Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Dostoyevski'nin Anna Karenina incelemesi!
Başlangıçta çok beğendim; başımı kaldıramıyordum; ayrıntılarına kadar bayağı hoşlanmıştım; ancak bütününde ilgim azaldı. Bunu bir yerlerde okumuşum gibi gelmişti bana, evet, hâlâ belleklerde tazeliğini koruyan, Kont Tolstoy'un Çocukluk ve Delikanlılık, Savaş ve Barış adlı yapıtlarında da aynı hava vardı. Konusu farklı olmakla birlikte Rus aristokrat ailenin aynı hikâyesi. Örneğin aralarında atlardan başka konuşacak konuları olmayan, hatta başka konu bulamayan Vronski gibi tipler, at cinslerini öğrenmek ilgi çekiciydi, ama sıkıcı ve çok kategorik... Sözgelimi, bir dostumun nitelendirdiği gibi, bu "üniformalı aygırın" aşkı, olaya yalnızca ironi katmak için anlatılmış olmalı. Yalnız yazar beni, ironiyle değil, ciddi olarak kahramanın iç dünyasına götürdüğünde canım sıkıldı. Birdenbire bütün önyargılarım çözülüverdi. Kadın kahramanın ölüm sahnesi (sonra kadın yine iyileşti), derken yazarın ana düşüncesini kavradım. Bu değersiz ve kokuşmuş yaşamın tam ortasında ezelden beri değişmeyen yüce yaşam gerçeği ortaya çıkıverdi ve bir anda her şeyi aydınlattı. Bu değersiz, sahte, bir hiç olan tipler yalnızca doğa yasasının, insanlığın ölüm yasasının gücüyle birden insanlığa yaraşır dürüst ve gerçek kişiler oluverdiler. Bütün kabukları kırıldı ve onların tek gerçekleri çıktı ortaya. Sonuncular birincilik katına yükselirken, ön safta yer alanlar (Vronski) birden sonunculuğa düşüverdiler ve bütün ihtişamlarını yitirdiler, hiç oldular; gelgelelim düşerken, bir önceki konumlarına göre daha saygıya layık, daha gerçekçi ve ölçüsüz derecede iyi oldular. Kin ve yalan, hoşgörü ve sevgi sözcükleriyle söylenmeye başlandı. Sığ sosyete kavramları yerine insanlık yüzünü gösterdi. Herkes birbirini bağışladı ve akladı. Sınıfsallık ve ayrıcalık birden anlamını yitirdi ve akıldışı görüldü. Bu kartondan insanlar, gerçeğine benzemeye başladı! Ortada suçlu görünmüyordu: Herkes tartışmasız kendini suçladı ve böylece kendini aklamış oldu. Okur, inanmamız gereken yaşam gerçeğinin, elle tutulur ve kaçınılmaz gerçeğin varlığını, sık sık en yüce saydığımız, aslında en değersiz ve utanç verici olan hayatımızın ve heyecanlarımızın yaşamsal gerçeğin koşulları karşısında tutunamayarak, silinip kaybolan değersiz, hayali bir uğraşıdan başka bir şey olmadığını hissetmiştir. Bu işarette önemli olan, tam açık olmasa bile, hatta bazı hayatlarda görülmemesine karşın, bu anın gerçekten de var olmasıdır. Yazar bu anı bulup çıkarmış ve müthiş bir gerçeklik içinde bizlere sunmuştur. Yazar aslında bu gerçeğin var olduğunu, sadece inançla ve düşünceyle değil, kaçınılmaz, zorunlu ve somut bir olgu olarak gözlerimiz önüne sermiştir. Anlaşılan, yapıtına başlarken yazar, bunu özellikle göstermek istemiş. Bu değişmeyen, ezeli gerçeği Rus okuruna hatırlatması gerekiyordu: Çoğumuz bu gerçeği unutmaya başlamıştık. Olağanüstü yükseltilere çıkarması ayrı dursun, bu hatırlatmayla yazar iyi bir iş yapmıştır. Sonra beni şaşırtan bölüm geldi çattı. "Günün meselesine" uygun düşen, en önemlisi de ne önyargısı, ne de belli bir amacı olan, sadece romanın