On yedi yaşındayken bir gün, Ankara Samanpazarından Kaleye çıkıyorum. Sağda, solda dükkanlar vardır. Yol Arnavut kaldırımı; daracık.
Yolumun tam tersinde, yukarıda yokuş aşağı yerde adamın biri bir kadını alabildiğine döğüyor. Kadın yere yıkıldı. Ben de çocukluğumdan beri -herhalde evde aldığımız terbiye gereği-, kadına ve hayvana karşı büyiik bir eğilimim ve sevgim vardır. Gençliğin verdiği zıpçıktılıkla adama pata küte girdim. Adam yere yıkıldı.
O anda omuzumda bir sancı... Dayak yiyen kadın, nereden bulduysa bir odun parçası bulmuş; bana vuruyor. Öyle kaldım. "N'apıyorsun, niye vuruyorsun?" dedim. "Sana ne, benim erim; döğer de, okşar da" dedi.
Cümlenin düzlüğüne bakın; saptırmam yok. o zaman şunu gördüm: Toplumun gerçekliğiyle senin gerçekliğin farklı olaylar.
***
Akşam evde anlattım bunu. Evdekiler kadının böyle demesine çıldırdılar. Babam önce sustu; sonra dedi ki "kadın haklı; kadının dayak yememesi değil, erkeğin kadına elini kaldırması görülmemiş bir suçtur."
Yıllar sonra, daha yeni evliyken, babamın Etilerdeki evinin kapısının önünde hanımla tartışıyorum. O gençlik yıllarında bir inadı vardı, katır yanında halt etmiş; Nuh diyor, peygamber demiyor. Her taraftan alev saçan bir yaratığım ben de. Elim bir kalktı, kalktığı anda bir el, bir kelepçe ...
Bir döndüm, babam. Çok kuvvetli bir adamdı; gençliğinde güreşmiş zaten. "Biliyormusun, kadına el kaldıran erkeğin cinsiyeti inhiraf etmiştir; böylesi bizim soyumuzda görülmemiştir" dedi. Erkek adam kadına el kaldırmaz, katiyetle.
Savaşçı bir adamdı babam, asker kafası vardı. Kiminle savaşır savaşçı? Kendi dengiyle.
Binlerce yıllık bir savaş kültürüdür bu: "Denginle savaşacaksın." İhtiyara, kadına, çocuğa bulaşmadan.
Bunu mahalledeki kabadayılarda da gördüm. Kabadayı kadınlarla becelleşmezdi. Hiç. Kızlarla oynayan erkek çocuklarına hoş gözle bakmazlardı. Ağır bir laf gelirdi hemen, "Leylalaşıyorlar" denirdi.