Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Önemli Bulduğum Bazı Kavramlar (Bilmek Ve Olmak adlı kitabımdan alıntıdır) Bir insanın kendini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi için bazı kavramları ve olguları bilmesini zorunlu görüyorum. Bunlardan bazılarını aşağıda açıklıyorum. Özbilinç: özbilinç en genel anlamıyla kişinin kendi duygu düşünce ve davranışlarından haberdar olma halidir. Etraflı bir tarif yapacak olursak, kendini bilmek de diye bileceğimiz özbilinç, daha derin anlamda, kişinin kendi hareket nedenlerini, kültürel ve ailevi şartlanmalarını, kendi niyetlerini, değer yargılarını, güçlü ve zayıf yanlarını fark etmesi ve bilmesidir diyebiliriz. Biz insanlar doğal olarak içinde yetiştiğimiz, aile ve toplumun inanç ve değerlerini benimseyerek büyürüz. Bu esnada farkında olmasak da bize yansıtılmış, dayatılmış, yakıştırılmış bir takım karakter ve kişilik özelliklerini ve dünya görüşlerini de benimsemiş oluruz. Farkında olmadan benimsediğimiz bu özelliklerin kimileri bizim için çok yararlı olabilecekken, kimileri yararsız, kimileri de zararlı ve yıkıcıdır. İşte özbilinç aileden ve kültürden edindiğimiz, olumlu ve olumsuz bu edinimlerin farkında olunması ve bilinmesidir. Özbilinci bilinmesi ve kavranması gereken ilk insani yeti olarak görmemin nedeni, her türlü karakter ve kişilik değişiminin temelinde kişinin “kendini bilmesinin” ilk zemini oluşturmasıdır. Özgüven: özgüveni kişinin narsisime kaymadan, kendi yeteneklerine, gücüne ve potansiyeline güvenmesi olarak tanımlıyorum. Narsistlerde kendi benlikleriyle ilgili her şey abartılı olduğundan, özgüvenleri gerçeklikten uzaktır. Kendilerini ve yeteneklerini olduğundan daha üst düzeyde görürler. Depresyondaki kişiler de narsistlerin tersi bir durum sergileyip, kendi benlikleriyle alakalı her şeyi oldukça değersiz, önemsiz ve işe yaramaz olarak görürler. Sağlıklı bir özgüven duygusu bu ikisinin ortasındadır. Özgüveni yerinde kişi, kendi yeteneklerini ve yeterliklerini, abartmadan ve değersizleştirmeden, olduğu gibi görür. Dahası herhangi bir alanda başarılı değilse, bir işi iyi yapamıyorsa, o alanda gerekli eğitim ve üzerinde durma ile o konuda yetkin bir kişi olabileceğini bilir. Sağlıklı bir özgüvenin temelinde, insan görmediği, eğitimini almadığı, gereği kadar üzerinde durmadığı şeylerin yabancısı ve cahili iken gerekli mücadele ve emek ile öğrenebileceği, becerebileceği birçok iş vardır inancı yatmaktadır. Özgüveni kendini geliştirme adına ikinci sıraya koymam, kişinin kendini bilmesinden (özbilinçten) sonra, kendini değiştirebileceğine, yeni şeyler öğrenebileceğine olan inancının (özgüvenin) gelmesidir. İd ego ve süperego : bu üç kavramın neler olduğunu tarif etmeye çalışmadan önce, sizi sağlıklı yetişkin bir insanı ve onun düşünce ve davranış biçimi üzerinde düşünmeye davet ediyorum. Sanırım zihninizde “Sağlıklı yetişkin” deyince, kendi sınırlarını, görev ve sorumluluklarını bilen ve elinden geldiğince bunlara riayet eden bir insan portresi canlanmıştır. Yani sağlıklı bir insan, kendi ihtiyaçlarını karşılamak için çalışır, hayatın zorlukları ile mücadele eder, insan ilişkilerinde yerine göre alttan almasını bilir (egonun işlevleri), haz ve zevklerini yeri