Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Biraz Uzun Oldu Ama; +1
Burada, bir başka dile ve kültüre neden saldırılır; o dili, kültürü ve insanını, kendi dilimiz ve kültürümüzün, doğru­dan kendimizin bir zenginliği, tamamlayanı, yücelteni olarak görmeyiz de şiddetli bir öfkeyle yok etmeye çalışırız? Bu nasıl bir yönetim anlayışı, nasıl bir insan psikolojisidir ki, sahip ol­madığı ne varsa, ya da yok ettiği ne varsa onun üzerinden inşa etmeye çalışır kendini. Sanırım şöyle bir anlama denemesi pek yanlış olmasa gerek: Ele geçirmesinin üzerinden yüzlerce yıl geçmesine karşın, yaşadığı coğrafyayı hala bir işgalci psi­kolojisi ile yaşayan bir yönetim zihniyeti, o coğrafyanın kendi dışındaki tüm varlıklarını, değerlerini bir tehdit, bir düşman olarak görecek ve bunu her solukta "öteki"lerin üzerine bir şiddet, üstelik kutsanmış bir şiddet olarak kusacaktır. Çün­kü o hala yaşadığı coğrafyanın yabancısıdır. O coğrafyanın binlerce yıllık tarihine ve kültürüne ait değildir. Kıpırdayan her şeyden derin kuşkular duymaktadır. Çevresindeki -üste­lik yönettiği!- baskın tarihsel yapılar, dünyayı insanileştiren kültürel değerler ve bunların yaratıcısı insanlar, durmadan ona değersizliğini duyurmaktadır. Bu varlıkların, bu değer­lerin oluşumundaki yaşama bilgisinden yoksun olduğu için onları anlaması ve bir insanlık mirası olarak benimsemesi de mümkün değildir. Bu yüzden yapacağı tek şey, içindeki yeter­sizliğe denk, bu yetersizliği yüceltecek bir küçümseme reflek­si geliştirmek olacaktır. Eşdeğerde bir kültür ve kimlik oluş­turamadığı için, bütün melekeleri, bir tehlike ve düşmanlık paranoyasını biçimleyip duracaktır. Bu paranoyanın hayata geçişi ise acımasız bir yıkımdır: Kimi gün binlerce yıllık ta­rihsel bir yapıdır bu yıkımdan payını alan; kimi gün anıları ve düşleriyle bir köy, kasaba, bir kent... Elbette en çok da insandır. Bu vandal zihniyet, "öteki"nin dilini, kimliğini, temel varoluş haklarını, birer idam yaftası olarak onun boy­nuna asarak, kendisini ancak güvende hissedecektir. Dünyanın geldiği yerde, kitle iletişim ve ulaşım araçlarıy­la, siyasi-ekonomik göçlerle dünyamızın geldiği yerde, farklı dillerin ve kültürlerin birbirlerinden etkilenmeleri, dil-tutum­ davranış değişmeleri ve geçişmeleri, dilleri ve kültürleri, dolayısıyla insanı, nasıl bir yere götürecek, zamanımızın en önemli insan sorunu olarak, düşünen herkesin gelecek kay­gısını oluşturuyor. Küreselleşmenin farklı kültürleri nasıl tek tip bir kültüre dönüştürdüğü, bunun ölümcül kimliği ve yol açacağı büyük yoksulluk, yine üzerinde çok ciddi olarak tar­tışılan bir sorun olarak ortada duruyor. Konunun uzmanları dünyada altı binin üzerinde dil konuşulduğunu ve neredeyse her gün bir dilin öldüğünü söylüyorlar. Çok uzun olmayan bir zaman sonra hepimiz İngilizce konuşan, hamburger yiyen ve çiklet çiğneyen yaratıklar haline geleceğiz. İnsanın farkının bir korku ögesine, bir aşağılık kompleksine dönüştürüldüğü bir yıkıma doğru sürükleniyoruz. Düşünmek bile ürkütücü. Bu yıkımın sahiplerinden sonra zaman, onlardan önce dünya, onlardan başka canlı yok! Bir Kızılderili sözü müydü: "Dünya bize atalarımızdan kalmadı, biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık. " Biz çocuklarımıza, yalnız başkalarına ait olan değil, bize de ait olan; yalnız bize ait olan değil, başkalarına da ait olan bir dünya bırakabilirsek, onurlu yaşadık diyebiliriz sanırım. Benim, edebiyatta, şiirde, toplumda ve doğada çok seslilik­ten anladığım, insanı hayatın her alanında sonsuz kılan, onu başka hayatların büyüklüğü ile yücelten bir kültürel çeşitlen­medir. Her bir dilin ve kültürün, başka dillerde ve kültürlerde tekrarlanma imkanı olmayan yaşama bilgisi, dil derinliği ve imgelem gücü ile insanı çoğaltmasıdır. Bu güzelliğin önüne konulacak her engel, ne gerekçeyle olursa olsun, insanı aşağı­layan, potansiyelini kısıtlayan, dolayısıyla ona şiddet uygula­yan, varlığını yok eden bir saldırıdır.
·
351 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.