Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Kırmızı Caka bir Mercedes'ti. Boya yetmemiş olmalıydı ki, ön kapağında dalga dalga açıklıklar vardı. Abdullah bu arabayı getirip tuzlanmış çağla yeşili evin önüne park ettikten hemen sonra nedense ortadan kaybolduğu için, yaklaşık iki ay var ki Kırmızı Caka, başka hiçbir cart kırmızı arabaya nasip olmayan bir huzurla tatlı tatlı uyukluyordu mahallenin ortasında. Ebe "ikiiii!" diye bağırmıştı. Tam o esnada, kömürlüğün önünden geçiyordu çocuk. Birden, Kırmızı Caka çok uzak görünmüştü gözüne. Fikrini değiştirmişti. Hızla kömürlüğe dalıp, kapıyı arkasından kapatmıştı.İçeride bir başkası daha vardı. Oyun dışı biri. İçeride bir adam vardı. Yabancıydı. Camı kırık pencerenin altında, güneş ışınlarının takatten kesildiği yerde öylece duruyordu. Yüzünün yansı aydınlıkta, yansı karanlıktaydı. Sırtını duvara dayamış, başını ellerinin arasına almıştı. Oldukça endişeli görünüyordu. Belki de ağlıyordu. Üstü başı düzgündü. Ayakkabıları, kömürlüğün kirine tozuna bulaşmış olmalarına rağmen pırıl pırıl parlıyordu. Belli ki adam çingene değildi. Çocuk, çingenelerden uzak durması gerektiğini biliyordu. Çingenelerin ayakkabıları böyle olmazdı. Bu adam bir yabancı. (Kimin nesi acaba?) Yabancılardan uzak durmalı.(Ne kadar da mutsuz görünüyor!) En iyisi birilerine haber vermeli.(Burada ne arıyor?) Hemen şimdi kömürlükten çıkmalı. (Çıkar çıkmaz ebe sobeler!) İçeride yabancı bir adam var. (Dışarıda ebe var!) Çocuk çıt çıkarmamaya gayret ederek, kapıya yakın bir yere oturdu. Gözlerini adamdan ayıramıyordu. Dışarıda ebe, sobelediği çocukların dinmeyen itirazlarına küfürlerle karşılık veriyordu. Ebenin ağzı öyle bozuktu ki, sobelenen çocuklardan birinin annesi dayanamayıp sokağa fırlamış, ebeyi akşama babasına şikâyet edeceğini söylemek için çocukların kavgasına karışmıştı. Bu hengâmenin ortasında, belli belirsiz tıpırtılar duyuluyordu kömürlükte. Sanki birisi dikkatli adımlarla çinko damın üzerinde yürüyordu; birisi... ya da bir kedi... Bir müddet sonra, yabancı adam yavaş yavaş doğruldu. O kadar ağır hareket ediyordu ki, insan onun canlı olup olmadığından şüphe duyabilirdi. Belki de bu yolunu şaşırmış adam, patronlu kadın dergilerine baka baka dikilmiş bir kuklaydı. Kumaş yetmemiş olacak ki, dar geliyordu ceketi. Çocuğun, gördüklerini sakladığı çekmecede böyle bir kukla vardı. Lunaparkta gördüğü bir kukla. Sarı saçlı boyalı dudaklı oyuncak bebeklerin, taklalar atan elektrikli arabalann, rengârenk topaçların, fosforlu yoyoların, kuyruklu uçurtmaların, tek bir parçası eksilince artık işe yaramayan yap-bozların arasında ipliklerini sarkıtmış, sabırla bekleyen bir kukla. Üç top vermişlerdi eline. Topları atıp da düşürebildiği takdirde, kukla onun olacaktı. Düşürememişti. Adamın gözleri o kuklanın gözlerinden çok daha güzeldi, zeytin yeşili. Hiç kıl yoktu yüzünde, belki de köseydi. Çocuk hiç kıpırdamadan, gözleri adamda, kulağı sokaktaki çocukların kavgasında öylece oturuyordu. Dışarıda ebe döne dolaşa hep aynı küfürleri basıyor; hep aynı yerlere saklanan çocuklar hep aynı yerlerde sobelenip, hep aynı biçimde mızıtıyordu. Artık sesi duyulmadığına göre, ebeyi paylamak için sokağa fırlayan kadın da evine