gelince yaşar (idin işlevleri), ama içinde bulunduğu ortam ve toplumun kural ve normlarına da riayet eder (süperegonun işlevleri) Burada yaptığımız kısaca sağlıklı yetişkin tarifi insan doğasının Sigmund Freud tarafından psikoloji literatürüne sokulmuş üç yönünü, yani id ego ve süperegoyu içeriyor. Şimdi de sizden, insan yavrusu bir bebeği zihninizde canlandırmanızı isterim. İnsan bebekken hayatın gerçeklerinden bihaber, başkalarına bağımlı, istekleri ve arzuları anında yerine getirilsin, asla engellenmesin, hangi ihtiyacı belirdiyse hemen o an orada karşılansın ister. Değilse bağırır çağırır ve ağlar. Tüm bunlar ve daha fazlası bir bebek için elbet bir eksiklik değildir. Çünkü insan dünyaya ilk geldiği an kendi kişiliği sadece “idden” ibaret ve başkalarına muhtaçtır. İd insan doğasının haz ve doyum arayan yönüdür. Fonksiyonu itibariyle sadece tatmin olmayı ister. Dış dünyada geçerli olan kanun kural ve normları asla bilmez. İstediği anında yerine getirilsin ister. Fakat insan yavrusu büyümeye başladıkça zamanla dış gerçeklikleri de algılamaya başlar. Mesela istediği an maması, yemeği kendisine getirilmiyordur, farklı nedenlerden dolayı beklemesi gerekiyordur, tuvalet ihtiyacını geldiği an her yere yapmamalıdır, o işin yapılması için bir yer ve zaman vardır. Ağlaması bağırıp çağırması çözüm değildir, başka insanların kendilerine göre işleri ve görevleri vardır. Herkes onun işine koşacak değildir. İşte yaşamın bu gerçeklikleri insanda “ego” denilen yetinin gelişmesi ile algılanabilir. Ego bebeklik ve çocuklukta ilk temelleri atılan bir yeti olsa da onun gerekli kıvama gelmesi ve sahibine hizmet etmesi anca ergenlikten sonra, kişi yetişkin çağlarına eriştiğinde mümkündür. İnsan, egosu ile dış gerçekliklerle ilişki kurar. Kendini ve yaşamını ona göre düzenler. İhtiyaçları için mücadele eder, istek ve arzularını ertelemeyi ve yeri ve zamanı gelince yaşamayı bilir. Şu bir gerçektir, herkes egosu gerektiği kadar gelişecek ve hayatta kendi ayakları üzerinde duracak kadar şanslı değildir. Yaşları kaç olursa olsun, halen başkalarına bağımlı, başkalarının bakımına muhtaç, kendi ihtiyaçlarını gideremeyen, dürtü ve uyarımlarını denetleyemeyen, hayatın olağan akışı içinde engellenmeye hiç tahammülleri olmayan, öfke ve sinire hemen başvuran, eline geçen parayı iyi faydalı yerlerde kullanma yerine bir kısım keyfi işlerde çarçur eden kişiler, egoları gelişmemiş, yani sağlıklı yetişkin olamamış, idleri baskın, fiziksel olarak büyümüş olsalar da ruhsal açıdan çocuksu ve bebeksi kişilerdir. Süperego ise, kişinin anne ve babasının değerlerini, içinde yetiştiği topumun gelenek görenek ahlaki normlarını ve kanunlarını benimsemesi neticesinde, kişide oluşan ahlak ve değer yargılarıdır diyebiliriz. Bir insanın ihlal edici veya yapması gerekirken yapmadığı tavır ve davranışları karşısında hissettiği suçluluk duygusu süperegodan kaynaklanır. Sağlıklı ve dengeli bir kişilik ego ile mümkündür. İdin baskın olduğu kişilik tipinde, sadece haz merkezlilik, aklı fikri daha çok yeme içmede, cinsel tatminde, yatma ve dinlenmede, eğlencede iken, süperegonun baskın olduğu kişilik tipinde, başkalarını en ufaktan da olsa incitmeme, reddetmeme, kimseye hayır diyememe, kendi