sanatsal özünden çıkan sahneyi altıncı bölümde gördüm. Böyle olmakla beraber, yine söylüyorum, bu benim için beklenmedik oldu ve beni şaşırttı: Böylesi bir "güncel meseleyi" doğrusu beklemiyordum. Yazarın, kahramanlarını gelişimleri içinde "gökler" katına çıkarmayı göze alacağını nedense düşünmemiştim. Aslında buradaki gerçekliğin bütün anlamı bu göğe erdirmede, yargının aşırılığındadır, yoksa roman bu olmadan havada kalırdı, ne günümüz, ne de temel Rus çıkarlarına uyardı: Rus hayatının ufak bir köşesi yansıtılmış olur, bu hayatın içinde en yaşamsal, en tedirgin edici durumların bile bile görmezlikten gelindiği bir anlatım olurdu. Doğrusu bu ya, eleştiriye girmemem gerekirdi, bu benim işim değil. Sadece bir sahneye dikkat çekmek istedim. Bizlere bugün daha karakteristik gelen yanlarıyla, iki kişilik vardır bu sahnede, üzerinde durduğum sadece bu iki tiptir, başka bir şey değil, yazar bu iki kişiliği günümüzün sosyal önemi içinde ilginç yanlarını öne çıkararak gözlerimizin önüne seriyor. Bu iki tip doğuştan soylu ve toprak sahibi; köylü reformu sonrası dönemde ele alınıyorlar. Her ikisinin de "toprak köleleri" vardı, şimdi soru şu: Köylü devriminden sonra soyluluk anlamında bu iki toprak sahibinden geriye ne kalmıştır? Bu iki örnek son derece yaygın ve genel olduğu için yazar bir ölçüde soruya yanıt bulmaya çalışmıştır. Bu iki örnekten Stiva Oblonski bencil, derin bir Epikürcü, Moskovalı, İngiliz Kulübü üyesidir. İkisi de genelde masum, sevimli joueur [oyunbaz], etliye sütlüye karışmayan, keyfince yaşayan, sadece kendini düşünen tipler olarak görülürler toplumumuzda. Genelde kalabalık aileleri olur, eşlerini, çocuklarını severler, ama az düşünürler. Hafif kadınlardan çok hoşlanırlar, sınıfsal ilişkilere, kuşkusuz, kibarlığa bayılırlar. Kültür düzeyleri düşüktür, ama sanata meraklıdırlar ve her konuda konuşmaktan hoşlanırlar. Köylü devriminden sonra bu soylu tipi işi kavramakta gecikmedi: Ne olursa olsun hâlâ eskilerden bir şeylerin kaldığını sanıyordu, öyleyse değişmesine gerek yoktu - Après moi le déluge (Benden sonra tufan). Karısını ve çocuklarının geleceğini düşünmüyordu, kalan servetiyle ve ilişkileriyle "kupa oğlanı" yazgısından da kurtulmuştu, ama serveti tükenseydi ya da oturduğu yerden maaş alması güçleşseydi, sık sık zekâsını ve yeteneğini kullanarak kupa valeliğine soyunacağı kuşkusuzdu, elinden geldiğince çok kibar yüksek sosyete oğlanı olurdu. Eskiden kumar borcunu ödemek ya da âşığını hoşnut etmek için kölelerini askere yazdırırdı yüzde yüz; bu anılar yine de canını hiç sıkmıyordu, tümüyle belleğinden silmişti. Soyluydu, ama soyluluğa hiç değer vermemiş, toprak köleliğinin kaldırılmasından sonra da yok saymıştı: Onun için önemli olan itibarlı birinin gözüne girmek, sonra yüksek dereceden memurlarla, zenginlerle sıkı fıkı olmaktı. Demiryolcular ve bankerler gücü temsil ediyorlardı; onlarla dostluk kurmakta gecikmedi. Yakını ve toprak sahibi olan Levin (kendi yurtluğunda yaşayan, tamamen zıt bir kişilikti) kendi görüş açısından zarar verici bulduğu fırıldak tiplere, demiryolculara takıldığı, onların yemeklerine, akşam partilerine katıldığı için Stiva'yı