyat ise arka planda duruyordu ve ruhun ilahi kökeni ve ebedi yaşamına dair vaazları kulaklara ya belli belirsiz ulaşıyor ya da hiç ulaş­ mıyordu. Bu dönemin başlangıcında duran ve büyük bölümünü dehasının ışığıyla aydınlatan Aristoteles idi. Bu maestro di color ehe sanno (bilenlerin üstadının) ruhun doğası ve kaderi ile ilgili söylediklerinde yan yana iki ses duyarız. Ruh, der öğretmen, canlı ve organik bir doğal bedende mümkün olanı faal hale geti­ ren şey, bedenin maddesinin formu, belirli bir bedende bulunan bağımsız ya­ şam kapasitesinin gerçekleşmesidir. Kendisi bütünüyle bedensiz ve maddesiz­ dir; bedenin çeşitli maddi kısımlarının karışımının bir sonucu değildir; bedenin yaşamsal işlevlerinin bir sonucu değil, onların nedenidir:
·
64 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.