Vergilius onu ne kadar sık betimlemiş olursa olsun hep dile getirilemeyenin alanında, hep dilin artık yetersizleştiği noktada kalmış, sonra bir ezginin bitişi gibi dağılıp gitmişti; dilin kendi ölümlü ve dünyaya ait sınırlarının ötesine taşıp anlatılamayana gömüldüğü nokta; dilin sözcükler aracılığıyla anlatmayı terk edip —artık sadece dizelerin örgüsüyle kendi kendisinin şarkısını söyleyerek sözcükler arasındaki o nefes kesici saniyeler uçurumunu açması; bu uçurum açılmalıydı ki dil onun dilsiz derinliklerinde, kendi de dilsizleşmiş ölümün sezgisiyle dolu ve hayatı bütünüyle kucaklamış olarak evrenin bütünlüğünü, içinde sonsuzluğun dinlenmeye çekildiği o akıcı eşzamanlılığı gösterebilsin.