sorgulamaya başlamıştır. Oblonski sertçe ona karşı çıkar. Aslında hısım olduklarından beri aralarında kırıcı, soğuk ilişkiler doğmuştu. Üstelik çağımızda soylu davranışları yalanlayan bir adi, her zaman daha güçlüdür, çünkü sağduyulu erdemli tavır sergiler, soylu davranan, idealiste benzemekle gülünç görünür zaten. Sohbet avda başlar, yaz gecesidir. Avcılar köyün harman yerinde konaklamışlardır, saman üstünde geceleyeceklerdir. Oblonski, demiryolculara ve türlü dalaverelerine, imtiyaz satın almalarına horgörüyle yaklaşmanın pek bir anlam ifade etmeyeceğini, bu insanların herkes gibi çabalarıyla, akıllarını kullanarak hareket etmekle sonuçta değer yarattıklarını söyler. Aralarında şöyle bir konuşma geçer: Levin: "Belirlenmiş emeğe orantılı olmayan her türlü kazanç şerefsizliktir" dedi. "Orantılı olup olmadığını kim belirleyecek peki?" diye araya girdi Oblonski. "Dürüst olan, olmayan emek arasındaki çizgiyi sen belirlemedin. Şefim işi benden daha iyi bildiği halde, ondan daha fazla maaş almam şerefsizlik midir?" "Orasını bilemem." "O halde ben söyleyeyim: İşletmende çalışmanın karşılığında diyelim 5000 ruble kazandığın halde, şu köylü ne kadar çalışırsa çalışsın aldığı paranın 50 rubleyi geçmemesi, şefimden fazla almam kadar dürüstçe değildir." "Ama izin verin" dedi Levin, "benim 5000 ruble kazanmama karşılık köylünün 50 ruble almasının adaletsiz olduğunu söylüyorsun: Bu doğru, adaletsizliktir, ben hissediyorum ki..." "Hissediyorsun, güzel de, mülkünü onunla paylaşmayı hiç düşünmüyorsun". Stepan Arkadyeviç, Levin'in özellikle damarına basmak ister gibiydi. "Vermem, çünkü kimse benden talep etmiyor ki! Hem istesem bile dağıtamazdım... kimseye..." "Köylüye ver bakalım, reddeder mi?" "Nasıl vereceğim? Birlikte gidip tapu işlemimi yapacağım?" "Bilemem, buna hakkın olmadığına inanıyorsan..." "Pek emin değilim, tersine, toprağı dağıtmaya hakkım olmadığını, toprağa ve aileme karşı sorumluluğum bulunduğunu hissediyorum." "Ama, izin verin, eşitsizlik, adaletsizlik olduğunu düşünüyorsan, öyleyse neden öyle davranmıyorsun?" "Yo, davranıyorum, ama olumsuz biçimde köylüyle aramdaki farkı büyütmemeye çalışıyorum." "Kusura bakma, ama bu bir paradoks..." "Orası öyle dostum. İkisinden biri olmalı: Ya şimdiki toplum düzeninin adaletli olduğunu kabul edeceksin, o zaman kendi haklarını savunursun ya da benim yaptığım gibi haksız imtiyazlardan yararlandığını itiraf edeceksin ve bu imtiyazlardan keyif duyarak yararlanacaksın!.." "Hayır, bu haksız olsaydı, bu nimetlerden keyifle yararlanmazdın; en azından ben yapamazdım, en önemlisi de burada suçlu olmadığımı hissetmem..." İşte konuşma bu. Bunun "günümüz meselesi", hem de en su katılmamışından bir "günün meselesi" olduğunu kabul edin. Ne kadar bize özgü, ne katışıksız Rus özelliğidir bu. Bir kere, kırk yıl önce bu düşünceler Avrupa'da başlar başlamaz bu ülkülerin ilk "mükemmel" yorumcuları -Saint Simon ve Fourier- orada çok kişi tarafından biliniyordu, oysa bizde Avrupa'nın batısında gelişen bu yeni hareketi o zamanlar bütün Rusya'da çok çok elli kişi biliyordu. Bu "sorunları" şimdi toprak sahipleri avda, harman yerinde gecelerken durup dururken