Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

biraz da ciddi şeyler ilkokul kitapları ilkokul düzeyindeki öğrencilere uygun mu? müfredat yahut yeni adıyla öğretim programı sahiden de yanlış mı planlanmış? öğrencilerin, talebe olduğunu söyleyebilir miyiz? eğitim sistemini gece-gündüz eleştirmek neye dahil? eleştirenlerin gerçek bir isnadı var mı? pisa, tims, kanguru soruları bizim eğitim sistemimize uygun mu? kendimizi kıyas ettiğimiz ülkeler her zaman o testlerde pik yapmış ülkeler mi olmak zorunda? pozitif ilimlerden nasibini alabilmiş bir müfredatımız var mı? üniteden, öğrenme alanından ziyade bir şeylere mi odaklanmalıyız? yahut bütün mesele "müfredat" mı? bütün söyleyeceklerim, çok yarım çok eksik kalacağı için haliyle de tam bir cevap da içeremeyecek. bütün bu soruları da öğretim programlarını inceleyerek gideceğim, çünkü somut bir şeye tekabül etmesini istiyorum. havada asılı kalan tespitleri es geçmek niyetiyle. ilk konu: ilk okuma ve yazma öğretim programı evvela programı teoride sonra da pratikte incelemek lazım geliyor. 1924 ilkokul programında savti ya da sözcük yöntemlerinden biri öğretmene bırakılmış. 1926'da kelime ya da cümle çözümleme yöntemlerinden biri öğretmen tarafından seçilmiş. 1936'da cümleme çözümleme yöntemi esas olmak şartıyla bireşim yöntemi de kullanılabilmiş. 1948, 1968, 1981'de cümle çözümleme kullanılmış. -buna rağmen yine de program değişikliği gözüküyor, zira program yalnız bundan ibaret değil.- 2005'de ses temelli, bitişik eğik yazı zorunlu kılınmış; 2015'te buna devam edilmiş. 2018'de ses "esaslı" -temelli'den farklı- dik ya da bitişik eğik yazıyla yazılması serbestliği getirilmiş. 2019'da ses esaslı, tırnaksız dik temel harflerle yazılmış. bunlar önemli şeyler mi? çok çok önemli şeyler. analiz yöntemiyle öğrendim, şimdi kendi çocuğum olsa bambaşka bir yöntem olan ve henüz literatüre de geçmemiş basara metodunu kullanırdım. taş çatlasın 40 günde okumayı öğretirdim -burada tüm değişkenlerin normal olduğu farz edilmiştir- ancak burada kullanılan tüm yöntemleri zaman zaman denemiş, yanılmış dönmüş, revize etmiş ve kullanmış olduğumuz için söyleyebilmek çok kolay ki, dilimiz sentez yöntemine uygun değil. ortada bir karmaşa var, bunu görsel sanatlar öğretiminde de görürüz ki şöyle bir veri vardır elimizde; türklerin çizimlerinde görücü tip ve yapıcı-inşa edici tip bir aradadır. yani karma çizimleri kullanır. bu bana şunu da düşündürür, bu iki tip çizimin, yazmaktan farklı bir yanı yok. ancak çizimlerinde genelde böylesine basit, zahmetsiz şeyleri tercih eden bir anlayış neden ses temelli cümle yöntemini kendine münasip bulsun, yahut şöyle demeli onca okumuş etmiş adamlarsınız, nasıl olur da bunu münasip bulursunuz? savi yönteminin dezavantajı nedir peki? anlamsız, boğaz çatlatan okuyuş ve bilişsel basamaklarda en alt basamakta takılı kalma mecburiyeti. resmen saçmalığın içine düşmüş vaziyetteyiz. "b" için evvela harf diyoruz. sonra bakın bu ses "bı" diye okunur diyoruz. -evvela harfti, ne ara ses oldu? çocuk ikisini aynı zannediyor, aradan aylar geçiyor sonra diyoruz ki "evladım o harftir esasında ama ses demek mecburiyetindeydik"- resmen kendi içimizde çelişiyoruz, sonra çocuklar neden böyle geç okumayı öğreniyorlar, neden böyle yavaş okuyorlar, neden böyle takıla takıla, kekeleye kekeleye okuyorlar? neden acaba, hiiiiç öylesine soruyorum işte... okuduğunu mekanik okuma yoluyla yani sadece okuma işinin işitme boyutunda sabit tutan birinin okumasını güzelleştirmesini bir kenara