Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Yuvadaki Şeytan Neden bütün ya da hemen hemen bütün modern evliliklerin mutsuz olduğu sorusu (sanki sadece modern evlilikler mutsuzmuş ve modern olmayanlar mutluymuş gibi), bütün edebiyatın -ciddiyetle- ve her beş çayı sohbetinin -ciddiyetten uzak bir biçimde- etrafında döndüğü, son moda sorulardan biri. Dünya üzerindeki her soru, toplumun gevezeliklerine olduğu kadar, felsefi incelemeye de uygundur ve tabiri caizse, sokaktaki insanın konuştuğu her konuyu, biz gazeteciler de ele alırız. Yine de bu soru beni her seferinde afallatır; modern evliliklerin neden mutsuz olduğunu  söyleyemeyeceğimden değil -Bir gazetecinin yanıtlayamayacağı soru olur mu hiç?-, kendi kendime tekrar tekrar şu soruyu sorduğum için: Neden mutlu olsunlar ki? Zaten mesele de burada başlıyor. İki insan; hayatın bir yığın umutsuzluğuna, üzüntüsüne ve çaresizliğine teslim olmuş iki küçük, yalnız zavallıcık, bu akıl almaz, korkunç ve rahatsız edici büyüklükteki, dev yerküre üzerinde iki miniminnacık insan, ikisi de hem doğuştan hem de doğanın ve hukukun kanunları doğrultusunda mutsuzken birdenbire -sabah dokuz buçuk sularında- aynı evin, aynı soyadın, aynı mal varlığının, aynı kaderin içine kapatılıyorlar; pat diye, bir anda, sırf birlikte oldukları için, mutlu mu olsunlar? Bana öyle geliyor ki, iki insan birbiriyle, birlikte mutlu olmak istediği için evlendiği anda, işte tam da o anda, kendini mutlu olma ihtimalinden mahrum bırakmış, bu ihtimalin önüne geçmiş olur. Mutlu olmak için evlenmek tıpkı iki milyon için, bir araba için ya da baronluk için evlenmek kadar kâr amaçlıdır ve o iki milyon, araba ya da baronluk gibi mutluluk da mutlu olmaya yetmez. Bu dünyada cezasız kalmayacak bir şey varsa, o da manevi konularda yapılan hesap kitaplardır. İki İnsanın birbiriyle evlenmesinin tek bir mantıklı sebebi vardır; o da, onlar için birbiriyle evlenmemenin imkânsız olmasıdır. Birbirleri olmadan yaşayamamalarıdır. Bütün o romantizm, duygusallık, trajedi olmaksızın: Bu tür evlilikler vardır, her gün karşılaşırız böylesiyle ve -ister sevgi deyin, ister başka bir şey- bu duygu kesinlikle dünyanın en meşru ve en güçlü duygusudur. Peki, yaşarken bu duyguyu geçiştirenlerin, bastıranların, hafifletmeye çalışanların, ondan kaçanların sayısı kaçtır? İki insan, birlikte yaşamak için evlenir. Olağanüstü güzel, sıra dışı bir hediye olan bu imkâna neden bir de mutluluğun eklenmesi gerekiyor ki? İnsanlar neden hiçbir zaman yaldızsız, gerçek  boyutlarla yetinmiyorlar da allı pullu yalanları tercih ediyorlar? Neden birbirlerine, kendilerinin ve üstelik dünyanın, doğanın, gökyüzünün, kaderin ve hayatın da tutamayacağı, hiçbir zaman hiçbir yerde kimsenin yerine getiremeyeceği sözler veriyorlar? Gerçek, kutsal, dünyevi bir sözleşmeye neden mutluluk gibi son derece edebi bir hayale yönelik talepler koyuyorlar? Nasıl olup da karşı taraftan, kendilerinin vermeye hazır olduklarından fazlasını bekliyolar, daha doğrusu nasıl olup da bir şey bekliyorlar, ortak hayat denilen bu kadar büyük, bu kadar ciddi, bu kadar derin bir olay karşısında? Evlenmeye kalkmadan önce evliliğe bilinçli bir biçimde yaklaşırsak, bugün düşünmediğimiz birtakım şeylerin farkına varırız. Mesela beraber yaşamanın yalnız yaşamaktan sadece daha kolay değil, aynı zamanda daha zor olduğunun. Yalnız insanın yalnızlığını telafi eden birçok kolaylık vardır: Mesela yarı sorumluluk ya da özgürlük ya da bağımsızlık ya da belki sadece Avustralya’ya seyahat etme imkânı. Fakat evlilik zordur; çünkü kişi bağlandığı andan itibaren, evliliğin kendisine sunmadığı her şeyden, kelimenin