hakkını bile bencillik gibi algılayıp savunamama hakimdir. Egosu sağlıklı işleyen birey, kendi ihtiyaçları kadar başkalarının da ihtiyaçlarına saygı duyar. İnsanlara zarar verme, çıkarı için kullanma gibi sosyopatik davranışlarda bulunmaz. Kendi ihtiyaçlarını kendi karşılayacak gücünün farkındadır. Aynı şekilde, hazlarını da yeri ve zamanı gelinceye kadar ertelemesini bilir. Yeri ve zamanı gelince de yaşar. Ruh: ego normal ya da sağlıklı diyebileceğimiz bir kişiliğin olmazsa olmazı olsa da insan hayatın gerekli anlamının ve tatminin sadece kendisi için yaşamaktan ibaret olmadığını da zamanla anlayabilir. İşte insanın kendi dışındaki kişilere, içinde yaşadığı topluma ve insanlığa yapacağı her türlü hasbi (hesabi olmayan) olumlu, faydalı katkı insanda ruh denilen yetinin harekete geçmesiyle mümkündür. Sağlıklı bir birey egosu ile kendi sınırları ve çıkarları içinde hareket eder. Fakat ego zaman zaman kendi çıkarı için başkalarını kullanma, istediğini elde etmek için gerekli manevra ve taktikleri uygulamaya başvurabilir. Çünkü amacı sonuçta kendisine hizmet ve ayakta kalabilmek, sürekli daha fazlasını elde etmeye çalışarak aklı sıra kendini garanti altına almaya çalışmaktır. Burada söylediklerimiz yanlış anlaşılmasın, biz bir insan kendi menfaat ve çıkarını düşünmemeli, kendi ihtiyaçlarını boşlamalı demek istemiyoruz. Demek istediğimiz, egodan sonrasına bir sıçrama yapabilmeyi başarabilmektir. Yine kendi menfaat ve çıkarını düşünerek yaşamak, ama asla başkalarını kullanmamak, manipüle etmemek, bana dokunmayan yılan bin yaşasın gibi inançlardan kurtulup, hayatı sadece kendi çıkarı için değil elinden geldiğince kendi imkanları çerçevesinde başkalarına da faydası dokunarak yaşamaktır. Elbet kişinin bu katkı ve faydası evvela kendi en yakınlarına olmalıdır. İşte ruh kişide, hayatta bir anlam, mana ve hikmet arayan yeti olarak vardır. Ve insan ruhunun tatmini de anlayış, empati, sevgi, yardımseverlik, bağışlayıcılık, olduğu gibi görünme gibi erdemlerde gizlidir. Tam anlamıyla insan olabilmenin yolu, ruhun da ihtiyaçlarının karşılanmasıyla mümkündür. Misyon ve vizyon : misyon, bir kişinin kendine, yerine getirmek için biçtiği görev olarak tanımlanabilir. Vizyon ise kişinin edindiği bir görevi (misyonunu) hayata geçirmek için zihninde tasarlaması ve nasıl yapacağını, başı ve sonu itibariyle ortaya nasıl bir şeyin çıkacağını zihinsel olarak kestirebilmesidir. Mesela diyelim kişi farklı nedenlerden dolayı, rahat ve refah içerisinde yaşamanın güzel bir şey olduğunu idrak etmiş olsun. Böyle bir yaşama ulaşmak için edinmesi gereken amaçların ve hedeflerin neler olduğunu fark etmiş olsun. İşte “rahat ve bolluk içinde yaşama” hedefi kişinin misyonu iken, öyle bir yaşama nasıl kavuşacağını hangi adımları ne zaman atması gerektiğini zihninde görebilmesi ve benimsemesi ise vizyondur. Akışta Olmak: Hayat aslında doğumumuzdan itibaren bir akıştan ibarettir. Doğduğumuz an büyümeye, gelişmeye ve bizi bekleyen ölüme doğru hızla yol almaya akarak gideriz. Fiziksel açıdan akış değiştirilemez bir yasa olarak karşımızda durmaktadır. Çocukluk çağlarımızda geçmişin ve geleceğin endişe ve korkuları bizde yoktur. O dönemlerimiz güzel akışta olduğumuz zamanlarımızdır. Fakat