dönmüş olmalıydı. Belli ki oyun sona eriyordu. Bu gidişle çok yakında çanak çömlek patlayacaktı. Birazdan dışan çıkmalıydı. "Benimle bir oyun oynar mısın? Sayı saymaca oyunu. Oynamak ister misin?" Tıpkı gözleri gibi sesi de güzeldi. "Şimdi seninle üçe kadar sayacağız," diye fısıldadı. "Sayı saymasını biliyorsun değil mi? Ne dersin, sayalım mı?" Çocuk tabii ki saymayı biliyordu; kısa bir tereddütten sonra başını salladı. O zaman adam çocuğun yanağını okşadı. Elleri güzeldi, tıpkı gözleri ve sesi gibi. "Aferin! Ben 'bir' dediğimde gözünü yumacaksın. 'İki' dediğimde açacaksın. Ben 'üç' demeden oyun bitmez. 'Üç' demeden kömürlükten çıkmak yok. Anlaştık mı?" Dışanda, çocuklar ona sesleniyordu. Aynı oyun yeniden başlayacak, başka biri ebe olacaktı. İsmi onu çağınyordu. Çıkmalıydı. "Biiir!" dedi adam. "Yum gözünü!" Çocuk gözünü yumar yummaz karanlıkta kalmıştı. Dosdoğru karanlığın içine baktı ve orada rakamlardan Bir'i gördü. Alelade bir rakam değildi Bir. Fevkaladeydi. Gebe kadınlara benziyordu; sadece zaman meselesiydi tekliği. Yakında bir başka can çıkartacaktı canından ve onun neye benzediğini bilememenin endişesi daha şimdiden okunuyordu yüzünden. Çocuk, Bir'e bakınca korkuya kapıldı. Şimdi hemen, bir saniye daha beklemeden, aldığı karara gecikmeden, Bir'in doğum vakti gelmeden kaçmalıydı buradan. Kaçmak için evvelagözlerini açmalıydı ama ne yazık ki gözleri Bir'de takılı kalmıştı. Eliyle elbisesini yokladı. Babaannenin aldığı elbise üzerinde olduğu için, hiç tanımadığı bu yabancı adamın karşısında çıplak kalmadığı için büyük bir rahatlama duydu. Kömürlüğün her tarafı kırık camlarla doluydu. Elbisesiz kaldığında cam parçalarının vücudunu kesmesinden korkuyordu. Ama en çok dikiş iğnelerinden korkuyordu. Babaanne onların yürüyebildiğim söylüyordu. Bir dikiş iğnesi, hırt diye insanın etine batar, sonra da damarlardan yürüye yürüye gidip kalbi delerdi. "İkiii!" dedi adam. "Aç gözünü!" Çocuk gözünü açar açmaz aydınlıkta kalmıştı. Dosdoğru aydınlığın içine baktı ve orada rakamlardan Iki'yi gördü. Alelade bir rakam değildi îki. Fevkaladeydi. Tali bir yola benziyordu; anayolun güzergâhından çekip koparmıştı kendini. Başladığı yeri görmek kolay, sapağı aşikârdı ama menzili meçhul, nereye vardığını kestirmek ise imkânsızdı. Çocuk İki'ye bakınca dehşete kapıldı. Şimdi hemen, bir saniye daha beklemeden, aldığı karara gecikmeden, Iki'nin nereye vardığını görmeden kaçmalıydı buradan. Üstelik artık gözleri kapalı da değildi ama ne yazık ki gözleri îki'de tabii kalmıştı. Ve İki'nin olduğu yerde, hep bir başkası vardı. Başkası, pembe bir et parçasıydı. Etrafı kıvır kıvır, siyah siyah kıllarla kaplıydı. Kılların ortasından, susamış bir hayvanın dili gibi aşağı sarkmıştı. Et parçası seyredilmekten hoşlanıyor olmalıydı ki, çocuk ona baktıkça, o da vakur bir edayla başını kaldırıyordu. Yavaş yavaş değişiyordu. Büyüyor, genişliyor, koyulaşıyordu. Palazlanıyordu; damar damar. Kıymet Hanım Teyze'nin bacaklarındaki eflatun kablolara zerre kadar benzemiyordu bu damarlar. Çocuk, onun böyle büyümeye devam ettiği takdirde yakında kömürlüğe sığmayacağını düşünmeye başlamıştı ki, et parçası pattadak durdu. Durdu ve beklemeye koyuldu. Dışarıda saklambaç