Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Serdar Tuncer
Bu ömrümüzün çilesidir. Hani desem ki yaptığım her işte Allah rızasını dert ediyorum. Bu çok muazzam iddia olur. Böyle bir şeyi yapabildiğimi asla söyleyemiyorum ama yapmamız gerektiğini biliyorum. Yapabilenlerden biliyorum, yapılabildiğini biliyorum. Dert meselesi o çok mühim. Sizden evvel bir mecliste arkadaşlarla konuştuğumuz husustu. Aynı işi yapan 30 ayrı adam düşünün, hepsinin elinde aynı imkân var. Hepsi aynı işle iştigal ediyor. Hepsinin bütçeleri aynı, potansiyelleri aynı ama çıkan işin neticeleri farklı farklı çıkıyor. O neticeyi farklılaştıran şey, o işle meşgul olan insanların içindeki dert. Çünkü dertsiz gönül olmaz. Mutlaka bir derdi olacak. Ya diyeceksin ki eyvah çocuğun hastalığını ne yapacağız, ya diyeceksin ki arabanın modelini nasıl yükselteceğim, ya diyeceksin ki üç kitap daha okumam lazım, ya diyeceksin ki geceyi teheccütle nasıl süsleyeceğim, ya diyeceksin ki eyvah kayınvalideyle yine aramız açıldı. “La rahatün fiddünya” yani dünyada rahat yok. Bu şu demek: Bu dünyaya dert çekmeye geldik ama derdini çektiğimiz şey bizi biraz insan kılıyor ya da tam tersi, dert ettiğimiz şeyler bizi yaradılış gayemize yaklaştırıyor ya da tam tersi uzaklaştırıyor. Dolayısıyla insan bir dert sahibi olması lazım. Herkes derman arıyor. Aranacak şey derman değil, bulunması gereken şey derdin bizzat kendisi. “Evvela derdi kazan sonra gel derman ara” diyor Salih Baba. Derdin yoksa neye derman arayacaksın. Hakiki derdi bilmediğin vakit ufak tefek şeyleri dert zannetmeye başlıyorsun. Tekrardan çok haz etmiyorum ama bazı güzel şeylerinde tekrarında bir beis yok diye düşünüyorum. Hep şu manada misal veriyorum. Bir adam düşünün yürürken ayakkabısının topuğu vuruyor, beli ağrıyor, ciddi fıtığı var, aynı adamda boyun fıtığı da var, baş ağrısı da var, migren var, hepsiyle beraber sokakta yürüyor. Birden kör bir kurşun omzundan girdi. O kurşunun acısıyla birlikte topuk vurmamaya başlar, fıtık hissedilmez, migren kalmaz, baş ağrısı kaybolur. Bütün mesele o kurşunun acısı olur. Sezai Karakoç der ki: “Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı. Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum.” Şimdi dert dediğimiz şeyin adı ne? Evliya-i kiram hazeratının anladığı manada aşk koyarsak ve o aşkı kalbimizde kurşun gibi taşırsak başka derdimiz kalmayacak. O derdi bulduğumuz vakit, öbür dertlerin dermanını bulacağız. Peki, bu derdin dermanını nasıl bulacağız? Daha çok dertlenerek. Bu dert arttıkça içinden derman çıkacak. Niyazi Mısri Sultan, “Derman ararım derdime derdim bana derman imiş.” der. O kadar kolaylık ifade ettiğimiz bir cümle ki bu, az evvel aynı şeyi bende yaptım. Bu sözün hakikatine erebilmek için zannediyorum ölmeden ölmek şarttır. 