yetişkin olduktan sonra mantığımız ve aklımız kendi yeteneğimiz ölçüsünde kemale erdiğinden, artık çocukluk çağımızdaki gibi hayatın olağan akışında değil de geleceğin kaygılarıyla geçmişinse kızgınlık ve pişmanlıklarıyla içinde bulunduğumuz anınsa kendine göre problemleriyle gereğinden fazla uğraşarak içinde bulunduğumuz anın zayi olmasına sebep olabiliriz Akıl ve mantık birçok şeyde olduğu gibi burada da kendi lehimize de aleyhimizi de kullanılabilecek yetilerimizdirler. Aslında ömür dediğimiz şey, doğumla ölüm arasında doyumlu, huzurlu, bir şeyler öğrenerek, üretken geçirilen bir zaman dilimi olmalıdır. İşte böyle geçirilecek bir ömür de zihinsel akışta olabilmekle mümkündür. Fiziksel akış kendiliğinden ve karşı konulamaz bir şekilde gerçekleşirken, zihinsel akış tarafımızca yaratılmalıdır. Zihinsel akış, oluşturacağınız misyon ve vizyonlar bağlamında daha mümkün hale gelebilir. Yaşam hedeflerinize (misyon ve vizyonlarınıza) sadık kaldığınız sürece, sizi engellemeye çalışan insanlar ve durumlar üzerinde de gereğinden fazla durmaz yolunuza devam etmeye gayret edersiniz. Bu konuyu yüzme metaforuyla biraz somutlaştırmaya çalışayım. Diyelim bir gölde karşıdan karşıya yüzerek geçmek zorundasınız. Yüzmeniz gereken mesafe birkaç yüz metre. Ve sizin için kolay olmayacak. Yüzmeye başladınız, karşıya varmak için devam ediyorsunuz. Ama yüzme esnasında karşınıza gölün içinde olan bazı cisimler ve engeller çıkıyor. Bazen bir yosun öbeği, bazen orada bulunan bir ağaç. Ne yaparsınız? Herhalde orada takılıp kalmamanız gerekir. Çünkü her takılıp kalma sizin enerjinizi ve zamanınızı çalacak, karşıya ulaşmanızı daha da zorlaştıracaktır. O engellerin, yerine göre sağından solundan yerine göre de altından üstünden geçip gidersiniz. İşte hayat dediğimiz şey de budur. Geçmişin etkileri, geleceğin kaygıları ve içinde bulunduğunuz zamanın sorunları üzerinde gereğinden fazla durmanız sizin enerjinizi ve zamanınızı boşa harcayarak bugünün gereklerini hakkıyla yapmanıza ve doğumla başladığınız hayat yolculuğunuzu mutlu, doyumlu, üretken yaşayarak tamamlamanıza engel teşkil ederler. Ama kendinizi hayatın akışına kaptırdığınız zaman, geçmişi ve geleceği aşar, içinde bulunduğunuz zamanın gereklerine göre hareket edersiniz. Benlik senlik bizlik sizlik: benlik gördüğüm kadarıyla birden fazla, farklı anlamlarda kullanılabiliyor. Bunlardan biri, “bir kişiyi kendisi yapan, tüm karakter ve kişilik özelliklerinin tamamı” diğeri ise “bir kişinin kendine yakıştırdığı ve yakıştırmadığı tüm insani özellikler”. Aslında bir gerçek benliğimiz, bir de hem gerçek hem de suni benliğimiz vardır. Birinci gerçek benliğimiz, bizim hakikatte kim ve nasıl bir insan olduğumuzdur. İkinci gerçek benliğimiz, kendimiz hakkındaki isabetli ve gerçekçi algı ve yorumlarımızdır. Suni benliğimiz ise, aslında sahip olmadığımız bir takım karakter ve kişilik özelliklerini kendimizde var sanmamızdır. Senlik, bizlik ve sizlik ise benim üzerinde düşündüğüm ve literatüre sokmak istediğim üç kavramlardır. Senlik, başkalarına yakıştırdığımız veya onlarda var olduklarını sandığımız, huylar alışkanlıklar ve ahlaki tutum ve yargılardır. Senlik de isabetli ve isabetsiz olabilir. İki insan arasında sorunlar