Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

·
Puan vermedi
Afrikalı Leo
AFRİKALI LEO/AMİN MAALOF Ben Hasan, tartıcıbaşı Muhammed'in oğlu, ben Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papazın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum ama Afrikalı değilim Avrupalı da Arabistanlı da değilim. Bana Grenadalı, Faslı, Zeyyatlı da derler ama ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim. Yolların oğluyum ben, ülkem kervan, yaşamımsa yolculukların en beklenmedik olanı. Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyancası konuştuğumu duyacaksın. Çünkü bütün diller ve bütün dualar benim dillerim, benim dualarım. Fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve dünyaya aitim ve yakında bir gün yine onlara döneceğim. Zekam Roma'da gelişti, tutkum Kahire’de, üzüncüm Fas'ta, çocukluk saflığımsa hala Granada da yaşıyor. (S. 11) İnsan nereye aittir, doğduğu yere mi doyduğu yere mi, yoksa olduğu yere mi? Kahramanımız Hasan'ın Endülüs’ten başlayarak Roma'ya kadar uzanan hayat hikayesi bize yaşadığı her bölgenin kültürel ve siyasi ayak izlerini yansıtır. Bu anlatıların ne kadarı gerçekle mutabık onu bilmiyorum ama siyasi karakterler ve yapılan savaşların hepsinin tarihi değeri var. Endülüs’ün son yılları, şehrin teslim edilmesi, yapılan eziyetler, Osmanlı'dan yardım ümidi, Yahudi Hıristiyan ve Müslümanların uyum içerisindeki hayatları, yöneticilerin beceriksizlikleri, bazı durumlarda cesur oluşları, efsaneler, kölelik, evlilik törenleri, veba ve cüzzam gibi hastalıklar, Osmanlı Memlüklü ilişkileri, Martin Luther, papalık, Roma, Yavuz Sultan Selim, Kanuni İstanbul gibi birçok konu Hasan'ın bu serüveni içerisinde bir panorama olarak sunulmaktadır. Peki bu serüven Hasan'ı nereye savurur? Hasan’ın hayata dair notları: “Onu sanki gençliğimde yitirdim, olgunluk çağımda yeniden buldum; o artık yokken! Her erkeğin bu arada babamın da mutluluğu yakalamak için yanlış yollara da sapmaya hakkı olduğunu ancak saçlarıma aklar düştüğü zaman anladım. Ancak o zaman onun yanlışlarına saygı duymaya başladım. Senin de benim yanlışlarıma benzer saygıyı duymanı dilerim oğlum. Senin de kimi zamanlar böyle yanlışlara düşmeni dilerim ve umarım sende acımasızlık noktasına varana dek seversin ve dilerim sen de yaşamın soylu çekiciliklerini uzun süre algılayabilirsin." (s. 91-92) Yaşamak hataları da beraberinde getirir. Hasan'ın da hataları olmuş ve ciddi değişimler yaşamıştır. Onun en önemli özelliği belki de gittiği yere hemen uyum sağlayıp kaldığı yerden devam edebilmesidir. Endülüs'te hayata gözlerini açan, Fas'ta hafız olan Hasan Roma'da kutsanarak Hıristiyan ve Afrikalı Leo olur. Çoğu kimse tarafından yadsınacak bu durum onun için bir kader ya da kabulleniş olabilir. Zira bütün ayrılışları kendi dışında cereyan eden olaylara bağlıdır. Bu da Hasan’da aidiyet duygusunun oluşmasını engellemiştir. Bundan dolayı kitabın ilk sayfandan yukarıdaki alıntıyı yapmayı uygun buldum. Sahipleneceği, benimseyeceği, uğruna savaşmayı göze alabileceği değerleri kalmayınca net bir kimliğe de sahip olamıyor insan. Yazar burada bir yandan geçmişe ışık tutarken kendi yaşadığı değişimin saiklerini de belirtmek istemiş olabilir. ALINTILAR VE BAZI OLAYLAR 1) Endülüs