koyalım onun zihinde yapılandırma basamağına getirmesi çok meşakkatli bir iştir. ben böyle bir okul dönemi geçirsem okuldan nefret ederdim. öğrenmek istediğim her şey şifreli bir kutu gibi, üstelik oyun gibi eğlenceli filan da değil. o ödevleri boşuna mı anne babalar yapıyor? çocuk için eziyet çünkü o okuma işi. ilk ses grubunun bitiminde,-e,l,a,k,i,n- çocuk teoride anne yazabilir, okuyabilir duruma gelir. oysa pratik aksidir, her okuduğu kelime, okutulan kelimeden uzak anlamsız ses bütünü olan biri için okuma iğrenilesi, bıktırıcı, sıkıcı bir şeydir. çocukların eğlenmesi için sınıfta türlü eğlenceli aktivite yapılabilir ama bunların hiçbiri okuma yazmayı sevdirecek şeyler olamaz, sınıfı sevdirecek şeyler olabilir, arkadaşları daha ziyade sevdirecek şeyler olabilir, öğretmene ünsiyet duymayı sağlayacak şeyler olabilir ancak okuma yazma işi hep bir handikap olur. başarısızlık hissini yaşayan bir çocuğun henüz o yaşta yaşayacağı özgüven probleminin hayatının her noktasına yayılacak ciddi bir problem halini gelebileceğini de hepimiz -birer eğitim uzmanı olduğumuz için- rahatlıkla öngörebiliyoruz. aslında bu programın her noktasına değinerek yazmam gerekir, yarım yamalak ele almak istemem daha derli toplu bir dil kullanmam da benim menfaatime olurdu ancak şimdi sadece yapmak istediğim şey dijigünce oluşturmak, müsvedde bir not bırakmak kendime. meseleyi biraz daha ilerletip soruların yanıtını vermeye gayret edeyim. ancak ilk sorunun yanıtı için rahat 80 sayfa yazılır, bu yazımın içinde bir bir tüm derslerin öğretim programları, her birinin vizyonu, üniteleri, öğrenme alanları, yaklaşımları, özel teknikleri, istisnaları, açıklamaları, disiplinlerarası yaklaşımları, değerler alanında klips olup olmadıkları, duyuşsal taksonomide karşılığı nedir yazılabilir. bunlar muhtasar bilgiler hükmünde olabilecek bir el kitabı halinde stajyer öğretmenler tarafından basit dille yazılmış bir eser haline de getirilebilir. -bu benim aklıma yattı, yapılır.- pisa, timms'teki başarısızlığımızın bununla ilgisi nedir? uygun yöntemlerin kullanılmaması sebebiyle okumaktan uzak, okuma kültüründen bihaber topluluğun önüne çıkan uzun paragrafları anlaması akla muhal. burada katiyen tek bir tarafı suçlamıyorum, ne kurulu, ne öğretmeni ne öğrenciyi. burada yapılabilecekler şu olabilir: kurul kararı öğretmene bırakabilir. öğretmen karar ona bırakılmasa dahi illegal bir şekilde tercihi üzerine heterojen grubun eğilimine yönelik bir yöntem üzerinde yoğunlaşarak devam eder. öğrenci, bütün bu yanlış vaziyete rağmen üstüne gider ve okumak için gayret sarfedebilir. ancak bunların hepsi birer varsayım, karşılık bulmayacak istekler. her iki sınavı da inceledim, mesele sadece anlama üzerine. analiz, sentez düzeyine yönelik hazırlanmış özenli ve kolay sorular mevcut. bizim çocuklar bunları haliyle yapamaz. kolayın da kolayı lazım, yiyeceği ekmeği önce çiğneyip vermek lazım öyle asalak yetiştiriyoruz ki -bunu evvela anne babalara söylemek ihtiyacı hissediyorum. daha elindeki mandalinayı soymasından imtina eden, ona zul gören annenin çocuğunun bir şeyler için uzun uzadıya kafa yorması zor bir ihtimaldir- alfa annelere ihtiyacımız var, beta babaların devreye girmesi lazım. olay öyle komplike ki neresinden tutsam ötekine dokunuyorum, ona temasım derinlikli olamadığından tam bir yanıt da verememiş vaziyette kalıyorum. timms, pisa filan diyordum; bizim sorularımız bloom'a göre bilgi düzeyinde, hatta biraz daha zorlasak belki uygulama. o da anca bilişsel çıraklık