sağlıklı ve isabetli benliğin senliğin olmamasından ileri gelir. Yani aslında sahip olmadığınız meziyetleri kendinizde var zannedersiniz, bir başkasını da bir takım kötü huyların ve alışkanlıkların taşıyıcısı olarak telakki eder ve bunu o kişiye yansıtırsınız, o da haliyle bunu sezer ve doğal olarak sorunlar yaşarsınız. Bir kişi hakkında düşüncelerinize, o kişiye neler yakıştırdığınıza veya o kişide olup da neleri görmediğinize ve yakıştırmadığınıza dikkat edin derim. Bizlik, bir insan grubunun kendilerine yakıştırdığı, kendilerinde var olduklarını sandıkları erdemler, ahlaki ve insani özelliklerdir diyebiliriz. Sizlik ise, bir insan grubunun başka bir insan grubuna yaptığı yakıştırmalar, onları layık gördüğü statüler ve onlarda var olduklarını sandıkları gelenek görenek ve ahlaki normlardır. Tüm bu yapılan yakıştırmalar gerçekte var da olabilir, yok da. İnsan grupları arasında çıkan sorunlarda genelde isabetli “bizlik” ve “sizlik” algılarının olmayışından kaynaklanır. Bir parti, cemaat veya ırkın mensupları, kendilerini çok nitelikli, ayrıcalıklı, bir kısım üstün meziyetlere sahip olarak görürken, bir başka parti, cemaat veya ırkın mensuplarını hiç de öyle görmeyebilir. İnsan grupları arasında sorunlar da isabetli bir “bizlik sizlik” algılarının olmamasından ileri gelir. Liderlik: liderler insanlara ve toplumlara yön verip onları mevcut durumlarından daha iyi bir duruma taşımaya öncülük eden kişilerdir. Stephen Covey’in ifadesiyle “liderlik insanlara potansiyel ve yeteneklerini kendileri görecek kadar ifade edebilmektir. Bir liderin veya lider ruhlu kişinin yanında kendinize olan güveniniz ve cesaretiniz artar. Hayatı ve yaptığınız işi ciddiye almaya başlarsınız. Peki liderliğin zıddı olan insan tipi hangisidir? İnsanların motivasyonunu düşüren, onlara korku ve güvensizlik aşılayan, yaptıkları işi ve hayatı ciddiye almadan, laubali bir tarzda sürdürmeye sevk etmeye çalışan tipler vardır. Liderler kendi egolarını aşmış, kendi hareket alanlarında başka insanları ve insan gruplarını dönüştürecek misyon ve vizyonları vardır. Normal insanların misyon ve vizyonları kendi hayatlarını daha iyi hale getirmeye dönükken, liderlerin edindiği misyon ve vizyon bir aileyi, toplumu, ülkeyi daha iyi hale getirmeye dönüktür. Mesela Gandhi böyle bir lidere en güzel örnektir. Herkes Gandhi gibi bir ulusun kurtuluşuna öncülük edecek imkana sahip olmasa da kendi hayatında liderlik yapabilecek bir ortam ve imkân bulabilir. Mesela aile. Bir anne baba veya aile bireyi olarak kendi ailenizi maddi veya manevi açıdan daha ileri düzeylere taşıyabilecek misyonlar ve vizyonlar edinebilirsiniz. Kişilik ve Varoluşçuluk: biz insanlar bir coğrafi bölgenin içerisinde barınan, bir toplumun içinde yaşayan, bir ailenin ferdi olarak dünyaya geliriz. Bu üç öğenin üçünün de bizim hayatlarımız ve kaderlerimiz üzerinde büyük etkisi vardır. İçine doğduğumuz coğrafya bizim ten saç göz rengimiz gibi fiziksel özelliklerimizi belirlerken, aile de aynı şekilde fiziksel özelliklerimizle birlikte bize aktardığı genler aracılığıyla ve toplumda edinmiş olduğu sosyo-ekonomik statüsüyle bizim nasıl düşünüp, duygulanıp ve hareket edeceğimizi ciddi derecede etkiler. Toplum ise yüzyıllar boyunca