Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Sonun, başın, ortanın birbirine karıştığını, anlamını yitirdiğini, tersinmez zamanın boyunduruğundan kurtulduğunuzu duyduğunuz bir gün gelir. Yaşlanmışsınızdır, yaşamınız artık sizin malınızdır. Malınızı istediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Yeterince güçlü, yerini bulan bir fiskenin -ister içinizden gelsin ister dışarıdan, sizi nasıl dağıtabileceğini, elinizden her şeyi -bir kırıntısını bile bırakmamacasına bir anda nasıl alabileceğini öğrenmiş olduğunuz ölçüde yaşamınıza egemensinizdir artık. Ölümünüz, çalamayacağınız ilk fotoğraf olacaktır; sevdiğinizin, özellikle uyurken, ama düşünür, yürür, okur, denize bakarken de, bol bol çaldığınız fotoğrafları öğretir bunu size. Fotoğraflar biriktikçe öncelik-sonralık dediğimiz bir bağıntının önemini yitirdiğini, zamanla yok olduğunu görürüz. Anlatmağa değer gördüklerimizin kavranabilmesi, niye bir sıraya uymasına bağlıymış gibi düşünelim? Seni, lavanta kokulu bir sabunda, bir kavun diliminde, açık, uçuk gümüş rengi bir çorapta, bir yasemin dalında, adını bilmediğim, bilmemekten utanç duyduğum hâlde öğrenmek istemediğim sabun kokulu, el büyüklüğünde bir çiçeğin açışında, yıkık kemerlerde uyuklayan kedilerde, gecenin soğumuş kumunu döven, patlayan dalgaların sesinde, günün ilk ağartısında -karanlık saatler boyunca dağıtıp durduğun yatağında sabahın serinliği çıplaklığına işlemeğe başlarken- uyanmadan çektiğin, örtündüğün bir çarşafın ılık mutluluğunda bulacağım, dirim içimden çekilesiye. Kokularım, seslerim, görüntülerim, anılarımsın sen benim. Dokunduğum, okşadığım, tattığımsın. Kahvaltının üçüncü çayı bittiğinde “uyanmadın mı daha?” dediğim zaman “ne gereği var?” diyen ilk insansın bana. Ağustosun bu 13. gününde D.H.A., ikindinin bu ilk saatlerinde sığınabileceği ilk gerçek gölge şeridine ayak atıp oradan akmağa çabalayan kalabalığa katıldığı şu sırada, lavanta kokulu sabundan da, mahmur ağzıyla uyanmanın gereksizliğini söyleyecek insandan da habersiz henüz. Gölgeye geçmeden az önce, bölünmüşlüğünü geride bıraktı; bilerek, isteyerek uzaklaştırdı İsabey’in ölümü ardından giden bir parçasını; elli adım geride kaldırdı o kendini, kutusuna koydu, öbür kutuların yanına yerleştirdi, uslu uslu dursun şimdilik diye geçirecek içinden. Ölüler yeterdi. Şimdilik. Kendi hastalanabilirliği de. Şimdilik. Başka bir işim mi var diye düşünecek oldu ardından. Vardı. Örneğin kitabını nasıl çatacağını düşünebilirdi. Bir şey yeyip yememeği, çay içip içmemeği de. Herhangi bir alışverişe, herhangi bir serüven arayıcılığına, herhangi bir buluşmaya gönlü yoktu şu anda. Durak, otobüs, ev, diye geçirdi içinden. Kediyi doyurmak; çok susadım, çay belki kahve, biraz kestirebilirim; ama hepsi kafamı daha iyi bir işte kullanmaktan kaçmağa bahane, dedi ardından. Zamanın eriyip dağılıverdiği, kişilerin bölük pörçük, bakanın gözünde taşıyabilecekleri tek gerçeklikle, o parça bölük gerçeklikle, görünüp yittiği bir kitap nasıl çatılabilir? D.H.A. gölgeye girince her yanından sızmağa başlayan terle baş edemez durumda. Silinemiyor. Öz konuşma ile sözcük ishalleri arasındaki benzerliklerin çokluğu karşısında nasıl bir ölçü bulunması... “Yahu, sen Ankara’da mısın be kardeşim?” “Evet, Reykjavik’den yeni döndüm,” dese, rahat edecek karşısındaki. Ama “Reykjavik de neresi, orada işin ne?” diye sorabilir de bu gönül fukarası. Gönlünde başkaldıran alayı bastırıyor D.H.A... Alışageldikleri, kafalarında -kendi yardımıyla- kurup tozlandırdıkları adam oluyor: “Hep Ankara’dayım zaten,” diyor. İki dakikalık bir pay tanıyor karşısındakine. “Peki niçin hiç görüşmeyiz, nerelere çıkıyorsun, bu yollarda, beni aramak, hiç aklından, aşkolsun, bir de dost, geçmişi anmak...” tespihini çekeceği iki dakika. Makineli takırtısı kesiliyor. Elini karşısındakinin göğsüne dayayası geliyor; koşup koşup soluk soluğa kalmış adamın yürek çarpıntısını duyacağını bilir gibi. Şaşkın, işe koşmaktan bunalmış adam tespihini çekecek D.H.A.: “Hiçbir yerlere, kimseyi görmüyorum, buralara ayda bir, hani, belki...” Bundan sonra adresler, telefon nu”maraları tazelenebilir. “İnşallah, inşallah...” Herkes yeniden kendi yolunda yürüyor. Kopmak, bağlanmak kadar doğal değil mi? diyor D.H.A., yalancıktan bir dükkânın önünde durup camlıktaki renkleri belli belirsiz algılayarak. Kimseyle karşılaşmak istemiyor, kafasını temizlemesi gerek. Ya dükkânda duran biri... O zaman farkına varıyor camlıkta baktığı şeylerin. Düğmeler; yünler, çile çile; nerede kullanılacağını hiç kestiremediği türlü şeyler. Kadınların doldurduğu bir dükkân. Bu ipliklerin, tarakların, boncuklarla pulların, şeritlerin, tentenelerin, dizilerin, yumakların yaşamımızdaki belki de vazgeçilmez- yerini bulmasını sağlayan kadınların... Kopmak, bağlanmak, başarılı olsak da olmasak da yaşamımızda kurduğumuz pek az şeyden biri, ilki... Belki de tek şey demeli... İlişkiler. Kendimize bir anlam kazandırmanın tek yolu. Bu dükkândaki malların çeşitliliği, birisinin ötekiyle ilişkisizliği, ama hepsinin bir araya gelerek kurduğu tek, çılgın dünya...
·
1 artı 1'leme
·
117 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.