konuşuyorlar, çok ilginç biçimde ve en yetkili ağızmış gibi yorumluyorlar; en azından sorunun olumsuz yanı çözülmüş, geri dönülmeyecek şekilde karara bağlanmış görünüyor. Aslına bakarsınız bu adamlar yüksek sosyeteden toprak sahipleridir ve İngiliz Kulübünde sohbet ederler, gazete okurlar, gazetelerden ve başka kaynaklardan olup biteni izlerler; bununla beraber ne bir profesör, ne işin uzmanı olan sadece sosyete toplumunun bu Oblonskiler'i, Levinler'i için hayli ülküsel kaçan bu tür gevezeliklerin yaşamsal tema kabul edildiği bir gerçektir, bu çizgi, diyebilirim ki, gerçek Rus zekâ düzeyinin en kendine özgü yanlarından biridir. Bu sohbetle yazarın ortaya koyduğu ikinci en ilginç özellik, işçiyi, yoksulu sevindirmek için kılını kıpırdatmayan, cebinden tek kuruş vermek şöyle dursun, tersine, fırsatını buldu mu onu soyup soğana çeviren insanın, bu yeni düşüncelerin adaletli olması üzerine ahkâm kesmesidir. Ama bir laf cambazı neşesiyle ve hafifliğiyle bir çırpıda insanlık tarihinin iflasına imza koyabiliyor ve olmaz bir saçmalıkla gerçek düzen ilan edebiliyor: "Buna tamamıyla katılıyorum!" Dikkatinizi çekerim, bu Stivalar nedense ilk kabul edenler olmuştur. Stiva, Hıristiyan düzenini, bireyi, aileyi aynı özelliklerle sorguluyor, hoş, bu onun için bir değer ifade etmiyor ya, bizde bilim olmadığı halde bu baylar bilimden uzak olduklarını, buna daha dün başladıklarını bile bile, başkasının ağzıyla, hiç utanıp sıkılmadan, hiç tereddüt etmeden sorunları bu ölçüde çözmeye kalkışabiliyor. Ancak burada üçüncü ilginç bir özellik var: Bu beyefendi doğrudan neler diyor: "İki şıktan biri olmalı: Ya şimdiki toplumsal düzeni adaletli kabul edeceksin, o zaman kendi haklarını savunmuş olacaksın ya da benim yaptığım gibi haksız biçimde ayrıcalıklardan yararlandığını itiraf edeceksin ve bu ayrıcalıkları keyifle kullanacaksın!" Aslında bütün Rusya için hüküm vererek ve onu mahkûm ederek tıpkı ailesinin ve çocuklarının geleceği üzerine karar verir gibi açıkça bunun kendini ilgilendirmediğini bildiriyor: "Alçağın biri olduğumu, ancak kendi keyfime göre alçak kalacağımı biliyorum. "Après moi le déluge". Serveti olduğu için rahattır, ama servetini yitirince ...neden kupa valesi olmasın ki! En düz yol bu... Öyleyse bu yurttaş, işte bu evcimen adam, bu Rus insanı ne su katılmadık Rus özelliği taşıyor! Bu adamın yine de kuraldışı olduğu nu söyleyeceksiniz. Nereden kuraldışı oluyormuş ki! Belleğinizi bir zorlayın, şu son yirmi yıl içinde ne yüzsüzlükler, ne kolayca dönüşler, köklü inançlardan ve ilk karşılaştığımız bir şeye -hiç kuşkusuz, yarın olunca iki kuruşa satmak için- balıklama ne atlayışlar gördük! "Apres moi le deluge" den başka ahlaki birikimimiz asla, evet, asla olmadı. Ama en ilginci de bu çok sayıda ve her yerde sözü geçen örneğin yanı sıra bir başka farklı Rus soylu toprak sahibi tipinin, sözünü ettiğimiz örneğin tam zıddı olan bir tipin bulunmasıdır. Levin'dir bu, ama Rusya'da Levinler handiyse Oblonskiler kadar karanlıkta kalmış tiplerdir. Yazarın romanında yarattığı tipten, onun kişiliğinden söz etmiyorum, söylemeye çalıştığım, özünde olan, tek, ama en belli başlı özelliğidir, bu özelliğin