kendi içinde yoğurarak bugüne taşıdığı değerleri, gelenek, görenek ve normları ile bizi aynı yönlerden etkiler. Kaderimiz ve ne olacağımız sadece bu üç belirleyici ile sınırlı değildir. Bir de bizim, yaşadıklarımız, gördüklerimiz, düşündüklerimiz üzerinde kendi yaptığımız yorumlar, değerlendirmeler ve birtakım kararlara varmalarımız vardır. İşte ergenlikten itibaren nasıl düşünüp, hissedip ve son tahlilde nasıl davrandığımız bizim kişiliğimizi oluşturur. Kişilik bir insanı kendisi yapan değerleri, inançları, düşünceleri duyguları ve topyekûn hayat karşısında takındığı tutum ve davranışlardır. Her insan zamanla oluşturduğu kendi değer sistemi, algı ve anlam dünyasıyla yetişkin bir insan olduktan sonra kendi içinde yetiştiği toplumun bir ortalaması olur. Şimdi kendi içinde yetiştiği toplumdan ayrılıp tamamen farklı bir kültürün sahibi başka bir toplumun içinde yaşamaya başlamış bir kişiyi düşünün. Bu kişi doğal olarak ilk zamanlar kültür şoku dediğimiz olguyla karşı karşıya kalacaktır. Çünkü nasıl her insanın kendine göre bireysel farklılıkları varsa, yeryüzünde yaşayan her toplumun da diğerlerinden farklı olarak kendine ait adetleri, gelenekleri görenekleri vardır. Başka bir toplumun içinde yaşamaya başlamış kişi kültür şokundan kaynaklı, ilk zamanlar birtakım sıkıntılar çekse de zamanla o topluma ayak uydurmaya da başlayacaktır. Yani aslında, o kişi başka bir kültürün, düşünce ve davranış biçimlerini tamamıyla olmasa da artık benimsemektedir. Bu aynı zamanda şu demektedir, o kişi bir kişilik değişimi yaşamıştır. Bazı psikologlar determinizmden kaynaklı, İnsan kişiliğinin çocukluk yaşlarında oluştuğunu ve sonrasında artık herhangi bir değişimin mümkün olmasa da çok zor olduğunu söylerler. Ama bir de Varoluşçu yaklaşım vardır ki, onlara göre insanın asıl olan özü yani kişiliği değil, varoluşudur. Öz veya kişilik, yani kişinin olayları kendisini ve hayatı yorumlayış ve tepki veriş biçimi sonradan oluştuğu için kişi isterse o özü değiştirebilir. Peki hangisi doğru, determinizmi savunanlar mı haklı yoksa Varoluşçu anlayışı savunanlar mı? Öncelikle şunu söyleyeyim insan doğasına hangi kuram ve paradigma ile yaklaşırsanız, o kuramın savunduğu fikirleri doğrulayan delilleri fazlasıyla bulursunuz. Ben şahsen determinizme şöyle inanıyorum, eğer bir insan içine doğduğu ve zamanla kendi kişiliğini oluşturduğu ortamdan başka bir ortamla tanışmaz, sürekli aynı düşünce ve davranış biçimlerine şahit olursa, artık belirli bir zamandan sonra o kişinin kişilik açısından ne olduğu ve ileride de ne olacağı belirlenmiştir diyebiliriz. Fakat kişi kendi içinde yetiştiği ortamın dışına çıkar, farklı duygu düşünce ve davranış biçimlerine şahit olursa, kendi kişiliğini de farklı yönlerden değiştirebilir. İşte varoluşçuluğa göre, bir insan kendi değerlerini belirleyebilir, asli değil de arızi olan bir takım karakter ve kişilik özelliklerini daha olumluları ile değiştirebilir. Çünkü belirttiğimiz gibi insan önce var olmuştur, sonra kişiliğini edinmiştir. Bizler ilk doğduğumuz sıralar sadece vardık, herhangi bir kişiliğimiz yoktu, sonradan yaşadıklarımız, gördüklerimiz ve onlara yüklediğimiz anlamlar ve bunların zihnimizde yer edinmesi bizi biz yaptı. Haliyle kolay