tam anlamıyla her şeyden vazgeçmek zorunda kalır. Bu da modern evliliğin çuvallamasına neden olan ikinci noktadır. İnsanlar birbirleri hakkında olumlu karar vermeden evlenirler; daha doğrusu, diğer her şeyden vazgeçmeye karar vermeden. Bir insanı tanımak inanılmaz zor bir iştir. Bir insanı ilk olarak baş başa bir sohbetin ilk yarım saatinde ve ikinci kez, ancak on yıl birlikte yaşadıktan sonra tanıyabileceğimizi söylersem, sanırım  abartmış olmam. Ayrıca şuna inanıyorum ki, iki insanın kim olduklarını ve kiminle evlendiklerini düğünden önce sezebilmeleri bile mümkün değildir. Birisi ötekinin bütün davranışlarını, bütün  fikirlerini, tutkularını, kanaatlerini, inançlarını bilse bile, çorapları, uykuda çapaklanmış gözleri, her sabah diş fırçalarken ağzını çalkalayış şekli ve özellikle, garsona bahşiş verişi hakkında henüz hiçbir fikri yoktur - çünkü insan derinlerde aldatır ama yüzeyde onu tanıyabilirsin. Kısacası, her bir evliliğin içinde binlerce hayal kırıklığı riski ve her türlü içsel çuvallama ihtimali saklıdır; ki  bunlara karşı kullanılabilecek tek bir silah vardır: hepsini daha baştan üstlenmek. Evrensel bir anlaşma, milliyet, politik ve dinsel aidiyet gibi bir insanın içdünyasıyla ilintili çeşitli özelliklerin sevgi uğruna hoş görülmesini gerektirir; zaten bunları hoş görürüz de. Ama biraz daha derine inelim: O insanın yüzeydeki özelliklerini de hoş görelim. Anna Kareninavari modern histeriyi bir tarafa bırakalım ve birbirimizin kepçe kulaklarını, yamuk bağlanmış kravatlarını hoş görelim. Her insan, kendi içinde sınırları belli bir dünyadır. Aksine, bir insan ne kadar kendine has olursa, bütünselliğe o kadar yakındır. İmkânları, yetenekleri ne kadar azsa, bu imkân ve yetenekler o kadar derin ve esaslıdır. Ve eğer tek bir yeteneği varsa, en değerlisi de budur. Fakat nasıl ki sarışın bir insandan aynı zamanda - mesela salı ve cuma günleri, değişik olsun diye - koyu renk saçlı olmasını bekleyemezsek, kılı kırk yaran birinden shimmy dansı yapmasını, bir kafasızdan Kierkegaard’ı anlamasını, melankolik bir insandan şarkı söylemesini, bir münzeviden evinde parti vermesini de bekleyemeyiz. Bu basit bir hesap ve pek az insanın bunu anlaması tuhaf. Genelde insanlar birbirlerini, ötekinin içdünyasının özünü oluşturan şeyle suçluyor ve ötekinin özüne tahammül etmenin, hatta ötekinin kendini neyse o olduğu için haklı hissetmesini sağlayacak şekilde tahammül etmenin tam da evliliğin gerektirdiği bir görev olduğunu hiç düşünmüyorlar. En nihayetinde bir insanın ötekinden beklediği sadece kendisini onaylamasıdır. Sevildiğinin kanıtıdır; oysa... Hepimizin böyle bir ''oysa''sı vardır ve karşımızdaki kişi işte bu yüzden mutsuz olur. İnsanların yalnızca cinsel, erotik, maddi, sosyal ihtiyaç sebebiyle birlikte yaşadıklarına asla inanmam; insanlar, bir arkadaşları olsun diye birlikte yaşıyorlar. Onları ceza, intikam, fena düşünceler, adalet ve vicdan azabından koruyacak biri olsun diye. Yoksa siz gerçekten bir yuvanın başka bir şey olduğunu, insanı korumaktan, korumaktan ve yine korumaktan, dünyadan ve asıl kendi benliğinin içsel aynasından korumaktan başka bir görevi olduğunu mu sanıyordunuz? Erkeğin kadına ve kadının erkeğe verebileceği en büyük söz, çocuklara gülümseyerek söylemeye özen gösterilen şu derin cümledir: Senden vazgeçmem. ''Seni ölene dek seveceğim'' ya da ''Sana ölene dek sadık kalacağım''dan daha fazla bir şey değil mi bu? Senden vazgeçmem. Her şey bu cümlenin altında yatıyor. İnsanın insana gösterdiği özen, insanın insana dürüstlüğü, yuva, sadakat, aidiyet, bizzat verilen karar, arkadaşlık. Böyle sözler, zavallı, değersiz