şaşırtacak denli bizde, daha doğrusu bizim kinikler ve meselelere Kalmukvari yaklaşanlar arasında korkunç yayıldığını iddia ediyorum. Bu özellik bir süredir kendini gösteriyor, hem de sürekli; bu tipler hummalı biçimde kendi sorularına yanıt bulmaya çabalarlar, hiçbir çözüm getiremedikleri halde, umut doludurlar, tutkuyla inanırlar. Bu özellik tam anlamıyla Levin'in Stiva'ya yanıtında ifadesini buluyor. "Hayır, eğer bu adaletsizce olsaydı, sen keyif duyarak bu nimetlerden yararlanamazdın, hiç değilse ben yapmazdım, önemli olan kendimi suçlu hissetmememdir." Doğrusunu isterseniz çözüm bulana kadar, içi rahat etmeyecektir: Kabahatli mi, değil mi? Söyler misiniz, ne dereceye kadar avutacaktır kendini? Son kerteye vardıracak, gerekirse, eğer sadece gerekirse, bunun gerekli olduğunu gösterirse, o zaman, "alçak da olsam keyfimce yaşamayı sürdüreceğim" diyen Stiva'dan farklı olarak o, "Vlas'a" dönüşecektir; aşırı duygululuğa ve korku krizine tutularak varını yoğunu dağıtan ve yollara düşen Nekrasov'un Vlas'ı olacaktır. Tapınaklar kurmaya Yollara düştü Vlas... Eğer kiliseler inşa etmeye niyetlenmese bile, canla başla buna benzer bir şeyler yapacaktır. Bakın, tekrar ediyorum, bu özelliği bir an önce söylemeyi çok istiyorum: Bu yeni insan tipi günümüzde çok fazladır, yalnızca gerçeği arayan, yalansız dolansız bir gerçeğin peşinden giden, bu gerçeğe ulaşmak için varını yoğunu feda eden insanlar çoktur ülkemizde. Son yirmi yıl içinde ortaya çıkmışlardır, gitgide çoğalıyorlar; gerçi onları geçmişte de, her zaman, Petro öncesinde de görebilirdik. Yalnızca tek gerçeğe gereksinimi olan, dürüst insanların var olduğu geleceğin Rusya'sıdır bu. Ah, bu insanların içinde ne büyük hoşgörüsüzlük de vardır: Acemiliklerinden hiçbir koşulu, açıklamayı bile kabul etmezler. Gerçeklik duygusunun onları alıp götüreceğini var gücümle haykırmak istiyorum. En belli başlı özellikleri kesinlikle aynı dili konuşmamaları, şimdilik farklı sınıflara ve inançlara bağlı olmalarıdır: Burada soylular da vardır, işçiler de; dindar da, inançsız da vardır; zengin, yoksul, bilgili, bilgisiz, yaşlılar, gençler, Slavcılar, Batıcılar da vardır. Görüş ve inançlarda bin kat uçurum, ama gerçeğe ve dürüstlüğe sarsılmaz, karşı konulmaz bir istek, gerçek uğruna her biri hayatını koyacak, bütün maddi gelirlerini gönülden bırakacak, diyeceğim hepsi birer Vlas olacaktır... Bu dediklerimin akıl almaz, yaman bir fantazya olduğunu, bizde bu ölçüde dürüstlüğün, dürüstlük arayışının olamayacağını haykıracaklardır. Korkunç ahlaki bozuklukla birlikte, bunun var olduğunu, Rusya'nın geleceğindeki insanları gördüğümü, onları fark etmemenin olanaksız olduğunu, ömrünü tamamlamış kinik Stiva ile yeni insan Levin'i yan yana koyan yazarın, çok sayıda sefih insanı barındıran, ama kendi hükmüyle sona erecek Rus toplumunu, kişinin suçlu olduğu inancını taşımayacağı, ruhunu bu suçluluktan arındırmak içini varını yoğunu esirgemeyeceği yeni bir gerçekliğin toplumuyla karşılaştırdığını söylemek istiyorum. Burada dikkat çekici olan, aslında toplumumuzun neredeyse iki gruba ayrılmış olmasıdır. Tembelleri, yetenek yoksullarını, aymazları bir kenara