olmasa da yetişkin fertler olduktan sonra da kendi değerlerimizi, hayatı ve içinde olan bitenleri yorumlayış ve tepki veriş biçimlerimizi değiştirebiliriz. Mevlana’nın şu sözü bana varoluşçuluğu güçlü şekilde çağrıştırmaktadır. “Dün dünle gitti cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” duygu ve düşüncelerini değiştiremeyen insanlar sözlerinin içeriğini ve anlamlarını da değiştiremezler, duygu ve düşünce değişikliği ise, inanç ve değerlerde, olaylara yüklenen anlamlarda meydana gelen değişikliği gösterir. Bu değişimler kişinin özünün değişmesini simgeler. Otantik Kişilik: otantik kelime anlamı itibariyle “bir şeyin aslına uygun ve sahih olmasıdır” otantik kişilik de, “bir insanın duygu düşünce ve seçimlerinde kendi karar mekanizmasını kullanması, bir şeye değer biçerken kendi içinden gelen talimatlara göre hareket etmesi, kendi hayatını kendisi olarak yaşamasıdır “diyebiliriz. Hemen hemen her İnsan doğuştan kendi hayatını evirip çevirecek, tanzim edecek akıl, mantık, muhakeme, vicdan gibi bir kısım insani yetilerle dünyaya gelir. Otantik veya kendini gerçekleştiren insanlar da diyebileceğimiz kişiler, bu insani yetilerini insan gücünün elverdiği ölçüde bihakkın kullanarak hareket edebilen ve kendileri olabilen kişilerdir. Burada hemen akla şöyle bir soru gelebilir, ne yani şimdi herkes kendisi olabilmiş, birey ve insan olmanın hakkını vermiş kişiler değiller mi? Maalesef işler insana geldi mi çok karmaşıklaşmakta ve insan aslına ve fıtratına uymayan kararlar ve seçimler yapabilmektedir. İnsan diğer canlılar gibi, annesinden doğduktan sonra kısa bir süre içinde kendi ayakları üzerinde durabilen ve hayatını devam ettirebilmesi için gerekli yetenekleri kusursuz bir şekilde ne eksik ne fazla tam gereği kadar alabilen bir varlık değildir. İnsan uzun yıllar başka insanların bakımına ve ilgisine muhtaçtır. Bu süre zarfında birçok insan gereği gibi, İnsan olmanın hakkını vererek, gerçekten kendi insani yetilerini kullanarak kararlar vermeyi değil de içine doğduğu ortamın kendisine yaptığı bir takım yakıştırma, yansıtma ve koşullandırmalarına göre kararlar vermeyi ve hareket etmeyi öğrenir. Her kültür ve ortam fertlerini sağlıklı ve kendine özgü bireyler olarak yetiştirecek kadar yeterli değildir. Ayrıca insanlar diğer canlılardan farklı olarak kendilerine hiçbir yararı olmayan bir sürü adet gelenek ve görenekler edinebilmekte ve bunları kuşaktan kuşağa aktarabilmektedirler. Böyle güçlü etkileyiciler karşısında her insanın kendi olması ve kendiliğinden hareket edebilmesi hazır olarak edinilen bir kazanım değil, şahsi farkındalıklar ve mücadeleler neticesinde mümkündür. Peki kendimiz hakkında bu konuda karamsar mı olalım? Elbet hayır, şu an böyle bir insan olmasak da yukarıda değindiğimiz varoluşçu anlayış ile kendimize ve insan doğasına yaklaşırsak, otantik, aklı vicdanı özgür ve bunları layıkıyla kullanan kişiler olma yolculuğuna çıkabiliriz. Bu yolculuk bize zamanla artık aile, toplum, arkadaşlar ve farklı odakların etkisinde kalarak değil, hayat ve içindekilerle kendi aklımız ve vicdanımızla bağlantı kurarak kararlar vermeyi, seçimler yapmayı ve yaşamayı sağlar. Ali karakaya
·
315 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.