hayatının bir parçası olan kölelik Hasan'ın annesi ile köle olan Verda arasındaki ilişkide ele alınmıştır. Burada sorgulanan şey kölelik mi özgürlük yoksa özgürlük dediğimiz şey mi kölelik. Bazen insanı değerli kılan şeyler onun özgür hareket etmesini de engeller. Toplumsal kimlik kişinin özgürlüğünü sınırlandırır. “Annem şöyle diyordu: ‘Ben özgürdüm, o ise köleydi. O nedenle karşılaştırılamazdık, eşit koşullarda savaştığımız söylenemezdi. Verda durumu gereği cazibesinin bütün silahlarını dilediği gibi kullanabiliyordu, peçesiz dışarı çıkabiliyor, şarkı söyleyip dans edebiliyor, şarap doldurup göz kırpabiliyor ve soyunabiliyordu. Oysa ben konumumdan dolayı geri durmak zorunda kalıyor, babanı hoşnut edecek şeylere en ufak bir ilgi duymuyordum.” (s. 16) 2) Ebu Hamr ile Estağfirullah eserin en önemli karakterlerindendirler. Bu iki karakter üzerinden bilim- din çatışması ve gerileme sebepleri ele alınmıştır: “Ebu Hamr, Müslüman ülkelerde eskiye oranla daha az kitap yazıldığından, yazılanların da çoğunun eski kitapların yinelemesi ya da özeti olduğundan yakınırdı. Büyükbaban onun bu düşüncesine katılırdı. Acı acı İslam'ın ilk yüzyılında felsefe, matematik, astronomi ve hekimlik dallarında çıkan kitapların sayısız olduğunu söylerdi. O zamanlarda şiir kitaplarının da gerek biçem gerekse sayı ve nitelik bakımından çok daha üstün olduklarını anlatırdı... Estağfurullah ona katılmıyordu. Ona göre herhangi bir alanda yenilikler aramak ayıptı. Ona göre en önemli şey, eskilerin yaptıkları gibi Tanrı’nın buyruklarını yerine getirip onları anlamaya çalışmaktı. “Kim gerçeği peygamberden ve yakınlarından daha iyi bildiğini öne sürebilir? Onlar hak yolundan uzaklaştıkları, ahlakın bozulmasına, değerlerin yıkılmasına, Müslümanların düşmanları karşısında güçsüz görünmelerine neden oldukları için böyle konuşuyorlar,’ diyordu. (s 47-48) Yine ikisi arasında geçen top diyaloğu yenilik ve gelenekçilik çatışmasını göstermektedir: “... ‘Şeyhe dualarla vakit geçireceğine gelip bunu görmesini söyleyin, kitap yakmayı bildiği gibi fitil ateşlemeyi de biliyor mu acaba diye sorun.’ diyordu. Daha dindar olanlar toptan iyice uzakta duruyor, ağızlarının içinde lanetler mırıldanıyor, ötekiler ise doktoru (Ebu Hamr’ı) soru yağmuruna tutuyordu. (s. 50) O dönemde başlayan bu çatışma ileride bütün İslam dünyasına sirayet edecektir. Batı bilim ve teknikte ilerlerken İslam dünyası buna sırt dönmüştür. Daha sonra olayın farkına vardığında ipin ucu kaçmış durumdaydı ve bugün de hala bunun sonuçlarını görmekteyiz. Ayrıca (yazar düşünmüş müdür bilmiyorum) Hasan'ın Roma'da dinini ve ismini değiştirmesi de yine bu bağlamda okunabilir. Bilim ve teknik elindeyse hükmeden, eğer güçlü değilsen hükmedilen olursun. 3) Endülüs bölümünde üzerinde durulması gereken önemli noktalardan birisi de kuşatma altındaki Granada’nın teslim edilip edilmeyeceği kararıyla ilgili toplantıdır. Endülüs... Sekiz asır Müslümanların himayesinde kalan topraklar, İslam'ın incisi ve büyük özlemi... Kudüs'ün hür olması benim için nasıl bir özlemse Endülüs’e karşı da öyle bir özlemim ve sevgim vardır. Muhteşem sarayları, camileri, bahçeleri ve kütüphaneleri ile; Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin bir arada yaşama