Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Yaşam, kaybetmeyi öğrenmektir
"Yaşam, kaybetmeyi öğrenmektir," diye başlardı rahmet­li Tufan Abi. Genellikle ikinci kadehin dibine darı ektikten sonra felsefe yapma hastalığı tutar, sağ elinin tersiyle dudaklarını kurulayarak, iştahla girişirdi söze: "Kaybetme ma­ceramız daha ana karnından çıktığımızda başlar. Hiç emek harcamadan hüküm sürdüğümüz, dünyanın en güvenli, en yumuşak korunağını, ana rahmini kaybederiz önce. Bizden intikam almak için bekleyen dünya, sanki niye çıktın ora­dan dercesine, gözlerimizi yakan ışıkları, kulaklarımızı tır­malayan gürültüsü, sıcağı, soğuğu, açlığı, kiri, hastalığıyla saldırır üzerimize. Ama biz de öyle kolay kolay pes etmeyiz. Kaybettiklerimizin yerine anında başka bir şey koyarız. Hem cennetimizi yitirsek de o kutsal yerin sahibi olan annemiz bizimledir, üstelik yanında bir de baba verilmiştir emrimi­ze. Dışarıdaki dünyaya alışmaya başlayınca, kaybettiğimiz cenneti hemen unutuveririz. Ancak büyüdükçe annemiz de babamız da bizden uzaklaşmaya başlar; onları kardeşlerimiz­le paylaştığımızı anlarız. Kardeşimiz yoksa babayı anneyle, anneyi ise babayla paylaştığımızı fark ederiz. Bize gösterilen ilgi günden güne azalır. Azalan ilgi dünyanın bizden ibaret olmadığım gösteren bir uyarıdır aslında. Ama bu uyarıyı gör­mezden geliriz. Düşler kurar, hayaller uydurur, kaybettikleri­mizin yerine yenilerini koyarak dünyayı kendimiz sanmayı, bu güzel yalana kanmayı sürdürürüz. Yeniyetmelik çağımız­da anne, baba sevgisinin yerini arkadaşlara duyulan bağlılık alır. Arkadaşlarımızla hiç ayrılmayacağımızı düşünürüz. Keş­ke sonsuza kadar böyle aynı mahallede, aynı okulda yaşasak diye dilekler tutar, birbirimize sözler veririz, ama yıllar birer birer alır arkadaşlarımızı elimizden. Ancak yeryüzünde ne kadar kötülük varsa bizde de o kadar umut vardır. Ergenlikle birlikte aşk denilen o büyülü, o rezil, o soylu, o kahraman, o korkak duygu utançtan kıpkırmızı olmuş bir yüzle çalar kapı­mızı. Aklımız, yüreğimiz birine takılır kalır. Bu kez yaşamın merkezine onu koyar, her davranışın, her duygunun, her dü­şüncenin anlamını onda ararız. Kendimizi onun gözlerinde izleyip, bir benzerimizi bulduğumuzu sanarak, dünyanın en güzel, en olmayacak, en aptal düşünü kurarız. Artık mutlu­luğu yakaladığımızı sanırız. Şansı yolunda gidenler belki de mutluluğu yakalar, ama kısa süreliğine. Çok geçmeden, koca bir kamyonun, küçük bir çocuğun bisikletini çiğneyip geç­mesi gibi gerçek dünya, düşlerimizi parçalayıp verir elimize. Yaşam o kahrolası oyunlarından birini daha oynar bize. İlk sevgili ellerimizin arasından kayıp bilinmeyen sularda kay­bolup gider. Bu serüvenden bize düşen ise, dokunduğumuz­da içten içe sızlayan bir yara gibi onun anısını sonsuza kadar yüreğimizin en derin yerinde saklamaktır. İlk sevgiliyi yitiriş de bir uyandır aslında. Ömür tanrısı, gençliğin geçici olduğunu sezdirmek istemiştir ama bunun da farkına varmayız. Yeniden aşık oluruz, olduğumuzu zan­nederiz, severiz, sevdiğimizi zannederiz ve kaçınılmaz sonuç: Evleniriz. Biriyle birlikte yaşarsak, yazgılarımızın birleşece­ğini, yazgılarımız birleşince de kaybetmekten kurtulacağımı­zı zannederiz. Derken, çocuklanmız olur. Yaşam bir yandan alırken bir yandan da vermektedir, diye düşünerek, kurnaz bir tüccar gibi kandırırız kendimizi. Oysa o gözüpek yol arka­daşı, o deli dolu gençlik, bedenimizdeki gücü, tazeliği, ruhla­rımızdaki sert fırtınaları toparlayıp çoktan terk etmiştir bizi. Derken annemiz, babamız en büyük ihaneti yapar; hangi yaş­ta olursak olalım, henüz yeterince büyümediğimiz bir anda tek başımıza bırakıp giderler. Ağlarız, yıkılırız, öfkeleniriz, kahrederiz, ama ne yapsak boşuna, ömür rendesi durmadan bir şeyler eksiltecektir yaşamımızdan. Taa ki artık taşımakta zorlandığımız yorgun bedenimizi, bıkkın ruhumuzu sonsu­za dek teslim alana kadar. Ama tuhaftır kaybedeceğimizi bilsek de yine de yaşama­yı sürdürürüz. Çünkü hiçbir yerde yazılı olmayan o büyük yasa böyle demiştir. Çoğumuz kaybettiğimizin bile farkına varmayız; her gün biraz daha azala azala yanmakta olan mum gibi tükeniriz. Bazılarımızsa bu acı gerçeği fark eder. Fark edenlerden bir kısmı kaybetmeye dayanamaz, oyunda yenildiklerini anlayınca mızıkçılık yapan çocuklar gibi, hem kendisinin hem de çevresindekilerin günlerini cehenneme çevirip, mutsuzluk denizinde ağır ağır boğulup gider. Diğer­leri ise bir gün yok olacaklanndan emin olduklan halde ne heyecanlarından ne umutlarından ne de sevinçlerinden vazgeçerler. Sonunda başlarına neler geleceğini bile bile, ölümle sınırlı bu maceranın her evresini, her anını merak eder, bir çocuk gibi şaşarak ve hayretler içinde kalarak yaşarlar. Onlar yaşamı asla mutluluğa indirgemezler, çünkü mutluluğa in­dirgenmiş bir yaşam, yoksul geçirilmiş bir ömürdür. Yaşamı mutluluğa indirgeyenler de ruhsal açıdan yoksul kimseler­dir. Ruh zenginliğini kazanmış olanlar, yaşamı acısıyla, mut­luluğuyla, ihanetiyle, çirkinliğiyle kabul edenlerdir. Onlar ki, kaybetme sanatını öğrenmişlerdir, bu yüzden yaşama katla­nabilme yeteneğini geliştirmişlerdir.
Sayfa 487Kitabı okudu
·
39 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.