Burada, bir başka dile ve kültüre neden saldırılır; o dili, kültürü ve insanını, kendi dilimiz ve kültürümüzün, doğrudan kendimizin bir zenginliği, tamamlayanı, yücelteni olarak görmeyiz de şiddetli bir öfkeyle yok etmeye çalışırız? Bu nasıl bir yönetim anlayışı, nasıl bir insan psikolojisidir ki, sahip olmadığı ne varsa, ya da yok ettiği ne varsa onun üzerinden inşa etmeye çalışır kendini. Sanırım şöyle bir anlama denemesi
pek yanlış olmasa gerek: Ele geçirmesinin üzerinden yüzlerce yıl geçmesine karşın, yaşadığı coğrafyayı hala bir işgalci psikolojisi ile yaşayan bir yönetim zihniyeti, o coğrafyanın kendi dışındaki tüm varlıklarını, değerlerini bir tehdit, bir düşman olarak görecek ve bunu her solukta "öteki"lerin üzerine bir şiddet, üstelik kutsanmış bir şiddet olarak kusacaktır. Çünkü o hala yaşadığı coğrafyanın yabancısıdır. O coğrafyanın binlerce yıllık tarihine ve kültürüne ait değildir. Kıpırdayan her şeyden derin kuşkular duymaktadır. Çevresindeki -üstelik yönettiği!- baskın tarihsel yapılar, dünyayı insanileştiren kültürel değerler ve bunların yaratıcısı insanlar, durmadan ona değersizliğini duyurmaktadır. Bu varlıkların, bu değerlerin oluşumundaki yaşama bilgisinden yoksun olduğu için onları anlaması ve bir insanlık mirası olarak benimsemesi de mümkün değildir. Bu yüzden yapacağı tek şey, içindeki yetersizliğe denk, bu yetersizliği yüceltecek bir küçümseme refleksi geliştirmek olacaktır. Eşdeğerde bir kültür ve kimlik oluşturamadığı için, bütün melekeleri, bir tehlike ve düşmanlık paranoyasını biçimleyip duracaktır. Bu paranoyanın hayata geçişi ise acımasız bir yıkımdır: Kimi gün binlerce yıllık tarihsel bir yapıdır bu yıkımdan payını alan; kimi gün anıları ve düşleriyle bir köy, kasaba, bir kent... Elbette en çok da insandır. Bu vandal zihniyet, "öteki"nin dilini, kimliğini, temel varoluş haklarını, birer idam yaftası olarak onun boynuna asarak, kendisini ancak güvende hissedecektir.
Dünyanın geldiği yerde, kitle iletişim ve ulaşım araçlarıyla, siyasi-ekonomik göçlerle dünyamızın geldiği yerde, farklı dillerin ve kültürlerin birbirlerinden etkilenmeleri, dil-tutum davranış değişmeleri ve geçişmeleri, dilleri ve kültürleri, dolayısıyla insanı, nasıl bir yere götürecek, zamanımızın en önemli insan sorunu olarak, düşünen herkesin gelecek kaygısını oluşturuyor. Küreselleşmenin farklı kültürleri nasıl tek tip bir kültüre dönüştürdüğü, bunun ölümcül kimliği ve yol açacağı büyük yoksulluk, yine üzerinde çok ciddi olarak tartışılan bir sorun olarak ortada duruyor. Konunun uzmanları dünyada altı binin üzerinde dil konuşulduğunu ve neredeyse her gün bir dilin öldüğünü söylüyorlar. Çok uzun olmayan bir zaman sonra hepimiz İngilizce konuşan, hamburger yiyen ve çiklet çiğneyen yaratıklar haline geleceğiz. İnsanın farkının bir korku ögesine, bir aşağılık kompleksine dönüştürüldüğü bir yıkıma doğru sürükleniyoruz. Düşünmek bile ürkütücü. Bu yıkımın sahiplerinden sonra zaman, onlardan önce dünya, onlardan başka canlı yok! Bir Kızılderili sözü müydü: "Dünya
bize atalarımızdan kalmadı, biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık. "
Biz çocuklarımıza, yalnız başkalarına ait olan değil, bize de ait olan; yalnız bize ait olan değil, başkalarına da ait olan bir dünya bırakabilirsek, onurlu yaşadık diyebiliriz sanırım.
Benim, edebiyatta, şiirde, toplumda ve doğada çok seslilikten anladığım, insanı hayatın her alanında sonsuz kılan, onu başka hayatların büyüklüğü ile yücelten bir kültürel çeşitlenmedir. Her bir dilin ve kültürün, başka dillerde ve kültürlerde tekrarlanma imkanı olmayan yaşama bilgisi, dil derinliği ve imgelem gücü ile insanı çoğaltmasıdır. Bu güzelliğin önüne konulacak her engel, ne gerekçeyle olursa olsun, insanı aşağılayan, potansiyelini kısıtlayan, dolayısıyla ona şiddet uygulayan, varlığını yok eden bir saldırıdır.