kültürü ile bir örneği daha var mı ya da olacak mı bilmiyorum. Koca bir medeniyet farklı taassup, cahillik ve çekişmelerin ayakları altında ezildi gitti. Bu sahneye dair birkaç alıntıyı eklemek isterim: “Eşin benzerin yok Granada Ne Mısırda ne Suriye'de ne de Irak'ta Bir gelinsin sen; Bu topraklar da çeyizin.” (s. 58) “Doktor ağlıyordu; orada bulunanların birçoğu yüzünü kapatmıştı. Doktor kesik kesik ve boğuk bir sesle sözünü şöyle sürdürdü: “Sekiz yüzyıl yeryüzünü bilgimizle aydınlattık fakat güneşimiz tutulma konumuna girdi, her şey kararmakta. Ve senin için Granada, senin ışığın yok olmadan önce son kez parlayacak; fakat seni söndürmek için üflememi bekleme benden. Yoksa benden sonrakilerin yüzüme tükürmelerinin anasını Kıyamete değin unutamam.” (s. 59) 4) Uyum ve hoşgörü içindeki yaşamı yansıtan bir pasaj bayramların anlatıldığı kısımdır: “Ancak tam gerçeğe bağlı kalmak gerekirse Hıristiyan takvimi yalnızca tarım alanında kullanılıyor değildi. Ayrıca birçok bayramın kutlaması için de kullanılıyordu ve soydaşlarım böyle fırsatları hiç mi hiç kaçırmıyordu. Hem büyük şiir yarışmaları düzenlenip, yoksullara yiyecek dağıtarak peygamberin doğum günü Mevlid, hem de buğday, fasulye, nohut ve sebzelerle özel yemekler yapılarak Mesih’in doğum günü kutlanıyordu. İslam takviminin ilk günü, Re’sü’s- sene (Yılbaşı), Elhamra'da resmi bir törenle kutlanır, iyi dilekler de bulunulurdu, fakat Hıristiyan takviminin ilk günü de çocukların sabırsızlıkla bekledikleri bir gündü. Bugün çocuklar maskeler takarlar, şarkılar söyleyerek varsıl evlerin kapılarını çalarlar, avuçlar dolusu kurutulmuş meyve toplarlardı. İranlıların yılbaşı günü Nevruz da neşeyle beklenen bir bayramdı. Nevruzdan önce bir dolu düğün olurdu çünkü bu mevsimin çok bereketli olduğuna inanılırdı. Nevruz gününde ise oyuncaklar ve Müslümanlıktaki yasağa karşın topraktan yapılmış at ve zürafa heykelcikleri satılırdı. Bir de Müslümanların büyük bayramları vardı elbette. En önemli bayram olan Kurban Bayramında Granada halkı kurban kesmek ve yeni giysiler almak için kendini parçalarcasına çaba gösterirdi. Orucun bitimi olan Ramazan Bayramında en yoksullar bile en az on türlü yemek hazırlardı. Aşure gününde ise ölüler anımsanır, herkes birbirine pahalı armağanlar verirdi. Bu bayramlara ek olarak Paskalya yortusu, sonbaharın başlangıç günü olan el-Asir ve hepsinden ünlüsü Mihrecan kutlanırdı.” (s. 73-74) 5) Döneme dair önemli bilgilerden birisi de fellaklardır: “Endülüs'te tutukluların bakımını ve kurtarılmasını isteyen kişiler hep olmuştur. Bu işle uğraşanlara yalnızca Müslümanlar arasında değil Hristiyanlar arasında da rastlanırdı. Tutsakların, düşman eline düşmüş bir askerin, kentte kaçırılmış ya da bir saldırı sırasında köle olarak anılan bir köylü kızın ailesi bu kurtarıcılara başvururdu. Fellak ya da yardımcılarından biri tüccar ya da rütbeli birinin kılığına girip tutuklu için istenen fidyeyi görüşmek ya da onu bulmak için düşman topraklarına, dahası gerektiğinde uzak ülkelere bile giderdi. Birçok aile istenilen parayı ödeyemediği için herkesten para toplanırdı ve inananların gözünde hiçbir zekat düşman elinde tutsak düşmüş Müslümanları kurtarmak amacıyla yapılan bu yardımlardan daha değerli değildi.” (s. 