bıraktığımızda, Rus hayatını bütünüyle kaplayacak kadar geniştir. Yazarın gözlerimizin önüne serdiği bu "günün meselesinde" en ayırt edici Rus özelliği, yeni insan Levin'in karmaşık sorununa çözüm getirememesidir. Başka deyişle suçlu olduğunu düşünerek kendince çıkarına olmayan bir çözüme varıyor, ama kişiliğinden sağlam, gerçek olan bir şeyler taşıveriyor ve o an son kararını vermekten alıkoyuyor onu. Oysa Stiva, suçlu olup olmadığı hiç umurunda olmayan Stiva öyle mi? En ufak duraksama göstermeden kararını veriyor, işine bile geliyor bu: "Değil mi ki her şey bir saçmalık, kutsallık diye bir kavram yok, öyleyse her şey mubahtır, zaman sorunum da yok, korkunç Yargı Gününe daha çok var!" Bir başka ilginçlik de, sorunun en zayıf tarafının Levin'i şaşırtması, onu açmaza düşürmesidir, bu temiz Rus tarzıdır ve yazar tarafından tam doğrulukla ortaya konmuştur. Burada asıl mesele, Rusya'mızda bunun sadece kuram olması ve uzun zamandan beri tarihsel ve pratik deneyimleri olan Avrupa'dan, yabancı düzenden, alışkanlıklardan alınan düşünceler ve sorunlar olmasıdır. Ne yapacağız peki? Bizim bu iki aristokrat Batıcıdır, Avrupalılığın getirdiği saygınlıktan kurtulmaları öyle kolay değildir, Avrupa'ya haraç vermek zorundadırlar. İşte Levin, bu Rus yüreği, bu temiz Rus yüreği sorunun tek çözüm olanağını Avrupaî koyuş biçimiyle harman ediyor. Tarihsel "hak" ile Hıristiyanca çözümü birbirine karıştırıyor. Konunun daha iyi anlaşılması için şöyle bir kurgu yapalım: Avda Stiva'yla yaptığı o akşam sohbetinden sonra Levin düşünceli, ayakta dikilmektedir, dürüst bir insan olarak acı çekmektedir; daha önce kendi için bulanık olan, dolayısıyla hâlâ aklını kurcalayan sorunu çözmeyi arzulamaktadır. "Evet" diye geçiriyor içinden yarı kararlı. "Evet, bu ciddi olarak böyleyse o zaman Veslovski'nin az önce söylediği gibi neden yiyelim, içelim, avlanalım, hiçbir şey yapmayalım, yoksulun da kıyamete kadar çalışmaktan anası ağlasın? Evet, Stiva haklı, neyim var neyim yoksa yoksullara dağıtmalı ve onlar için çalışmalıyım." Yoksul bir köylü, Levin'in yanı başında belirir ve şöyle der: "Evet, gerçekten malını mülkünü biz yoksullarla paylaşmak zorundasın, bizler için çalışmalısın." Kuşkusuz sorunu çözerken, daha doğrusu geniş anlamda sorunu çözerken Levin tamamen haklı çıkar, "gariban köylü" de haksız. Ama sorunun konuş biçimindeki bütün fark buradadır. Çünkü ahlaki kararını, tarihsel olanıyla harman etmesi mümkün değildir, yoksa kuramcı Rus kafalarında -malın gözü Stivalar'ın ve kalben temiz Levinler'in kafalarında- şimdi bile süren çıkışı olmayan bir kargaşa doğar. Avrupa'da hayat ve pratik, sorunu koymuştur, ülküsünün çıkış yolu saçma da olsa, yine de bugünkü sürecinde gerçekçidir, birbirinden tümüyle farklı iki görüşü, en azından ahlaki ve tarihsel olan bakış açısını birbirine karıştırmaması bakımından gerçekçidir. Kısaca bu düşüncemizi açalım isterseniz. Avrupa'da derebeylik vardı, şövalyeler vardı. Ama bin yıl içinde burjuvazi güçlendi ve sonunda Avrupa'nın her yerinde savaşı başlattı, yaktı yıktı, şövalyeleri kovdu ve yerine kendi geçti. "Ote toi de la que je m'y mette" (Yaylan bakalım, yerine ben geçeceğim!) sözü