Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Hafifçe başını salladı. “Evet, öyle yaptın” dedi. “Sen söndürdün. Yerde su vardı, bir de kova.” Kütüphaneci bunu inkâr etmedi. “Kitapların bu kadar kolay alev alacağını sanmazdım. Yoksa bir parça gazete mi aldılar veya katalog ya da eski bir dosya? Belli ki yanıcı bir şey almışlardı. Bütün o duman, korkunçtu. İçeri girdiğim anda boğulur gibi oldum; orada, giriş katında sen nasıl nefes aldın, bilmiyorum. Her neyse, yangını söndürdün ve dumanda ötürü dışarı çıkmak zorundaydın ya da yangının tam olarak sönüp sönmediğinden emin değildin; bu yüzden hemen bazı değerli kitapları aldın ve kapıya koştun...” Yine başını salladı. Gülümsüyor muydu? “Evet, öyle! Ben geldiğimde merdivenlere doğru sürünüyordun, dizlerinin üzerinde sürünüyordun ve o kitapları taşımaya çalışıyordun. Dışarı çıkabilir miydin, bilmiyorum; ama uğraşıyordun.” Başını eğdi ve bir şey fısıldamaya çalıştı. “Her neyse. Konuşma. Sadece söyle bana, hayır söyleme, bundan sonra sen nasıl Partizan olabilirsin. Sadece birkaç kitap için hayatını verdikten sonra!” Fısıldamak için uğraştı, bakırın üzerindeki çelik bir fırça gibi; dumanın sesinde bıraktığı buydu. “Değerli değil,” dedi. Kütüphanecinin ne dediğini işitmek için ona doğru eğilmişti. Doğruldu, eteğini düzeltti ve hafif küçümser bir edayla konuştu. “Hayatımızın değerli olup olmadığını yargılama hakkımız var mı, bilmiyorum.” Ama kütüphaneci tekrar başını salladı ve sessiz, anlamsız, inatla fısıldadı: “Kitaplar.” “Yani kitaplar değerli değil mi diyorsun?” Kütüphaneci başını eğdi; yüzü gevşemiş, sonunda kendini anlatabildiği, açıkça söyleyebildiği için rahatlamıştı. Şüpheyle kütüphaneciyi süzdü. Radyoda olduğundan daha öfkeliydi; sonra öfkesi, parmakların arasında çevrilen demir para gibi tersine döndü ve gülmeye başladı. “Sen delisin!” dedi onun elini tutarak. Kütüphanecinin eli geri kalan yerleri gibi kalındı; güçlü ama nasırsız. Tam bir masa başı işçisinin eli. Dokunduğunda sıcaktı. “Bir hastanede olmalısın,” dedi üzüntüyle. “Konuşmamalısın, biliyorum. Ben konuşmadan duramıyorum ama sen cevap verme; hastaneye gitmeliydin, biliyorum. Ama nasıl gidecektin... Hiç taksi yok; hastaneler de ne haldedir, Tanrı bilir. Ya da kimleri kabul ediyorlardır. Ortalık yatışır ve telefonlar tekrar çalışmaya başlarsa bir doktor çağırmaya çalışacağım. Eğer doktor kaldıysa. Bunlar bitince geriye bir şey kalırsa.” Ona bunu söyleten sessizlikti. Sessiz bir gündü. Sessiz günlerde motosikletlerin, makineli tüfeklerin sesini duymak isterdiniz neredeyse. Kütüphanecinin gözleri kapalıydı. Dün akşam ve gece boyu zaman zaman, nefes almasını zorlaştıran ağrılar girmişti, astım veya kalp krizi gibi, korkutucu. Nefes darlığı vardı ve şimdi daha da kötüydü ama ne kadar yıpranmış ve rahatsız olsa da dinleniyordu; daha iyi olmalıydı. Hem duman solumuş birine doktor nasıl yardım edebilir? Pek fazla bir şey yapamaz muhtemelen. Doktorlar nefes alamama, ihtiyarlık ya da sivil itaatsizlik gibi şeylerde pek başarılı değildi. Kütüphaneci bu ülkenin ölümüne neden olan şey yüzünden acı çekiyordu; onun hastalığı bu ülkenin yurttaşı olmaktı. Haftalardır sürüyordu, hoparlörler, makineli tüfekler, patlamalar, helikopterler, yangınlar, sessizlikler; siyasi organlar sağaltılamaz haldeydi ve ıstırap sürekli artmıştı. Biraz lahana, bir kilo yiyecek için kilometrelerce gidiyordunuz. Bir gün köşedeki tatlıcı açıktı ve çocuklar portakallı gazoz alıyordu. Ertesi gün ise yoktu; köşedeki bina havaya uçmuş, yanmıştı. Siyasetin leşi. İnsanların yüzleri kent merkezindeki binaların, büyük otellerin ön cepheleri gibiydi: boş ve beyhude, tüm panjurlar kapalı. Geçen cumartesi gecesi Anka Tiyatrosuna bir bomba atmışlardı. Otuz ölü var demişti radyo, sonra da altmış ölü; ama onu hiddetlendiren ölümler değildi. Şanslarını denemişlerdi, bir iç savaşın ortasında bir oyun seyretmeye gitmişlerdi, şanslarını denemiş ve kaybetmişlerdi. Bunda hem gözü peklik hem de adalet vardı. Ama eski Anka Tiyatrosu, o bina... Kaç tane küstah hizmetçiyi, kız kardeşi, sırdaşı, dulu, Olga Prozorova'yı ve üç harika hafta boyunca Nora'yı oynadığı sahne; kırmızı perde, kırmızı uzun tüylü kadife koltuklar, kirli avizeler ve alçı süslemeler, bütün o sahte ihtişam, o oyuncak kutusu, o insan ruhunun savunmasız ve savunulamaz payandası; işte tüm bunlara zarar vermek aşağılık bir şeydi.
·
92 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.