edecek de öyle, kaptanlı çalışma yapacak belki. hakir görmüyor, yapamaz zaten diye düşünmüyorum bilakis o potansiyeli biliyorum ve görüyorum buna esefleniyorum daha ziyade. müfredat sahiden de yanlış planlanmamış, bütün bu söylediklerime rağmen bunu da söyleyebiliyorum, bir tenakuz içermiyor mu bu durum? hayır, çünkü programda eksiklik var, eksiklik yanlış bir planlama anlamına gelmez söz konusu eğitimken. zira bir öğretim programının yanlışlığını en iyi ihtimalle 30 sene içerisinde görürüz. sık sık değiştirilmiş olması yanlışlığın kabulü değil midir, elbette öyledir ancak tekrar dönüşler de bir öncekinin yanlışlığının kabulüdür. şu an ilk program olan savti'ye dönüş yaptıysak yanlışlığın 30 sene sonraki yansımalarını görebilmiş olmakla sağlanmıştır. müfredata bakınca ayan olan şudur: boşluk kabul etmez. tek bir ders saati boş değildir, tek bir ünite ilişkisiz değildir. müzik öğretimi ve matematik öğretimi öylesine sıkı sıkıya bir bağ barındırır ki zaman zaman geri dönüşler yapıp ölçü öğretmeye çalışırsınız. memlekette elhamdülillah sıra görmeyen insanımız kalmadığı için herkesin gördüğü, girdiği yer hakkında muhakkak bir fikri var, olsun da, ancak bilgisi yok. eleştirenlerin isnadı da kendi evlatları. sürekli telefonla takılan ana babanın çocuğuna verebileceğin bir şey yoktur ki. burada çok önemli bir meseleye dikkat çekmek lazım " çocuklar söylediklerinizi değil sizden gördüklerini yaparlar." şimdi o sırada oturan, işte şimdi o tiktok videosunu çeken, o fotoğrafı instagram paylaşıp pubg'de takılan sizsiniz, siz dediysem sizin mahsulünüz sizin bir temsiliniz olarak siz. ahmet bey'in çocukluğunu oğlunda, ayşe hanım'ın çocukluğunu kızında görürüm. sonra bir ses gelir: -bu çocuk niye okuyamıyor?- hanımefendi-beyefendi siz bana bunun hesabını sormayacaksınız, ben size soracağım. bu çocuğa öğrettim ve öğrendi bu çocuk niye okumuyor? evde ne yapıyorsunuz bu çocuğa? öğrencilere talebe diyebilir miyiz, elbette. ancak siz onu bir hamur gibi şekil verilesi bir nesneye benzetmediğiniz müddetçe. onları bir birey olarak kabul ettiğiniz zaman diyebiliriz. kendi talepleri, istekleri, ihtiyaçları, arzuları her neyse onu ifade edebilmekten dahi aciz görmekten vazgeçtiğin-m-izde. ayrıca finlandiya olmak zorunda değiliz. japonya olmak zorunda değiliz. hiçbiri gibi olmak zorunda değiliz. özgün bir eğitim anlayışı oluşturmak zorundayız. hatta mümkün olsa şimdi sağ olan tims gibi kimseleri memlekete çağırıp bir süre araştırma yapmasını istemeliyiz. ya neden bir memleketin ya da eğitim sisteminin yan sanayisi oluyoruz ki? imitasyon bir eğitim sistemi olarak türk eğitim sistemi. neden ve nasıl bunu kabul edebiliyoruz? bu memlekete acilen bir ziraat okulu açılmalıdır, ilkokul ziraati. bu memleketin insanı belki pozitif ilimlerde çok iyi değildir, ancak tarımda önüne kimse geçemez. toprağı suyu görünce bir rahatlar, kendine yakın bulur eline yatkındır. bütün mesele değer eğitimi. o oturmayınca diğerleri işe yaramıyor. evet biliyor mesela kaç gezegen olduğunu, hangisinin dünyaya daha yakın olduğunu, iki basamaklıyla iki basamaklıyı çarpıyor ve dahi hızlı da okuyor. ancak bunların hiçbir şekilde anlam-değer dünyasında karşılığı yok. teknik konuşacaktım da başka zamana inşallah. karantina günlükleri vol1 kıvamında bir lakaytlık da barındırıyor zaten, bu gelişi saymam. keywords: basara, metod, method, yöntem
·
224 görüntüleme
nosthalgia okurunun profil resmi
15 nisan 2020 senesinde düşünmüşüm
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.