hükmünü sürdürmeye başladı her yerde. Gelgelelim eski efendilerinin yerine geçtikten ve mülkiyeti ele geçirdikten sonra burjuvazi halkı, işçi sınıfını tamamen görmezden geldi, kendilerinden saymayarak, bir parça ekmek yüzünden, kendi refahı için salt kol gücüne dönüştürdü onları. Bizim Rus Stiva içinden kendisinin haksız olduğu, ama bilinçli olarak alçak kalmayı istediği yargısına varıyor; palazlanmış çünkü, sırtı pek, gününü gün ediyor: Yabancı Stiva bizim düşüncemize katılmyor, kendini tümüyle haklı görüyor, kuşkusuz bunu kendince mantıklı nedenlere dayandırıyor; zira ona göre burada asla hak falan söz konusu olamaz, yaşanan sadece bir tarih, tarihsel bir süreçtir. O, şövalyelerin yerini aldı, çünkü güç kullanarak yendi onu, mücadele döneminde değersiz, güçten düşmüş şövalyesiyle birlikte olan işçi sınıfının güçlenebileceğini, gittikçe de daha büyüyeceğini çok iyi anlıyor. Tamamen güçlendiğinde de, bir zamanlar şövalyeye yaptığının aynısını kendisine yapacağını, "yaylan bakalım, yerine ben geçeceğim" diyeceğini seziyor. Hak neresinde bunun, burada olan yalnızca tarihsel süreçtir. Hoş, uzlaşmaya yanaşabilir, ne yapıp ne edip düşmanıyla iyi geçinmeye çalışabilirdi, bunu denedi de. Çünkü karşısındaki düşmanın asla uzlaşmaya yanaşmayacağını, bölüşmek şöyle dursun, neyi varsa hepsini isteyeceğini seziyor, üstelik deneyimleriyle biliyordu. Ayrıca, geri adım atması halinde savaşa hazırlanmada onu zayıf düşürürdü, o zaman hiç ödün vermemeye karar verdi. Durumu umutsuz görünüyordu; ancak mücadeleye girmeden önce maneviyatını güçlü tutmak insanoğlunun doğasına özgü bir durumdur; umutsuzluğa kapılmaz, tersine, mücadele gücünü giderek geliştirir, bütün gücüyle her türlü çareye başvurur, gücü henüz vardır; düşmanı zayıf düşürebilir ve yapacağı şimdilik yalnızca budur. Avrupa'da bu iş şimdi hangi aşamada? Aslında, geçmişte, hatta yakın zaman önce Avrupa'da sorun ahlaki açıdan konulmuştu. Furyeristler, Kabetçiler vardı; çok çeşitli ince konularda talepler, tartışmalar ve görüşmeler vardı. Ancak günümüzde işçi sınıfının önderleri bu tür girişimlere bir zaman için dur demişlerdir. Onlar açıkça savaş çıkarmak istiyorlar, ordu kuruyorlar, dernekler çatısı altında toplanıyorlar, sandıklar kuruyorlar ve zaferlerine inanıyorlar: "Gerçi orada çok kan dökülecek, ama zaferden sonra her şey kendiliğinden kurulacak." Burjuvazi, işçi sınıfı önderlerin işçileri düpedüz yağmayla kandırdığını, bu durumda işin ahlaki yanının bir değeri olmadığını anlıyor. Ama bugünün önderleri arasında bile, yoksulların tinsel haklarından dem vuran elebaşları var. Üst düzey liderler, davanın yumuşatılması ve ona yüce adalet havası verilmesi için bu başı çekenlere pek ses çıkarmıyorlar. Bu "manevi" elebaşların arasında düzenbaz, ama coşkuyla davaya inanmış çok insan vardır. Onlar açıkça, kendileri için bir şey istemediklerini, yalnızca insanlık için çalıştıklarını, amaçlarının insanlığın esenliği için yeni, farklı bir düzene ulaşmak olduğunu söylüyorlar. Burjuva da burada onları yeterince sağlam bir zeminde bekliyor ve işçi sınıfıyla kardeş olmaya ve mülkü silahla, kanla bölüşmeye kendini zorladıkları için