bir mutlulukla karşılaştırıldığında ne kadar da muazzam! Evet, uzun lafın kısası, bana neredeyse öyle geliyor ki, evliliklerimiz onları kendimiz için korkunç basitleştirdiğimizden bu kadar mutsuz. Birinden tutamayacağı bir söz almak ve bir yıl sonra, o sözü tutamadığında küserek kaçıp gitmek büyük rahatlık. Bence insanın tutabileceği sözü vermesi ve sonra da gerçekten o sözü tutması çok daha güç. Bütün o fantastik ruh derinlikleri, insana yakışır şekilde davranılmasını gerektiren ilk gerçekten zor durumda işe yaramadığı ortaya çıkan birer bahane. Peki ama neden insanlar, mesela kızartma yandığında ya da ikisinden biri akşam yemeğine geciktiğinde birbirlerine bağırmayacaklarına dair söz vermiyorlar? Neden eve gelirken çantalarında bir portakal, bir demet menekşe, Kohinoor marka yepyeni bir kurşunkalem ya da bir torba kuru üzüm getirmeye hiçbir zaman üşenmeyecekleri konusunda söz vermiyorlar? Neden sabahları kahvaltı masasına ellerini yüzlerini yıkamış olarak, su ve sabun kokarak, temiz ve derli toplu giyinmiş halde -altın düğünün ertesi günü bile ve o zamana kadar her gün- oturacaklarına dair söz vermiyorlar? Neden öfkelendiklerinde karşı tarafa küçük bir çirkinlik, küçük bir ödleklik, küçük bir pislik, küçük bir iğrençlikle saldırmak yerine birbirlerine tokat atacaklarına dair söz vermiyorlar? Neden birbirlerine, daima kendileriyle ve kendi ilgi alanlarıyla -bu ilgi alanı ister sanat tarihi olsun, ister futbol, ister kelebek koleksiyonu- meşgul olacaklarına dair söz vermiyorlar? Neden birbirlerine karşılıklı susma özgürlüğü, yalnız kalma özgürlüğü, serbest alan özgürlüğü tanıyacaklarına dair söz vermiyorlar? Neden birbirlerine, mutluluk gibi bir yan unsur yerine, bu gerçekleştirilebilir olan ama daima göz ardı edilen sayısız zorlu ayrıntı konusunda söz vermiyolar? Evliliğin bir anlamı olacaksa, bu anlam mutluluk özleminden daha geniş ve gerçekçi bir temele dayanmalı. Tanrım, ne olur biraz üzüntü, biraz acı ve mutsuzluktan korkmayalım. Bir kerecik olsun deneyin; yıldızlı bir gecede, yıldızlarla dolu gökyüzüyle yüz yüze gelin, ona beş dakika boyunca dikkat, içtenlik ve gayretle bakın. Ya da bir yerlerde, bir parçacık yeryüzünü gökyüzüne yakın bir yükseklikten göreceğiniz bir dağın tepesine çıkın. Hayatın önemine ve mutluluğun önemsizliğine inandığınızı kısa bir süre sonra fark edeceksiniz. Mutlulukmuş! Sanki mutluluk imkânı yalnız ve sadece bizim içimizde değilmiş gibi! Sanki mutlu olma yeteneği tıpkı şarkı söyleme, yazma, politika ya da ayakkabı yapma yeteneğine benzer özel bir kabiliyet değilmiş gibi! Bir insana istediği her şeyi verin, onu sevgiye, kazanca, dilediği her şeye boğun, yine de mutlu olmayacaktır. Öte yandan, başka bir insanı dayaktan gebertin, ondan sonra sokakta önüne bakarak yürürken bir öbek havuç, ucunda yeşil otlarıyla ıslak ıslakparlayan turuncu, taze havuçlar görsün, hemen mutlu olacaktr. Hayatı yaşamanın iki yolu var: Bir tanesi, kaderinin sorumluluğunu üstlenmek, kendi kararlarını kendi vermek ve uygulamak, avantaj ve dezavantajları, mutluluk ve mutsuzluğu kabul etmek; cesurca, dürüstçe, pazarlık etmeden, yücegönüllülük ve tevazuyla. Diğeri ise, kaderini aramak: Ama insan onu ararken sadece gücünü, zamanını, hayallerini, doğru ve iyi anlamdaki körlüğünü, içgüdülerini değil, kendi değerini de kaybeder. Gittikçe yoksullaşır; yeni gelen daima önceden var olandan daha kötüdür. Bir şey daha: Aramak için inanmak gerekir, inanmak içinse belki yaşamak için gerekenden daha fazla güç. MILENA JESENSKA Narodni listy, yıl: 63, sayı: 16 (18.01.1923)
·
133 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.