40 senede Hz. Cüneyd’in elde edemediği bir şeyden bahsediyoruz. Bâyezid-i Bistâmî’nin (Kuddise Sirruh) kapısı çalmış. Kapı açılmış içeri Beyazid girmiş. Kendisi kendisiyle karşı karşıya kalıyor. Konuşuyorlar, münakaşa ediyorlar sendin, bendim, ben değilim. Hançeri çektim diyor boynuna saplayacağım, baktım ki bıçak kendi boynumda duruyor. İnsan kendisinden başka birisi. O kendim kimim? Dert bu. Bu dünyaya geldik, bir hayatı yaşıyoruz. Her birimizin koşturmacaları var, sıkıntıları var, meşgaleleri var. Hayatı güzel yaşayacağız diye yaşamayı ıskalıyoruz. Çünkü ‘ölümü ve hayatı’ diye zikreder Kuran Kerim’de Cenab-ı Hak. Asıl olan ölümdür der, müfessir ruhun bir kısmı. Hangimizin daha iyi ameller yapacağını anlamak için ölümü ve hayatı yaratan Allah, önce ölümü yarattı. Hayat, arz-i olan demek, hayat gelip geçen, asıl olan ölüm. Ölümü asıl kılan şey ne? Sonrası. O zaman ben bu dünyaya niye geldim? Evet, bu cins kafaların sorduğu bir sorudur. İçinden çıkamayanların, batıda kafasına sıktığı ya da kendini bir yerden aşağıya attığı büyük ıstıraptır, metafizik ürpertidir, muhasebedir, gerilimdir, tefekkürdür. Evliya-i kiram hazeratının, nasılını bilmediğim bir şekilde, içinden çıkıp halini başardığı mevzudur ama bu sadece cins kafalara ve urefaya has bir dert olmamalı. Ayşe teyzenin, Ahmet amcanın, Mehmet’in, senin, benim, her birimizin dünyaya gönderilişimizin bir sebebi var. O ne? Kulluk etmek için yarattım diyor. Kulluk, beş vakit namaz, oruç, hac vesaire bunlar ibadet. Bunlar kulluktan bir cümle ama kulluğun tamamı değil. İşte Allah rızası dediğin şey, dert dediğin şey ibadetleri yaptıktan sonra arada kalan bütün işleri ibadet kıvamında Allah rızası için yapabilmek. Sen buraya gelirken Allah rızası için Serdar Tuncer’le röportaj yapmaya geldiğin vakit attığın adım sevap, oturuşun kulluk, sorduğun soru, dinleyişin, tahammül edişin bütün bunlar Allah için bir ibadet. Şu an camide namaz kılıyor gibisin. Ama gideyim şu adamla bir konuşayım dediğin vakit, işini yapmış olursun, yorulur gidersin. Aynı şey fakir içinde geçerli. Arkadaşlar geliyor. Nezaketen kırmayayım onlara evet diyeyim de sorularını cevaplayım. Nezaket göstermiş olursun, ne işe yarar ama Allah için bir cevap vereyim. Bir düşünsene attığı adımdan, uyuduğu uykuya, yediği yemekten, yaptığı en alelade işe kadar her bir hususta mihenginin bu işin Allah rızasının neresinde var. Yazılarda vardı kitaba da aldım. Bugün Allah rızası için ne yaptın? Bu çok fiyakalı bir cümle, çok hoşumuza giden bir cümle. Bunun ötesine geçmek borcundayız. Gün içerisinde bir, iki şeyi düşünerek akşam başını yastığa koydun ve aklında şöyle bir soru var. Bugün Allah rızası için ne yaptın? Bu soruya iki güzel cevap bulabildin, bu da kulluktur, bu da güzeldir, hiç yoktan iyidir ama birde şu var. Başını yastığa koydun ve sorduğun soru şu: Bugün neyi Allah için yapmadım? Yani Allah rızası için yaptığın iki şey bulup da, hazine bulmuş gibi sevineceğine, koskoca gün içerisinde yaptığın ama içinde Allah rızasının olmadığı iki şeyi bulup sabaha kadar gözyaşı dökecek bir gönül, kulluk bu, ibadet bu, dert bu. Bilmem arz edebildim mi? (Kaynak:gzt.com/hayat/serdar-tu...)
··
20 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.