oynayanlar da durmuş olmalıydı ki, çıt çıkmıyor, yaprak kıpırdamıyordu. Çocuk, bu ölgünlüğün derinlerinde bir yerlerde, bir çift göz bebeğinin olan biten her şeyi izlediğini hissediyordu. Ne kendisine, ne de yabancı adama ait olan; ne uzak, ne yakın... bir başka yerden bakan. Seyrediliyordu; kim ya da ne olduğunu bilemediği bir canlı tarafından. Üzerindeki gözlerin kaynağını bulmak isterdi istemesine de, oyunbozanlık edemiyor, bakışlarını et parçasından ayıramıyordu. Tam o esnada adam yaklaşmaya başladı. Çocuksa kendi kendine, korkacak bir şey olmadığını söylüyordu. Nasıl olsa, bir sonraki rakam Üç'tü. Ve Üç hep İki'den sonra geldiğine göre, yakınlarda bir yerlerde olmalıydı. Çünkü o hiç gecikmezdi. Hatta öyle çabuk gelirdi ki, ebe İki'deyken hâlâ saklanmayı başaramayan, Üç'te muhtemelen açıkta kalmış olurdu. Demek ki az kalmıştı bu tatsız tuzsuz oyunun sona ermesine. Nihayet çıkıp gidebilecekti Üç dendiğinde. Kömürlükten çıkacak ve bir daha adımını atmayacaktı buraya. Bir daha asla oyun oynamayacaktı kömürlükteki yabancılarla. Çoktan pişman olmuştu olmasına da, azat edilmek için Üç'ü bekliyordu. Azıcık daha... Kurtulacaktı biraz sonra. Oysa Üç'ten evvel, et parçası geldi. Geldi ve ağzından içeri girdi. Ağzında adım adım ilerledi. Çocuk donakalmıştı. Adamsa durmadan hırlıyordu. Hırıltılar çocuğa Elsa'yı hatırlatmıştı. Gıdısı okşandığında, Elsa da aynen böyle sesler çıkartırdı. Ama giderek hızlanıyordu hırıltılar. Çocuk şimdi de, karşı evde oturan emekli tarih öğretmenini hatırlamıştı. Emeldi öğretmen astım hastasıydı. Ne vakit merdiven çıksa, o da aynen böyle hırlardı. Ama daha, daha da hızlanıyordu hırıltılar. Bir müddet sonra, hırıltılar öyle hızlanmış, öyle çoğalmışlardı ki, çocuk artık onları neye benzetebileceğini kestiremiyordu. Pembe et parçası bir ileri, bir geri gidip geliyordu ağzının içinde ama çocuk artık onu görmüyordu. Artık hiçbir şey görmüyordu. Gözlerinin açık mı kapalı mı olduğunu bile bilmiyordu. Midesi bulanıyordu. Derken, tam da midesi isyan bayrağını çekmişken ve ümidi kesilmek üzereyken; tam da az evvelki kıpırtısızlığına inat inatla hızlanmışken kâinat ve adamın hırıltıları boğuk iniltilere dönüşmüşken; miadını doldurdu bir rakam ve miadını dolduran her rakam gibi, o da bir sonraki rakama öykündü. İki, sona ermişti. Et parçası ağzından çıktı. Geride bıraktığı boşluğa tuhaf bir sıvı aktı. Yapış yapıştı. Tadı berbattı. Çocuk daha fazla dayanamayıp, midesine kapıyı açtı. Kusmaya başladı. Et parçasının ağzına kustuğunu, o da dışarı kustu. Artık acı sudan başka bir şey kusamadığını anladığında, ağlamamak için kendini zor tutarak başını kaldırdı. Dosdoğru yokluğun içine baktı ve Üç'ün yokluğunun, hem Bir'den hem İki'den ve hatta Üç'ün kendisinden bile beter olduğunu gördü. Çünkü adam gitmişti. Gitmişti. "Üç" demeden gitmişti.
Doğan Kitap
·
68 görüntüleme
dila kaya okurunun profil resmi
Erinmeden bunca uzun yazabilmissiniz ya;alkışlıyorum...?
Seda Nur Ataman okurunun profil resmi
Kaynağı bulup düzenlemesini yaptım. Ama bulamasaydım yazacaktım. Bu metinin hayatımdaki yeri başkadır ve paylaşmak istedim.
dila kaya okurunun profil resmi
Anlaşıldı öyleyse:)))
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.