78) 6) Hasan Granada’dan ayrıldıktan sonra şunları yazar: “Senin şimdiki yaşındayım oğlum Granada’yı bir daha hiç görmedim. Tanrı yazgımın tek kitaba sığmasını uygun görmemişti; denizin dalgalarının kat kat açıldığı gibi benim yazgım da değişikliklerle dolu olacaktı. Bir geminin fazla yükünü denize atması gibi yazgım da bana yeni gelecekler hazırlamak için kimi şeyleri silip süpürüyordu. Her vardığım limanda adıma ayrılmış olduğum topraklarla ilgili bir ad eklendi.” (s. 91) 7) Topal Ahmet: “Ben öğrenim için gelmedim. Çünkü bilgi insanın kollarını ağır zincirler gibi aşağıya doğru çeker. Sen hiçbir hukukçunun bir orduya komutanlık ettiğini ya da bir krallık kurduğunu duydun mu?” (s. 161) 8) “Bir sultanın koruması altında bulunmanın karşılığında saygınlığını ve öz saygınlığını yitirmeyi baştan kabul ediyorsun demektir. Sultansa seni korumayacak olsa bile bedeli sana en ağır biçimde ödetir. Kentlerden uzakta, ovalarda ya da tepelerde yaşadığın zaman sultandan, askerlerinden ve vergi toplayıcılarından uzaktasın. Bu kez de yağmacı göçer boylarla, Araplarla dahası her yere yayılmış Berberilerle başın derde girer. Taş taş üstüne koysan yakında yıkılacağı korkusunu taşırsın hep. Eğer yolların geçmediği ulaşılması çok zor bir yerde yaşarsan elbette ki saldırılardan ve boyun eğmekten kurtulursun ama bu kez de tıpkı hayvanlar gibi yaşarsın. Yoksul eğitimsiz ve korkulu.” (s 168) İnsanca yaşamak... İnsanın insanı ezdiği, onu kontrol altında tutmak istediği, malına ve namusuna el uzattığı bir ortamda özgür olabilmek mümkün olabilir mi? Özellikle o dönem için düşünüldüğünde insanın sırtını muhakkak bir yere dayaması gerekir. Aksi takdirde insanın ayakta kalabilmesi mümkün gözükmemektedir. Ayrıca tek başına yaşamak insana bazen cazip gelse de bu durum da insanın medeni bir varlık olmasını engeller. Benzer durum bugün içinde geçerli değil mi? Sistemin dışına çıkma imkanı var mıdır? Toplumun içinde, sistemin dışında olma imkanı yoktur. Bu da insanların inanış ve yaşayışlarını tek tip bir hale getirmektedir. Belki eli sopalı kimse yok gibi gözükmekte ve kendimizi özgür hissetmekteyiz ama zihinlerin ve eylemlerin daha ciddi şekilde kontrol edildiği bir dünyada yaşamaktayız. Korona zamanı aşı olmak istemeyenlere karşı devlet eliyle sosyal medyada yapılanlar bunun bariz bir örneğidir. 9) “Bir gezgin gezip gördüklerini yazıp satmaya başlayınca, çevresine toplanan hayran dinleyicilerin kölesi olur. Ondan sonra artık ‘görmedim’ ya da ‘bilmiyorum’ diyemez. Bunları söylerse küçük düşeceğinden korkar. Öyle yalanlar var ki onlardan ağızdan çok kulaklar sorumludur.” (s. 255) İnsan toplumda yer edinmek için adım atar, bir şeyler ortaya koymaya çalışır. Bunun sonucunda eğer toplum kişiye bir kimlik verirse o kimlikten kişinin sıyrılması artık zor olabilir. Çevredekilerin beklentileriyle, kişi kendi kapasitesi arasında sıkışabilir ve beklentiyi karşılayabilmek için olduğundan farklı davranmak zorunda kalabilir. Bu durum öğreneğin baba içinde geçerli olabilir. Herkesin düştüğü yerde aileyi ayakta tutma görevi nedeniyle olduğundan daha güçlü olmak zorunda olabilir. Günümüzde de sosyal medyada popüler olan bazı kişiler var ki onlar için de benzer durumun geçerli olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen geniş kitlelere hitap etmenin getirmiş olduğunu bir beklenti var ve bu nedenle her alanda söz söylemesi gerekiyormuş gibi hissediyor olabilirler kendilerini. Sanattan siyasete, futboldan dine her alanda kendilerine uzatılan mikrofona konuşma gereği hissediyorlar. Yazar bu durumlarda esas suçlunun toplum olduğunu ima ediyor: “Öyle yalanlar var ki onlardan ağızlardan çok kulaklar sorumludur.” 