— Zâlim!..
Bu kelime, Atatürk'ün dilindeki tatlı Rumeli şivesiyle sertleşiyordu. Yüzüne içimiz titreyerek bakıyorduk. Gözlerinin mavi bebekleri şimşek şimşekti.
— Ben... Mustafa Kemal zâlim!
Bunu, tanınmış bir Türk kadını, Amerika’da onun için söylemişti.
Kadehinden büyük bir yudum içti. Sofrada mezar taşları kadar dilsizdik. O konuştu:
— Ben hayatımda bir tavuk kesmedim... Kesemem... Elim varmaz buna!..
Yüzü, anlatılmaz bir ruh acısiyle çizgi çizgi yaralıydı. Nerdeyse, iki gözbebeği iki damla yaş olup yanaklarından akacak sanıyordum.
Yumruğu, bileğinden kopmuş gibi, masaya düştü:
— Türkiye Cumhuriyeti bir ihtilâlden doğdu, dedi, millî bir ihtilâlden... Siz, tarih içinde, ancak onbeş kurban vermiş ihtilâl gördünüz mü?..
Sesini, tekrar kadehinden aldığı bir yudumla yumuşattı:
— Eğer ben, on beş bedbahtın asılmasına göz yumdumsa, bu neyi anlatır, bilir misiniz? Benim zâlim olduğumu mu?. Hayır... Tam aksine, ne kadar merhametli olduğumu!
Artık fırtınası yatışıyordu. Artık yüzüne bakabiliyorduk.
— Benim kalbim, dedi, asırlarca ezilmiş, asırlarca cefa çekmiş bu millete, o kadar muhabbetle, o kadar şefkatle doludur ki, on beş kişiyi on beş milyon uğuruna feda ettim!.. Yüreğimdeki büyük merhamet, küçük merhamete üstün geldi!