onları kınıyor. Bu, gerçeğe çok benzemesine karşın elebaşları da onlara, burjuvaları halkın gerçek dostu olabilecek yetenekte görmedikleri yanıtını veriyorlar, bu nedenle de onları kendilerinden saymayıp üzerine doğrudan zor kullanarak gidiyorlar: "Kardeşlik sonra kurulacak, işçi sınıfından sizler, evet, sizler kafası kesilmeye yazgılı yüz milyon insansınız, o kadar. İnsanoğlunun mutluluğu için yok edilmeniz gerekir!" Bu elebaşlardan bazıları, kardeşliğin hiçbir şekilde gerekli olmadığını, Hıristiyanlığın da bir kuruntu olduğunu ve gelecekteki insanın, bilimin temellerine dayalı kurulacağını açıkça dile getiriyorlar. Bu görüşler burjuvayı sarsmıyor olabilir tabii, inandırıcı da gelmeyebilir. Burjuva anlıyor ve bilimsel temeller üzerine kurulacak bu toplumun ham hayal olduğunu, insanı burada doğanın yarattığından tamamen farklı bir varlık olarak gördüklerini söyleyerek bu düşünceye karşı çıkıyor, kişi için tartışmasız bireysel haklardan, özgürlükten vazgeçmenin güç ve olanaksız olduğunu; yarattıkları geleceğin insanından birey olarak aşırı özveri talep ettiklerini; böyle bir insanın, bir jurnal örgütünün ve baskıcı iktidarın aralıksız denetimini kurarak korkunç zorbalıkla ancak yaratılabileceğini söylüyor. Sonuç olarak geleceğin insanını şiddete dayalı değil, uyumlu bir toplumda birleştirebilecek gücü gösterme çağrısı yapıyor. Buna karşı o elebaşları, insanoğlunun bilinçle vardığı faydayı ve gereksinimi öne çıkarıyorlar ve insanın böylece kendini yıkımdan ve ölümden kurtarmak için gerekli her adımı gönülden atmaya razı olacağını söylüyorlar! Burjuva, faydanın ve kendini savunma güdüsünün hiçbir zaman tek başına tam ve uyumlu bir birliği yaratacak güçte olamayacağını, hiçbir faydanın, eksiksiz birey hakları ve özgürlüğünün yerini alamayacağını ve dolayısıyla geçmişte olduğu gibi, tümünün varsayımdan öteye geçmeyeceğini vurgulayarak itiraz ediyor. İşin sadece ahlaki yönünü harekete geçirirlerse, işçi sınıfı onları dinlememeye başlayacaktır, ama peşlerinden gidip mücadele için örgütlenirlerse, bunun tek nedeni yağma vaatleriyle ayartılmaları, yıkım ve savaşın heyecanına kendilerini kaptırmaları olacaktır. O halde eninde sonunda sorunun ahlaki yönünü tamamen yok saymaları gerekecektir, çünkü eleştiriye açık hiçbir yanı yoktur; burada gerekli olan savaşa hazırlanma sadece... İşte, soruna Avrupa tarzı yaklaşım budur. Şu ya da bu taraf kesinlikle haklı değildir, her iki taraf da kendi kusur ve günahlarından yok olup gidecektir. Yine söylüyoruz, biz Ruslar için en ağır olan, Levinler'in bile bu sorunlar üzerinde kafa yormalarıdır; oysa sorunun olabilir çözümü, özellikle Rusvari çözümü, yalnızca Ruslar için değil, bütün insanlık için tinsel olarak, yani Hıristiyanca konmasıdır. Avrupa'da bu düşünce elbette akıldışı görülür, sonunda milyonlarca kelle kesilip sel gibi kanlar akıtıldıktan sonra akılları başlarına gelecek ve sorunun dinsel olarak ortaya konmasını kabul etmek zorunda kalacaklar, çünkü tek kurtuluş yolu yalnızca bu düşüncededir.
Sayfa 701 - 702, 703, 704, 705, 706, 707, 708, 709, 710, 711, 712 Yapı Kredi Yayınları
·
271 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.