10. Hasan'ın farklı ortamlarda yetişmesinden dolayı ciddi bir aidiyet duygusunun olmadığını ve hayatı yolda olmak olarak gördüğünü daha önce belirtmiştim. Şu pasaj da Hasan'ın bu durumunu ifade etmektedir: “Geride bıraktığım Endülüs ve bana söz verilen Cennet arasındaki yaşam yalnızca bir geçittir. Ben hiçbir yere gitmiyor. hiçbir şey istemiyor. hiçbir şeye direngenlikle tutunmuyorum. Benim yaşam tutkumda mutluluk, ilahi takdir anlayışımda inanç var. Bizi birleştiren de bu değil midir? Hiç duraksamadan bir kenti, bir evi, bir yaşam biçimini senin yolunu izlemek için, senin amansız saplantına hizmet etmek için bırakmadım mı?” (s. 275) 11. “Tanrı'ya beni uğursuzluklardan koruması için dua etmiyorum. Öyle durumlarda beni umutsuzluktan koruması için dua ediyorum. İnan Tanrı bir elini bıraksa öteki elinden tutar”. (s. 300) 12. “Geceleri bu denli sıkıntılı yapan nedenleri bulmaya çalışıyordum. Özgürlüğün ve bir kadının yokluğundan çok bir müezzinin sesini duyamamak bana acı veriyordu.” (s. 301) 13. “Erdem eğer bazı kabahatler ile yumuşatılmazsa sağlıksız, inanç kimi kuşkularla gölgelenmezse acımasız olur.” (s. 321) 14) Son sayfa: Son sayfaya son birkaç söz ve yeniden Afrika kıyıları. Gammat'ın beyaz minareleri, Kartaca'nın soylu kalıntıları. Beni onların gölgelerinde unutuş beklemekte; yaşamımsa bunca bozgundan sonra onlara doğru sürüklenmekte. Kahire'nin felaketinden sonra Roma'nın yıkılışı, Granada'nın düşüşünden sonra Timbuktu yangını; talihsizlikler mi beni çağırıyor, yoksa ben mi talihsizlikleri çağırıyorum? Bir kez daha oğlum, bütün gezilerimin tanığı olan ve şimdi de seni ilk kez yabana götüren bu denizin kıyısında yeniden doğuyorum. Sen Roma'da "Afrikalının oğlu”ydun; Afrika'da "Ruminin oğlu" olacaksın. Nereye gidersen git, birileri sana derinin rengini ve dualarını soracak. Onların itkilerini hoşnut etmekten uzak dur! Oğlum, çoğunluk önünde boyun emekten kaçın! İster Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi olsunlar, seni olduğun gibi kabul etmeliler ya da seni yitirmeyi göze almalılar. İnsanların görüşünü dar bulduğun zaman kendi kendine Tanrı'nın ülkesinin çok geniş olduğunu söyle; O'nun elleri çok geniştir, O'nun yüreği de çok geniştir. Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler, inançlar aşmak fırsat çıktığı zaman hiç duraksama. Bana gelince, ben gezilerimin sonuna vardım. Kırk yıl süren yolculuklar adımlarımı yavaşlattı, soluğumu ağırlaştırdı. Bundan böyle aile yuvamda barış içinde uzun yaşamaktan öte bir dileğim yok. Ve bütün sevdiklerim arasında ilk göçen ben olmak isterim. En son yere, Yaradan'ın gözünde kimsenin yabancı olmadığı ülkeye doğru. İhsan CELEP 20.04.2024
Afrikalı Leo
Afrikalı LeoAmin Maalouf · Yapı Kredi Yayınları · 202214,3bin okunma
277 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.